24 Aralık 2008 Çarşamba

Pamuk Yorgan

Pamuk Nine dünyanın tepeciğindeki ahşap, balkonlu bir evde yaşar.
Buruşuk yüzündeki gözlerinin gülmekten çizgi haline gelmesiyle oluşaniçten ifadeyle Pamuk Nine ne zaman yorganını balkonda çırpmaya başlasa, dünyaya iri taneli karlar yağmaya başlar.
.
Bu sabah ılıklığıyla insanı sarıp sarmalayan, kar tanelerinin süslediği aydınlık bir gökyüzüne uyandım. Pamuk Nine'ye minnetle gülümserken içimden; çift taraflı dikilmiş ağaçların kardan ağırlaşarak üzerinde bembeyaz bir geçit oluşturduğu süslü yollardan işyerime vardım...

22 Aralık 2008 Pazartesi

Güneşli Pazartesiler

----Bir varmış, bir yokmuş bir ağustos böceği ile bir karınca varmış karınca çok çalışkanmış ama ağustos böceği tembelmiş. Karınca çalışırken ağustos böceği çalar oynarmış. Günler geçmiş karınca bütün yaz çalışmış bir sürü yiyecek biriktirmiş kış gelince ağustos böceği aç kalmış, karıncanınsa her şeyi varmış. Bu karınca puştun tekiymiş. Ağustos böceği karıncaya gelmiş karınca ona “ağustos böceği kardeş sende çalışsaydın sende aç ve açıkta olmazdın” demiş ve ona kapıyı açmamış. Kim yazmış bunu, aslı böyle değil, karınca puştun, spekülatörün teki.Hem niye bazılarının ağustos böceği olarak doğduğunu söylemiyor. O zaman baştan boku yersin. Burada onu yazmamışlar.-----

----“2 yaşlı yoldaş yolda karşılaşmışlar. Biri demiş ki:
"—Bak komünizm hakkında söylenen her şey yalanmış.
—Evet, ama daha kötüsü de kapitalizm hakkında söylenen her şey doğruymuş."

Çok iyi film..

18 Aralık 2008 Perşembe

The stupid neither forgive nor forget; the naive forgive and forget; the wise forgive but do not forget. - Thomas Szasz

4 Aralık 2008 Perşembe

Ne güzeldir sabahın en erkenin işe gitmek istemez uykulardan uyanıp somurtkan huysuzluğu kan şekerinin düşük olmasına yüklerken sevgilinin hazırladığı kahvaltıyla karşılaşmak… ne güzeldir tek kelime etmeden koltuğa oturunca sıcak kahvenin en yakın sehpaya hazır edilmesi… ve ne güzeldir hiçbir beklentiye sahip olmadan o somurtkan yüzün şeytan çişli yanağına kondurulan sevgi dolu “günaydın” öpücüğü…

27 Kasım 2008 Perşembe

maalesef

Günaydın!
Maalesef hala uyku modundayım, uyanamıyorum bir türlü bugün. Bir rüya görüyordum, uyanırken rüyamı unutmayayım diye hayali post it’ler yapıştırdım beyin ekranıma ama, görünen o ki sadece yapıştırdığımı hatırlıyorum, içeriğini değil maalesef.
Bugünün teması maalesef olsun.
Maalesef bugün işe gitmek istemiyorum, maalesef yarın derse gitmek istemiyorum, maalesef … bugün yaşam dursun. Bir günlüğüne. Ben de bir güzel uyuyayım..

Naylon Türbanlı ile Gerçek Strateji

Bıktım bu adamlardan.

Seçimlerde oy kaygısı yaşayan ve türban için uzun zamandır aleyhte savaş veren C partisi bakar ki işler kötü, ufak bir hile yapar. 4 yıldır zaten Türban’ın kabulü ile ilgili bir algı dönüşümü yaşanmıştır ve toplumda ciddi bir “kesim” kendisini daha birey hissetmektedir, C partisi varoluş mücadelesi hile no 1 ile başlar:

Önce bir avuç türbanlı insan bulup eline para sıkıştırır ve C partisi grup toplantısına sokar. Sonra bir miktar parayı da bu durumu “fark etsinler” diye gazetecilerin eline sıkıştırır. Bir miktar para, bu yeni durum halka “yayınlansın” diye medya patronlarına, bir miktar da “sempatizan” olduğunu açık açık konuşacak yüzü gözü örtülü hanımcıklara –naylon türbanlı (bkn. naylon şirket)- kaçıverir.

Sadece bir miktar para ve bir ilkokul çocuğu stratejisiyle birkaç günde yürürlüğe giren plan sonucu, bu haberleri izleyerek “kendilerinden olanların C partisine sempati duyup desteklediklerine” inanan naylon olmayan türbanlı insanlar itinayla 2009 seçimlerine hazırlanır.

Gerçekten oluyor mu şimdi bu ya..

Yok artık..

20 Kasım 2008 Perşembe

Ağır Grip

Bugün çok zor geçecek gibi hissediyorum.
Dışarı çıkmaya çalışan bir şey var içimde. Sürekli boğuşuyoruz. Gücüm azaldıkça yüzeye yaklaşıyor ve derimi ısıtıyor. Gözlerim sulanıyor. Savaşıyoruz durmaksızın. Yaklaştıkça itmeye çalışıyorum onu içeri. Bir an önce uzanmak istiyorum, oysa gün yeni başladı. Burnuma saldırıyor, burun akıntım başlıyor. Ağzıma saldırıyor, dudaklarım kuruyor, çatlıyor. Ciğerlerim daralıyor.

Hiçbir nefes yetmiyor nefes almama.

1 buçuk saat oldu. 1 buçuk gündür elimde kılıç, savaşıyor gibiyim.

Düşmanın adı bu defa grip.

..olmasını diliyorum.

17 Kasım 2008 Pazartesi

Zihnin pijama hali

Yeşil gözlü Şutga çingenesi balkan göçmeni bir kadının eğitmenliğinde ilk araba sürüşüm olarak sarıldığım direksiyonda, yandan hızla geçerek yüreğimi ağzıma getiren sarı renkli bmw’ye okkalı bir küfür sallamak. Şok halinde küfrün ne kadar doğal çıktığına hayret etmek. öğrenilmiş bir davranış olup olmadığı üzerine düşünmek. Bu arada taktırdığı neonlara gülmek.

Bir önceki virajın nasıl dönüleceğini öğrendikten sonra bir başka sürücü adayının aynı pozisyonda virajı almak için titrek şekilde ter döktüğünü görünce dalga geçmek ve az önce kendinin yaşadığı gergin ifadeyle alay edebilmek için adayın yüzüne bakmaya çalışırken önündeki taksiciye çarpmaya ramak kalmak. Bmw’ye sallanan küfrün kendine sallanması, ses çıkaramamak.

Çingene kadının bir türkü tutturması, ayakla ritm tutmak isterken yol ortasında frene basmak. Fren pedalının hassasiyetine hayran kalmak. Çingene kadından küfür yemek.

Pazar günü mevlüde gitmek. Ölüm üzerine düşünmek. Ölenin yakınlarından başka geri kalan herkesin seremoniye iştirak ve bilmişlik taslayarak işlerindeki başarısızlık- idareci olamama duygusunu tatmin etmeye çalışmalarını görmek. Bunun belli bir yaş grubuna yapışmış olduğunu gözlemlemek. Bir küfrü de alkışlar eşliğinde kendilerine göndermek.

Eve dönmek, tv açmak, şarap koymak.

İçmek, içmek…

*Japon kadın, üç çocuğuyla birlikte masada oturmaktadır ve ben en küçüğü sevmekteyimdir. Kadın elindeki 12x12lik tahtayı getirir ve bana “Suntag’ı nasıl oynamak gerekiyordu, normal oynanmıyor, değil mi?” diye sorar. Suntag binlerce yıllık özel bir oyundur, zamanında yalnızca kayalar arkasında Japonyanın geleceğine karar veren uzun bıyık ve sakallı bilge heyetleri tarafından içlerindeki aşkınlığı ve içkinliği dengeye ulaştırabilmek için oynadıkları bireysel bir eğitim oyunudur ve oyun kesinlikle ne açık bilinçle ne de uykudayken oynanabilir. “Elbetteki hayır, onu ancak bilinç akışının en verimli olduğu zihnin pijama halinde oynayabilirsin” derim. Saçları tepeden topuz yapılmış zarif fakat cahil Japon kadın minnetle gülümser, elindeki tahtayı masanın üzerine koyar, önüme doğru iter.

4 Kasım 2008 Salı

Doğum Günleri

Üniversitede bir arkadaşım “insanlar doğum yıldönümlerindeki ayda güzelleşirler” demişti. Hatta düğün gününü doğduğu aya denk getirmek için neler neler yaptı. Buna epeyi gülmüştüm ama biraz beşeri gözlem yapınca hakikaten saçların daha parlaklaştığı, gözlerin ışıldadığını yakalamadım değil birkaç kişide. Belki de psikolojiktir. İlk defa bu doğum günüm için heyecanlanıyorum. Güzelleşmek ne demek bilmiyorum, lakin gözlerim ışıldamaya başladı. İlk defa minimalist ve mütevazi evimde benim için hatırı sayılır bir kalabalık oluşturan yargı damarı alınmış sevdiklerimle kutlayacağım doğum günümü. Balkon, sucuk mangal ve şarapla yeni yaşıma kadeh kaldıracağım. Yılların gücü beni büyütmeye yetmiyor, fakat sakinleştiriyor..

Bu arada ev hediyesi soranlara : J

*tepsi

*çekiç, çivi

*ilkyardım malzemeleri

*yumurta tavası (benim tava epeyi büyük)

*kül tablası (battı ortalık battı..)

24 Ekim 2008 Cuma

Bugün güzel bir gün…

İşe gelirken bindiğim otobüste ayakta kalmış olmama hiç sinirlenmedim. Onun yerine karum’un bahçe sulama fıskiyelerini görüp ışığın bu soğuk havada bile kırılıp gökkuşağı oluşturuyor olmasından mutlu oldum.


Mp3 çalar yerine telefonumun kullandığım radyosu aniden telefonun tüm şarjıyla birlikte kapandığında hiç bozulmadım. Onun yerine yan tarafta oturan okula giden çocuğun dizlerinin üstündeki kitaba ritm tutan ellerini parmaklarını izledim ve o sırada dinlediği müziği hayal ettim.

Gökyüzüne baktım otobüsün nefessiz pencerelerinden, günü düşündüm. Bir yalvarış bekliyorum, doğru. Haksızlığa uğradığına inanan her insan gibi, o günü bekliyorum. O günde güçlü ve metanetli durabilmek için bugün güçlü ve metanetli olmam gerekiyor gibi. Kendisi hiçbir zaman işe yaramadı. Varken tutunduğum gerçek hayallerimdi, bana hissettirdikleri. Yokken de hayaleti miras kaldı, yine kafamın içi. Ben onu hep kafamın içinde yaşamışım, ya da sadece kendimi.

“direnmenin anlamı yok, çünkü buna gerek yok” dedi iş görüşmek için gittiğim yerdeki adam, kahve falıma bakarken. Abzürd çakışmalar bunlar. Ne ara karşımda medyum kesildi anlamadım. Ama nokta atışı yaptı hep. Ben de direnmedim, inandım.

22 Ekim 2008 Çarşamba

Ya Allah, Bismillah, Allah'ım Kek Ver

21 Ekim 2008 Salı

"Adolphe"; Benjamin Constant (sy.84)

"o zamana kadar onun var olmasına ve kim olduğunu kendisine söylemesine kadınlar
yardım etmiştir."

16 Ekim 2008 Perşembe

Ahkam

Korku sinemasının psikanalitiği (yanda bir yerde linki var) kitabı beni psikanalizden soğuttu. Ayrıca eskiden korku filmi izlerken ne güzel korkuyordum. Şimdi o da geçti, beynimde diyaloglar oluşuveriyor: “o tabutu oraya koyduğuna göre ey yönetmen, şimdi sen benim bilinçdışımdaki hedeye oynuyorsun. Anlıyorum. Peki o kapı? Çocukluk döneminde genital organların keşfine denk gelen ve açıldığında cinselliğin getirdiği tüm kötülüğü simgeleyen o kapı? Hmm..”

Osya ben sinemanın düşsel olarak işlevini yerine getirmesini ve hiçbir mana-anlam sorgulamasına girmeden, kendimi dönüştürülmüş şekilde bulduğum kurgu aracılığıyla arzularımı doyurmasını istiyorum. Budur. Freudyan oldu ama.. napayım.

Atlas Deneyi -Denedik elektrikler kesildi.

Ah şarap.

Hala dünyanın karadelik tarafından yutulmasıyla, işe giderken önüme aniden açılacak zaman portallarını bekliyorum. Bir ay oldu, daha henüz tık yok. Neyse..

Bir de elektrikler kesilip duruyor ya.. Bizi mi kandırıyorlar nedir..

15 Ekim 2008 Çarşamba

Akhilleus ve Kaplumbağa

İki avuç içi kadar tabir edebileceğim yerde, akvaryumda yaşayan kaplumbağalarımın karakteristik özelliklere sahip olması beni her geçen gün daha da şaşırtıyor. Akhilleus bir bucuk yaşında artık. Geçen sene işyerimde kaybolmuş ve 2 hafta sonra kabloların arasında ortaya çıkmıştı. Aç susuz geçirdiği günlerde inatla yaşamaya direnmesi, yaşam mekanizmasının ve asabi yapısının ölüm karşısında aldığı inatçı duruşun bir göstergesiydi. Çok güçlüydü.

Sıkılmasın diye yanına zaman zaman başka yavrular aldım (Paris, Kibele, Athena) ve hepsini doğal seleksiyon sürecinde kaybettim. En son İnsula katıldı yanına.

Akhilleus, zamanında geçirdiği travmanın da etkisiyle sanıyorum, yem gökten yağmaya başladığında, insulayı kenarlara itip bütün yemleri kendisi yerdi. Ama ciddi ciddi, fiziksel irilik avantajını da kullanarak ite kaka tek bir yem bile bırakmazdı. İlk başlarda gülüp geçiyordum, doğal ortamlarında nasılsa dengelerini bulurlar diyordum, fakat aradan geçen aylarda Akhilleus serpilmeye devam etmesine rağmen insulanın gelişemeyişi dikkatimi çekip rahatsız etmeye başlamıştı beni. Henüz harekete geçmemiştim.

Bir gün yine yem zamanları geldi ve yeteri miktarda verdim, tam arkamı dönüp uzaklaşmak üzereydim ki, inanamadığım bir sahneyle karşılaştım. Akhilleus yemlere hırsla yüzüp yemeye çalışırken, oralı bile olmayan İnsula Akhilleusun bir bacağını yakalayıp resmen çenesini kilitledi. Yemler yanında yüzüyor, fakat itibar etmiyordu. Akhill önce hiç umursamadı bu durumu. Yemlere yüzmeye devam etti. Fakat bir şeylerin ters olduğunu da fark etti. Isırılan bacağını şöyle bi silkelemeye çalıştı, olmadı. İnsula bu defa kararlıydı. Ayağını cama vurdurup insulayı sersemletmeye çalıştı Akhill, olmadı. Kontrol insuladaydı artık. Sanıyorum epeyi debelendiler.

Şuanda mı? İnsula inanılmaz bir hızla büyüyor. İnanamıyorum.

Buralara nereden geldim..Vizyona girecek bir film adından. Film aslında Zenon'un; kaplumbağayla yarışa kalkan Akhilleus'un ona hiçbir zaman yetişemeyeceğini ileri süren paradoksunun film genelinde Ressam ve Akhilleus özdeşliğiyle (ressam da çağdaş resim akımını yakalayamıyor) ele alınmasıyla metaforlaştırılmış, eğlenceli olduğu iddasında bir film. Tabi kaplumbağam ve adı akhilleus olunca..

Akhilleus ve Kaplumbağa.

22 Eylül 2008 Pazartesi

Buy or Sell











Kodlama

İsviçre'deki bir şirketten arayan müşteriye kodlama yapıyorum:

"-(...) -i- for ipod, -V- for vendetta..."

Durum vahim...

17 Eylül 2008 Çarşamba

Odada, dizlerimi karnıma yapıştırmış, uyumaya çalışıyorum. Canavarlar benimle.

Hafif bir ıslıktan, yüksek uğultuya dönüşen rüzgar camları zorlamaya başlıyor. Sessizliğin çıldırtıcı bir sesi var. Kendim, kendime yetmiyorum. Yalnız olmaktan korkmak, yalnız olmadığını bilerek korkmaktan çok daha iyi. Ve şu anda yalnız değilim. Gözlerimi kapamaya korkuyorum.

Sabaha karşı iki. Dehşet bir dolu yağıyor. Pencerelere, duvarlara, zihnime her çarpışı, bir saldırı. Her tanede yüreğim hopluyor, canım yükseliyor da, çıkıverecek oluyor. Onlarca soğuk, buz tanesi, pencerelerimi delmeye çalışıyor. Tiz sesler çıkarıyor her defasında, sanki camı inceltiyor, inceltiyor, delecek. Sırada ben varım. Derimi delecek, kanımı akıtacak. Polisler beni bulduğunda çoktan erimiş ve ortadan kaybolmuş olacak. İz bırakmadan. Temiz ölüm. Ölümden korkuyorum. Ve yaşamaktan daha az değil. Rüzgar sınırlarımı zorluyor.

İnsanların uyanıp balkondaki eşyaları uçmasın diye içeri aldıklarını duyuyorum. Benim balkonumdan da sesler geliyor. Biri var, ya da sandalyeler.. Biraz daha giriyorum yorganın içine. Burnuma kadar çekiyorum. Gözlerim büyüyor, daha çok görüyorum karanlığı. Her yerde gölge kıpırdıyor. Her yerden ses geliyor. Canavarlar benimle.

Yatak sallanıyor, ya da ben titriyorum.

Dolu duruyor. Ben duramıyorum.

12 Eylül 2008 Cuma

Mistreated-Deep Purple

Ive been mistreated, Ive been abused.
Ive been struck downhearted, baby, Ive been confused
cause I know, yes, I know Ive been mistreated.

Since my baby left me Ive been losing my mind, you know I have.
Ive been lonely, Ive been cold.
Ive been looking for a woman to have and hold
cause I know, yes, I know Ive been mistreated.

Since my baby left me Ive been losing, Ive been losing,
Ive been losing my mind, baby baby babe.

Ive been mistreated, Ive been abused.
Ive been looking for a woman, yeh, Ive been confused
cause I know, yes, I know Ive been mistreated,
ooh o-o-oh.Since my baby left me Ive been losing, losing,Ive been losing my mind,
baby baby babe.


Ive been losing my mind.

6 Eylül 2008 Cumartesi

Doğuluyuz, deriniz.

Gelişimin bize getirdiği şey, bir batılı yaşam tarzına sahip olunabileceğini, ve "batılı"nın ne olduğunu öğtermek oldu. İlginç olan, batılı gibi yaşamayı öğrendik, ama, bilgiyi bir "doğulu" gibi işliyoruz. Duygularımızı tutkuyla, bilgiyi en insan öğeleriyle harmanlanmış şekliyle yorumluyoruz. Batının mekanik öğretilerini, kendi kültürel birikimimizle sorguluyoruz, asla sahip olmadıkları.

Duygularımızda sonuna kadar açığız. Sevgi doluyuz. Sevgiye hürmet ediyoruz. Biz, gerçekten SEVİYORUZ.

İnsan olmak, anlamı aramak demek. Değerler anlamı anlamlı kılıyor. Bizim asla yapmayacağımız ihanet algımız, bencilliğimizi diğer insanlar söz konusu olduğunda yok sayabileceğimiz bir kültürel genimiz var. Değerlerimiz var. Ve insan sevgimiz.

Bunlardan feragat edemeyiz. En temel farkımız, bu.

5 Eylül 2008 Cuma

Cevizim, ağacım..

Tazecik yapraklarını genç kız memesi gibi göğe kaldırarak sallayan, rüzgara çiçeklerle ritm tutmayı bana da öğreten ceviz ağacım birkaç gündür havası alınmış balon gibi mahzun. Önce renklerindeki canlılığı teslim etti mevsime, sonra kuşlar terk etti birkaç günlüğüne. Ben ona ihanet etmeyecektim. Biz bize kalmıştık, laflıyorduk yenilerde. Ben anlatırım o titrer, ben anlatırım o dinler… O titrer ben dinlerim, o anlatır ben titrerim. Sohbetimizi kendisine sırnaşan kediler böler olduğunda, sütlü ekmek vermemi fısıldayan da oydu. Gece soluksuz uyandığımda beni sakinleştiren de.

Bu sabahın erkeninde balkona çıkıp laflayalım diyordum, kuruması için astığım çamaşırların arasından geçtim, sigaramı alıp kapıyı açtım.
Kuşları gördüm. Geri gelmişler.

“çıt çıt, çıt, çıt çıt çıt”

Yapraklar her çıtlamada dökülüyor, zayıflıyordu can yoldaşım.Vücudu kemiklerine yapışmış gibiydi şimdi cevizim, ağacım… Dayanamadım seslere, damlalar hücum etmek üzereydi gözlerime. Aylarca kendisine ötüşleriyle methiyeler düzen kuşlardı onlar, ölü yiyicilere kanmış olamazdı ağacım.

İhanete uğramış gibiydim. Çok sevdiğim birini hiç beklemezken kaybetmiş gibi.
İzledim, izledim… Dakikalarca. Ondakikalarca…

Ve, garip bir duyguya sarıp sarmaladı beni. Sanki kuşlar acı vermiyor, rahatlatıyorlardı onu. Ne hışırdıyor, ne ters bir tepki veriyordu. Sedyeye uzanmıştı, her şeyin iyi olacağı, metanetli durması öğütlenmiş bir çocuk gibi gözlerini kapamış, nefes almadan bekliyordu. Kuşlar leş yiyici olmaktan uzaktı –ne kadar zalim olabiliyorum, bazen- son görevini sağduyuyla yapan ailesi gibiydi kuşlar... Büyük bir aileydi onlar. Doğa ananın çocukları. Geçirmesi gereken değişim için hazırlıyorlardı onu. Hava soğuyacaktı, kış gelecekti. Karda buzda yaşamaya, var olmaya devam edebilmesi için saklayabildiği kadar yaşam saklaması gerekiyordu dallarında. Benim hışırtısını bencillikle kendime saklamak istediğim yaprakları onu zayıflatacaktı eğer onlardan kurtulmazsa. Artık mevsimler hızlı geliyor. Ve kuşlar sadece yardım ediyor.

Bilemedim ki her mevsimde öldürüp her mevsimde yeniden hayat veren doğa, hiçbir canlıyı yalnız bırakmaz bu kayboluşlarda…

Sigaramı bitirdim, kurumuş çamaşırları topladım, gerisin geriye ıslak gözlerimi silmeye, eve girdim.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Doğru'nun Kraliyeti

Mantık; Doğru’nun güvenilir baş veziri, Duygu ise şımarık küçük veziridir. Mantığın katılığı, doğruyu besleyen seçimlerin keskinliğindedir. Duygu’nun şımarıklığı, pembe baloncuklu dünyasındaki saflığındandır. Vezirler bilge oldukları için görevdedirler, fakat duygu zaman zaman iktidara oynar. Oyun olarak algılar hayatı, bunu dayatır insanın Doğruluk kraliyetindeki itibarına. Mantığı bağlar, ağzına mendil tıkayıp odaya kilitler. Doğru’nun, gözlerini ise en güçlü iksiriyle kör eder, yanlış aşktır bu, ve tüm kraliyeti sonu olmayan fetihlere taşır. Duygu mantıksız, toy, cahildir. Her şeyi her zaman yüzüne gözüne bulaştırır. Yanlış; yapışsa da doğrunun ışık saçan bedenine, kaplasa her zerresini ve örtse de aydınlığını, doğru efsunlansa, etraf kararsa ve ışığın yansımadığı renkleri farklı görünse de dünyanın , Yanlış kabuk kabuk kurur elbet zamanı gelince ve dökülür pul pul irinini akıttıktan sonra toprağa.

Doğru, ihtişamıyla ortaya çıktığında, Duygu en ağır acıyla cezalandırılır, haklı acıdır bu. Kraliyetin saflığını koruyabilmesi, duygunun acıyla terbiyesine, kendisiyle hesaplaşmasına bağlıdır. Her şeyin bedeli vardır, ödenmek zorundadır. İnsan mantığı beslemeli, doğruya güvenmeli, duyguyu terbiye etmelidir. İktidar oyunu tehlikelidir. Can yakar. Taşkın bir oyundur bu, Duygu ağlar.

İnsanın Sonuçtan başka haberi olmaz kraliyette neler olur biter.. Ama ceremesini bizzat çeker.

Olgunluk ise.. asil, saygıdeğer, baştacı. Belki tek kudret, yanlışı kurutan.

Şu önemliydi, hem de çok:
Bir insanın yanlışlar içine düşmüş olması, doğru’dan vazgeçeceği anlamına gelmez.


Ben, teşekkür ederim...

12 Ağustos 2008 Salı

Gece



Gece. Nefes alamıyorum.

Nefes alamıyorum, sıcaktan mı bu? Sırtüstü yatmak iyi gelmiyor, düşüncelerim beynimden çıkamıyor sanki, yerçekimi hepsini kafatasıma yapıştırıyor. Yapış yapış terliyorum.

Yanımda yatıyor. Yabancı artık. Onu tanıyor muyum? Birini tanıyabilemezsin ki. Onu tanımıyorum. Tamamen yabancı biri olarak yanımda yatıyor. Nefes alışlarımı takip ediyor, uyumamış, uyumuyor. Neden uyumuyor? Nefes alamıyorum, nefesimi tutmaya çalışıyorum. Gözlerim perdenin tam örtemediği aralıktan sızan ışığın aydınlattığı yeni mobilyalarıma yansıyor, o karanlıkta gözümü acıtıyor. Ne kadar sahiplenemediğimi hatırlatıyor. Yattığım yatağa yabancılığımı pekiştirerek.

Güm, güm sesler beynimi patlatmak üzere. Gecenin bu saati, diyorum, beni rahatsız etmeye ne hakkınız var bu gürültüyle, söyleniyorum. Boncuk boncuk oldum, kalbim gümlemeye devam ediyor. Düşünmeden edemiyorum. beni mutlu eden herşey, her şey bir illüzyon.

“iyi misin bebeğim?”

Daha derin nefes alıyorum, daha da derin, olmuyor. Şakaklarımdaki damardan barajlar çatlamaya başlıyor.Kanım dakikada 400 kere atıyor sanki, insanlıktan çıkmak üzereyim. Ölüyorum.

“iyiyim, iyiyim..”

Nefret sızıyor damarlarıma, sinirleniyorum. Sırtımı dönüyorum, sol kolumun üstüne yerleştiriyorum başımı, yastığı da reddediyorum. Daha beter sinirleniyorum. Kolum sırılsıklam oluyor, karıncalanıyor. Sinirime hakim olamıyorum, şimdiye kadar bilinçaltıma giren 3.sınıf ucuz cinayet filmlerinden birinde hissediyorum kendimi, bıçaklı hayal ediyorum ellerimi. Katil oluyorum hayalimde, sessizce öldürmek istiyorum. Bıçağın çeliğine azizler gibi saygı duyuyorum. Kutsal amaçla gönderilmiş her şey saygıdeğerdir, diyorum. Tatlı tatlı sırıtmaya başlıyorum. O sırada hayalimdeki elim terliyor, bıçak kayıyor, beynime saplanıveriyor, kalbim nihayet duruyor, dinleniyor.

Aydınlanma için Salatalık Yemek

Hayatımdaki en büyük kararsızlıklarımda salatalık hep yardımıma koşmuştur ve bana fikir vermiştir.

Ne zaman ilhamım kaçsa hemen salatalığa sığınırım, bir ısırık alırım ve ilham gelir, çünkü salatalık bana fikir verir.

Bildiğim bütün devrimciler bütün kararlarını salatalık yerken almışlardır.

Salatalık bütün bilim insanlarının, bütün mucitlerin, bütün liderlerin en büyük fikir vericisi olmuştur.

Eh, bu durumda, El-Kaide'nin Irak'ta kadınlara yönelik satın alma yasağı getirmesini hiç yadırgamıyorum. Mazallah, bu salatalıklar mutfakta salata yapan zavallı kadınlara fikir filan verir, birden (salatakık bu ya) ayaklanırlar, şu olur bu olur... Kadınlara düşünmek de yasak, pek muhterem fikir verici (.) salatalık da.




http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Irakta_kadinlara_salatalik_yasagi_193283_1&tarih=12.08.2008&Newsid=193283&Categoryid=30
Irak'ta kadınlara salatalık yasağı
Terör örgütü El Kaide'nin Irak'ta uyguladığı sert İslami yasaklar Iraklıların örgüte olan desteğini geri çekmesine neden oluyor. El Kaide, kadınların "fikir verebilen" salatalığı satın almasını bile yasakladı.


DIŞ HABERLER
İngiliz Daily Mail gazetesinin haberine göre Irak'ta sıkı İslami yasaklar uygulayan El Kaide örgütü, Arap aşiret liderlerinin desteğini yitiriyor. Örgüt, son olarak salatalık gibi "fikirler verebilen" sebzelerin erkek, domates gibi sebzelerin de kadın olduğunu öne sürerek, kadınların salata satın almasını yasakladı. Yani ülkenin birçok yerinde artık sadece erkekler salatalık satın alabiliyor.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Çay mı, Kahve mi, yoksa Kitap mı Alırdınız?

Odacılarım hep mi ilginç, seçme insanlar olmak zorunda yarabbim? insan çeşitliliğine hayran kalıyorum, bazen tüylerim ürperiyor. Kimden ne öğreneceğimiz belli değil. 25 seneyi devirmeme az kaldı, ama geri dönüp baktığımda en özgün insanların en önemsiz addedilen işlerde çalışan insanlar olduğunu fark etmek korkutmuyor değil beni. Bu insanlar bozulmadan kendilerini bilgi kirliliğinden nasıl koruyabilmişler?

Örneğin kendisiyle yalnızca çay-kahve bahsiyle muhatap olduğumuz şu anki genç odacım beni gözüne kestirmiş olacak ki geçen gün ben merdivenlerden inerken “-şey pardon, birkaç dakikan var mı?” diye durdurdu beni. “tabiî ki, neden olmasın” dedim. “Kuantum nedir?”

Kem küm derken zaman yolculuğuydu, quarklardı, bir yanıp bir sönen yandığı anda var söndüğü anda acaba nerde olan fotonlardan dilim döndüğünce bahsettim. Bunun boyutlarla bağlantılı olabileceğini, zamanın bükülmesini anlattım. İlgiyle dinledi, “deneyler C.E.R.N’de mi yapılıyor?” diye sordu.Dan Brown hatmi vardı belli ki. Eheh, yine gevelemeye başladım. Deneylerin hep yapıldığını, bunun yeni bir şey olmadığını söyledim. 60lardaki rainbow projesinden bahsettim. “hmm..” Sonra cümlemi tamamlamamı bekleyip, verdiğim bilgilerden ötürü teşekkür etti, işine geri döndü.

Etkilenmiştim. Özellikle ilgisinden. Merakından. Aradan geçen bir haftada kendi dertlerime daldım, bu hadiseyi unuttum gitti.

Öğle arasıydı. Yemeğimi yemiş, kitap okuyordum. Rahatsız etmemeye çalışarak yaklaştı. “ne okuduğuna bakabilir miyim?” Elimde “Ölümsüz (Disipline)” var. Uzattım. Kısa bir gözden geçirmeden sonra ilginç olup olmadığını sordu. Paralel boyutlarla ilgisi olan fakat biraz piyasa kitabı olduğunu söyledim. Öyle sorular sordu ki, kendimi çoklu paralel evrenler hakkında gevelerken buldum. Reenkarnasyonu paralel evrenlere bağlayarak konuyu kapadık. Harika bir öğle arasıydı, bu kızın iştahı beni kendimden geçiriyor.

Bir başka gün, çay verirken ona çarptım ve bardaktan fırlayan kaşık havada birkaç kez salındıktan sonra yere düştü. Refleksim kötüydü, tutamadım. Güldü ve “zorlama kendini, olur böyle şeyler. Hiçbirimiz bir profesyonelin reflekslerine sahip değiliz. Ben Şibumi diye bir kitap okumuştum…” diye başlayınca koptum artık. Şibumiyi bile okumuştu.

Üstüne yürüdüm, sıkıştırdım. “konuş!” dedim, korkuttum. Konuştu.

Popüler kitaplardan klasiklere, beyaz serilerden Nobel ödüllülere kadar inanılmaz geniş bir kitap yelpazeye sahipti. Üstelik bir kitabı beğendiği zaman özellikle aynı yazarın başka kitaplarına yöneliyor ve bir süre sonra yazar hakkında konuşacak birikime sahip oluyordu.9 yıldır eline ne geçerse okumuş. Ve öyle hızlı okuyor ki, bir haftada 500 sayfayı bitirmekle kalmıyor, başka kitaplar istiyor.

Kalakalmıştım. Artık kimin kimden bir şey öğreneceği meçhulleşmişti. Anlattığı şeylerden de etkilenmeye başladım, kitap ödünç istedim. İşte o zaman gülümsedi, ince derisinin yüzeye yakın damarlarına kan hücum etti, parça parça pembeleşti. “Bende hiç kitap olmaz..” dedi. “genelde buradakilerden ödünç isterim, okuyup, geri veririm…”

Aldığım derin nefesi uzun uzun verirken “Amaan..” dedim içimden.. “bende var da noluyor…”

5 Ağustos 2008 Salı

Pagan Düğünü [Bölüm 2]

Davetliler ilk kadehlerini bitirmişler, gözleriyle organizasyonda bir hareketlenme arıyorlardı ki mevsimin en tatlı turuncu ve beyaz açelyalarından örülmüş çiçek geçidinin başında göründü Gratchella. Karlar kadar beyazdı teni, saçları açık kumral, yer yer gümüş sarıydı. Başının yanlarından incelikle tutturulmuş papatya tacı, hafif dalgalı saçların bir parçası gibi duruyor, narin yapılı bukleler yaprakların yanından dökülüyordu. Sarı yaldızlı bir kuşak vardı hem belinde, hem de aynı yaldızlı parıltıdan boynunda.

Parlayan gözlerini iri iri açarak çiçek-kapıdan geçti, pembe gülümsemesiyle herkesi büyüleyerek birkaç saniye etrafa baktı. Buna inanamıyordu, bu mutluluğa, bu doğaya şükran ayinine dönüşen kutlamaya inanamıyordu. Her şey hayalindeki gibiydi, her şey rüyasında gördüğü gibi. Parça parça gördüğü rüyalardaki sembolleri birleştirmek düşmüştü ona sadece. İnsanların gördüklerinden heyecanlanmayı seçmediği detaylardan ilham almış, bu muhteşem kutlamayı yaratmıştı. “Tam olması gerektiği gibi..” diye düşündü. Bu onun hayal gücü değil, doğanın olması gerekeni ona gönderdiği ve onun da doğru okuyup uyguladığı şekliydi. Taşları doğru şekilde resme yerleştirmiş, gerisini doğa halletmişti. Şükretmeliydi.

Yanında ruhunun diğer yarısı, el ele tutuşarak ve davetlileri selamlayarak çakıl taşlarıyla döşenmiş yolda birkaç adım attılar.. Bu onların yeni hayatlarına attıkları ilk adımdı. Mesafesi küçük, anlamı büyük. İnsanlar sessizleşmiş, yeryüzünde bir tanrı ve tanrıça görmüşçesine büyülenmişlerdi. Bir bütündü manzara, bir bütündü elbisesinin tülleri. Gelinlik kavramı kendisini çoktan zarif beyaz dantelli ipek varaklı elbiseye bırakmıştı. Derisi olmuştu parıltılar, saçları olmuştu papatyalar. Doğanın kendisi olmuştu Gratchella. Büyük aşkla sevgilisinin gözlerine kaydırdı gözlerini.

Hiçbir şeyden etkilenmeyen bir tek çocuklar vardı. Koşarak çığlık çığlığa oyunlarına devam ediyorlardı. Gelini gördüklerinde kimsenin nefes almaya dahi cesaret etmeden manzarayı sindirmeye çalıştığı o sessiz anlarda kalabalığı kahkahalarıyla yarıp gelinle damatın yanına geldiler. Bir kız çocuğu, büyük ihtimalle oyunda kovalanan kurbandı, koşarak gülümseyen sevgi yumağının kucağına zıpladı ve boynuna sıkıca sarıldı. Gratchella yumuşakça sardı çocuğu, diğer çocuklar çoktan etrafında dört dönmeye başlamışlar, kısa boylarına içerlemeye başlamışlardı. Ufak bir şoktan sonra herkes gevşedi ve alkışlamaya başladılar. Asil arp müzisyeni kaldığı yerden çalmaya devam etti.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

sorgulamalar..

Bugün güzel bir gün. Özellikle güne mini mini elleri yumur yumur ayacıklarıyla pembeler içinde uyuyan bir prenses görerek başladığım için, daha güzel.

Fotoğrafçılık bende iyide iyiye dikkatimi toplamamı sağlayan, hayata bağlanmamı, tutunmamı sağlayan bir aktivite haline gelmiş olmasına karşın, 365 güne sadık kalamayışım, her güne bir fotoğraf koymama durumu beni rahatsız etmeye başladı. O yakalarsın diyor, fakat yakalayabilmem için keyifli olmam lazım ve bu da sadece kendimi evle ve hayatımla bağlantıya geçtiğim anlarda kapımı çalan bir duygu. Kendi içime çok döndüm, yine.

Tatsız bir sabah iri iri açılmış mor ve kanlı gözlere eşlik eden dehşetli bir ifadeyle söylenmiş “Nasıl, rüya ile gerçek farklıymış, değil mi?!” çığlığının ne tiz titreşimlerini çıkarabiliyorum zihnimden, ne de o korkunç yüzün vermeye can attığı mesajı. Eskiden olsa bu tartışmayı “her güne bir dehşet” başlığı altında toplar, alışmışlığın kayıtsızlığıyla çok da etkilenmemiş olurdum, fakat durağan bir huzur ve neşenin ardından gelen can yakma arzusuyla kavrulmuş kıvamlı tepkiyle bir anda karşılaşmak, fotografik hafızayı canlandırdı, ürküttü. Belki de ifadeden çok mesaja takılmalıydım. Ama yapamadım. Bu defa görsellik, kelimelere ağır bastı, beynime kazınıverdi. Ve düşününce, farklı olan rüya ve gerçek değil, insanlar. Hayalimde kurduğum her şey geliyor, fakat hayalime dahil olmayan duyguları da beraberinde taşıyor. Farklı olan o, farklı olan benim.

Bunu ne kadar sorgulayabilirim…?

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Pıt

Dün anneme uğradım, evde kardeşim. Sohbet ediyoruz. Canlı izlediğim AKP kapatılmadı haberini anlatıyorum. Kardeşim umarsız sırıtışlarla dinliyor.

"-Yani nihayet sonunda parti kapatılmadı, ama Orkuncum partiye büyüüük bir ihtar vermişler, sözde."

"Hmm, büyük ihtar ha? Ne yapmışlar, burunlarına "pıt" mı yapmışlar???"

21 Temmuz 2008 Pazartesi

What Dreams..

Uzun, upuzun beyaz tüller asmışlar gökyüzüne. Beyaz tüller, öyle uzun ki, uçurtmaların ulaştığı en yüksek yerden aşağıya kadar iniyor ve zarafetle dalgalanıyor. Her tül öbeğinin etrafında insanlar var, uçuyorlar. Beyaz elbiseler giymişler, tülle oynuyorlar. Çocuklar da var, tüllerin arasına saklanıyorlar, oyun oynuyorlar. Onları izlemek çok hoşuma gidiyor. Esnek vücutlu ip gösterileri yapan kadınlara her zaman vücut hâkimiyeti ve kas gücü bakımından hayranlık duymuşumdur. Beyaz kıyafetli kadınlar da vardı, bacaklarına tülü dolayıp ellerini bırakarak dalgalanan.

Yatmadan önce “What Dreams May Come” izlemiştim. Oradaki Marie’nin evreninden etkilenmiş olmalıyım. Operacı uçan Romalı kadınlar, suyun üstünden uçarak kayan çocuklar, anfi tiyatro merdivenleri. Güzel bir cümle vardı:

“Fiziksel olan illüzyondur, zihnindeki ise gerçek. Çelişkili görünüyor değil mi?”

Uykuya dalarken, acaba benim zihnimdeki ölüm sonrası evren neye benziyor sorusunu düşünüyordum...

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Dava [Bölüm 2]

(…)

Kendimi, gülmemeye zorlayarak “merhaba” demeye çalışırken buldum. Suratsızdı. O sırada daha önce bana ulaşabilmek için defalarca küfür ettiği arkadaşım içten gülümsemesiyle ona yaklaşıp onu yanaklarından samimiyetle öptü. Kendisini iyi hissetmeye ihtiyacı olduğunu hepimiz fark etmiş, sözsüz bir anlaşmayla ona yardımcı olmada işbirliğine varmış gibiydik. Bu da tokadı yediğinde diğer yanağını çevir zihniyeti olsa gerek.

Fakat beni daha çok eğlendiren bir şey oldu, şoka girdi. “Sürüden olmayacağım!”
nidaları atmaktan kulaklarının zarını öyle onulmaz şekilde patlatmış, bilinçsiz
düzeyde ördüğü hapishanenin öylesine farkında değil durumdaydı ki, bir insanı
değerli kılan erdemlerden biri olan olgunluğu algı sözlüğünden çoktan silmişti
ve bir insanın onca hakarete rağmen içten bir gülümsemeyi sakınmamasını idrak
edemiyordu. Kendisinden sağlanacak materyal fayda ilişkisinde olmuyor
oluşumuz, bu içtenliği yapmacıklıkla karalamasını da engelliyordu. Şaşkınlık
duygusu sempatik sistemini felç etti, mimik kullanmaya korkar vaziyette dondu
kaldı. Hep söylerim, hayat dersinin insanın karşısına nerede, hangi ortamda
çıkacağı belli olmaz. Hele de keşfedilecek milyonlarca ders varken.


Yanına oturdum. Aslında kendi heyecanımı bastırmak için konuşma girişiminde bulundum, savunma mekanizması harekete geçti. Benim kontrol de pamuk ipliğine bağlıydı zaten, onu doğru anlamama rağmen kalp atış hızıma yetişemiyordum. Burnuma onun yanına giderken sürmeyi adet edindiğim parfümüm gelip bana saflığımı hatırlatmasa, hiddet duyguma hakim olamayabilirdim. Yer değiştirip, karşısına geçtim. Meydan okuma.


Uzun dakikalar boyu farklı açılara baktık, farklı açılara baktığımızı göremeden. Merak duygusuna yenilip yan bakışlar devreye girene kadar geçen saniyeler boyu neler yaptığımızı bilmiyorum. Aklımdan neler geçtiğini. Tek hatırladığım, geçmişte kalması gereken bir geçmişin çoktan tozlu raflarda yerini aldığıydı.

Başarısızlık akıyordu paçasından, depresyon kokuyordu ağzı. Keşke geçici dövme
olsaydı depresyon, kim ya da kimler tutup yapıyorduysa o dövmeyi, yıkandıkça
aksaydı. Temiz deri nefes alabilseydi yeniden. Temiz bir deri olsaydı. Ondaki
depresyon dövme değildi, bir et beniydi. O, et beni olarak dünyaya gelmişti. Ne
depresyonu sorgulayabilir, ne kurtulabilirdi. Et beniyle oynamak, ölüm
demekti. Yaşamak için kendisini asla sorgulayamamakla lanetlenmişti.
O anda anladım. O anda anladım neden ona kendisiyle ilgili bir şeyler göstermeye
kalktığımda kulaklarını tıkadığını. O anda anladım neden “kendi gibi olanı”
aradığını sandığını. Kendisini anlamaya çalışmaktan uzak yaşamasının sebebini.


Kendisini çözme lüksü yoktu ki. Kendisinde keşfe çıktığı her yol, et benini
sıkmak demekti. Kendisini araştırdıkça ben kansere çevirecek, ölümünü hazırlamış
olacaktı. Bu nedenle başkalarını anlama konusunda ustalaşmış, bu nedenle
“insanı” sorunsal haline getirmiş, bu nedenle “kendi gibi olmayanları”
mütemadiyen aşağılamıştı. Hayatın asla tadamadığı lezzetlerine bakıp
masturbasyon yaparak zihninde onları aşağılamaya çalışması, böylesine derin
varoluşsal bir sorunla başa çıkma yolundan başka bir şey değildi! Bu
nedenle depresyonu dönem olarak yaşayan insanları değil, doğuştan depresif olan
insanı arıyordu. Kendisini deşmeden “hangi türe” ait olduğunu belki başka
bir et beni olarak dünyaya gelmiş insandan öğrenecekti. En temel düzeyde, kendi
sonuna sebep olmadan, kimliğini bulmaya çalışıyordu!

Ben elinde neşter, yüzünde gülümsemeyle ona yaklaşıp “gel bakalım bu kostümün altında ne var” demiştim. Benden nefret etmesin de, kimlerden etsindi?


Eh, açıkçası, başarılı bir ameliyat yapabileceğime inanmıştım, fakat durumun vehametini onun hipnoz etkisi yapan et kokusundan uzaklaşınca görebildim, o anda, soğuk mahkeme duvarları arasında mübaşirin sesini beklerken.

Cesaretimi düşündüm, en cahilinden. Tıbbın çaresiz kaldığı vak’alara bir elimde kitap bir elimde neşter ve dezenfektan olarak da kendimi alıp “ben bunu hallederim!” şeklinde dalmaktan vazgeçmem lazım. Bazen iltihap mikrop kapmazlığımı eritecek kadar büyük, irin beni hasta edecek kadar iğrenç olabiliyor.


Bu yazıyı her okuduğumda vicdanım sızlayacak, biliyorum.
Susmam lazım.

4 Temmuz 2008 Cuma

Haberler, Önemli!

Bugün Cuma. Bir “haftanın son iş günü” haber programıyla yine karşınızdayız sevgili seyirciler.

Gündem turumuzda ilk sırayı çalışan kızımızın kafasındaki fil orkestrasının çevreye verdiği zarar işgal ediyor. Vurmalı çalgıları büyük bir şevkle zıplayarak çalan orkestra üyeleri beyinde sarsıntı meydana getirmek üzere olduğu için Kafatası tarafından çalma izinleri iptal edildi. Ayrıca kulak zarındaki yırtılma sinyallerine “kulak asmadıkları” için Orta Kulak Birimi tarafından uyarı aldılar. Üye filler kendilerine hakim olamadıklarını, bazı sabahlar çalma isteğiyle uyanıp beyni tüm gün çalışmaz hale getirdiklerinin farkında olduklarını ve bunun için bedenden özür dilediklerini içeren yazılı basın açıklaması yaptılar. Ne zaman duracakları merak ediliyor.

Bugünün öne çıkan bir diğer haberi de Hipotalamus’tan geldi. Sabah tüm sistemin uyanmasına yetecek kadar adrenalin salgılamadığı, el altından olmadık anlarda piyasaya sürdüğü ve bu şekilde haksız kazanç elde ettiği iddasıyla iş Verimi Birimleri tarafından yönetime şikayet edildi. İş Verimi Birimleri Konsantrasyon depolarının çalışmaz hale geldiğini rapor ederken, söz konusu adrenalinin birkaç gün boyunca gece de salgılanması ve hipotalamusun kendilerinde meydana getirdiği zararın bu şekilde telafi edilmesi talebinde bulundular. Adrenalin saklamakla suçlanan Hipotalamus, iddiaları şiddetle yalanladı. “Bu tür iddialar itibarımızı zedelemek için oluşturulan karalama kampanyalarıdır. Halkımızın da bildiği gibi bedenin dışarıda taşınması gerçekleşmiştir ve Alışma birimleri devreye girene kadarki motivasyonu sağlamak amacıyla depolarımızdan maalesef fazla miktarda adrenalin salgılamış bulunduk. Göz birimi elimize bazı manzara görüntüleri yolladığında çalışanlarımız elinde olmadan adrenalin salgısında bulundular. Bu nedenle bu hafta adrenalin kısıtlamasına gidilmiştir, durum budur.” Şeklinde açıklamada bulundu. Birimler salgı kayıtlarını inceleme altına aldı, soruşturma sürüyor.

Beyinden haberlerle devam ediyoruz sevgili seyirciler. Bilim nöronlarınca “çeviri” adı verilen yeni bir tür keşfedildi. Gözlem altına alınan tür, gelen haberlere göre miskin davranışlarda bulunuyor, bol bol adrenalin içip sarhoş oluyor ve oksijen barlarında olay çıkarıyor. Sitoplazma ve hücre halkı durumdan son derece rahatsız. Saat 11:00 am sularında bir grup gösterici “daha fazla çeviri istemiyoruz!” başlıklı pankartlarla Beyin binası önünde eylem yaptılar. Yetkili makamlar bu Tür’den çalışma anında yüksek verim aldıkları ve sağlanan faydanın zararları telafi edebilir nitelikte olduğunu, bunun için halkın biraz daha anlayışlı olabileceğine inandıklarını anlatarak, halklara hoşgörü çağrısında bulundular. Bundan sonraki gelişmeler merakla bekleniyor.

Bugünün gündemini dinlediniz, ben muhabiriniz Bilincin Gözlemcisi, hepinize iyi haftasonları diliyorum. Bizden ayrılmayın.

1 Temmuz 2008 Salı

Pilotlar Neden Tok Karna Uçmaz

Nefis bir akşam yemeği yenmiştir ve aile fertleri koltuklara yığılmaktadır. Herkes sindirime odaklanmışken, yemekten önce Flight Simulator x oynayan kardeş gözlemde bulunur:
"-Pilotlara uçuştan önce yemek yedirmemelerinin sebebini buldum."
Abla alıştığı üzere kardeşten merakla bilimsel bir cevap bekler.
"Sahi mi? Nedir?"
"-Çünkü insan yemek yedikten sonra uçak uçurmak istemiyor..."

Koruyucu-Kral : [KOKU]

Dünyanın koruyucu ruhlarından biriyle tanıştım dün gece.

Yerli yaratık-gerillaların kapattığı bir hapishane gibi bir yerdeydik. Yeşil ve sarı kumun birleştiği, vaha gibi bir yer. Aynı zamanda zaman ötesi bir şeyler hissediyordum. Zaman yoktu, belki binlerce yıl ileriye gitmiştik, belki de zamanın hiç var olmadığı bir yere.

Tünel kazmaya başladım.

Devasa, kurşun geçirmez bir taşıma aracı kullanıyordum. Araçla birlikte ellerimle kazdığım tünele girdim ve ter içinde aracı ışığa doğru sürdüm. 3-4 kişiydik, çıkışa kısa zamanda vardık. Lakin kapıyı açtığımızda gördüğümüz manzara umut kırıcıydı: Yaratık-gerillalar ellerinde ihtişamlı silahlarla çıktığımız deliğin başında bizi bekliyorlardı. Bütün namlular bize doğrultulmuş, bütün iğrenç iştah salyaları taze etimizin harekete geçirdiği açlık duygusuyla akıyordu. Manzara kötüydü: yüzlercesine karşı 4.

Yinede sonuna kadar savaşacaktık, yaşayan son zerremize kadar direnecektik, ölüm direncimizi kırmaya çalışıyor olabilirdi, karşımıza yüzlerce yaratık gerilla çıkarıp kareyi dondurup eliyle “nanik” yaparak ortalarda kahkaha atıyor olabilirdi, ama sadece kendini alçaltıyordu. Asla teslim olmayacaktık. Hayat uğruna mücadele edildiği zaman değer kazanıyordu, ölme anında bile ona değer katarak ölecek, sonsuzlukta yankılanacaktık.

O anda bir şey oldu. Bir şey, ne olduğunu göremedim. Bütün yaratıklar ellerindeki silahları bile fırlatıp Ejderha görmüş Orc gibi kaçışmaya başladılar. İki ayaklı yaratıklar dört ayakla koşuşuyorlardı. Yüzlerinde beliren korku beni endişelendirmişti. Kim geliyordu? Ya da…NE? Belli belirsiz toparlandık. Yerdeki silahlardan birine davranacak oldum, ama vakit kalmamıştı. Gelmişti. Gerilmiştik.

Karşımda gördüğüm şey karşısında biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Yaratıkları korkutacak bir canlı, onlardan çok daha korkunç olmalıydı benim mantık zincirime göre, ama karşımda uzun boylu, sarı saçlı, hafif sakallı ve yakışıklı sayılabilecek biri duruyordu. Öylece kalakalmıştım.

Nazikçe kendisini takip etmemi istedi.

O önde, biz arkada, kraliyetine doğru yola çıktık. İki tane yardımcısı vardı, pon pon zıplayan pufuduk canlılar. Çok sevimli ve zararsız görünüyorlardı, ama savaş zamanı ne çeşit bir Pokemon canavarına dönüşeceklerini Tanrı bilirdi. Uzaktan uzaktan “sevimli” diye sevdim. Benim aklım, bu tuhaf kraldaydı.

Onun “mekanına” vardığımızda kendimi çok güvende hissettim. Nazikti, bize yiyecek içecek ikram etti. Aynı zamanda çabuk sinirlenen ve çabuk sakinleşen bir yapısı vardı. Yardımcılarını çağırıyor bağırıyor, bir şeyler istiyor ve hemen yapıldığında da yumuşayan yüz hatlarıyla en yumuşak sevimli ve kibar canlı oluveriyordu. Sohbet etmek için diğer odaya geçtik.

Koltuklarımız yakındı. Birden etrafı koklamaya başladı. “bu.. bu koku…mmm..snıfff…muhteşem..” Düşünüyordum.. Ne çeşit bir canlıydı bu? Ne çeşit bir özelliği vardı hakimiyet gücü veren? Yüzlerce silahlı vahşi yaratık, öylesine güçlüyken, neden ondan korkuyorlardı?

Havayı koklayarak bana yaklaştı. İlk başta bu davranışı tuhaf bulduğumu itiraf etmeliyim. Hatta öyle tuhaf ki, bizi kurtarma anında yaratıklar kaçıştıktan sonra da durup bir müddet havayı kokladığını hatırlıyorum. Anlam verdiğim bir şey değildi, tuhaftı. Ama havayı “tadarken” çıkardığı ses, gösterdiği ilgi, gözlerini kapayıp iri burun deliklerinden içeri girmesine izin verdiği havayı zerre zerre ayrıştırıp sindirmesi, aldığı haz beni eğlendirmişti. Bendeki koku bir şekilde onun aklını başından almıştı. Sanki uzun zamandır aradığı, beklediği ve bir türlü ulaşamadığı, bulamadığı bir elementin kokusunu almıştı. Bu heyecan kendimi özel hissetmeme sebep oldu. Bir çeşit saf bir kokum vardı demek ki. Onun bu hareketi aynı zamanda vücudumdaki hormonları da uyandırdı. Bana yaklaşan her hamlesinde hücrelerimden etrafa hayvansı bir koku püskürüyordu. Onu çıldırtmaya, aklını başından almaya yetmişti bu. Yaklaşıp yanıma geldiğinde, tavan noktasına varmak üzereydim. Beni kendine doğru çekti, duvara yasladı. Kalbim yerinden çıkacakmışçasına hızla atıyor, tenimizin kokuları birbirine karışıyor, ortaya çıkan koku öncekilerden daha baştan çıkarıcı oluyordu. Bu şekilde ne kadar süre geçirdiğimizi hatırlamıyorum, başım dönüyordu, sarhoş gibi olmuştum.

Kendini biraz geri çektiğinde, -biraz nefes alacak zaman buldum- gözümün önündeki perdeler de yavaş yavaş kalkmaya başladı. Onun gerçek formunu görmeye başladım. Ve bu çok daha heyecan vericiydi.

O, dünyanın ruhlarından biriydi. Ana ruhun (mother-earth) koruyucu krallarından biriydi. Bütün doğa özünden bir parça taşıyor, fakat kendisi gibi olan başka Koruyucu-Krallar gibi farklı bir konuda güçlüydü. Benim karşılaştığım bu ruh, doğanın kokuyla ilgili ruhuydu. Yaratık-gerillaların onu görünce kaçması şimdi daha anlamlıydı, çünkü o “doğa”ydı. Silaha ihtiyacı yoktu, çünkü tüm silahların can alma gücünden daha büyük bir gücü vardı, can verme gücü. Ve can veren doğa, can da alabilir. Doğa nihayet daha önce güvenip teslim ettiği dünyayı yönetme inisiyatifini insanın elinden almış ve bu Koruyucu-Krallara vermişti. Ve bu defa insanlara davrandığından daha cömert davranmış, tüm doğayı kuran güçleri kullanma yetkisi de vermişti. Yaratık-gerillalar onu görünce korkup kaçıştılar, çünkü bizi sıkıştırmakla –yok yere can almak anlamında, ya da açgözlülükle bizi yiyeceklerdi, ihtiyaçları yokken- cezalandırılmayı hak ediyorlardı. Ve savaşçı kralın yönteminden korktular. Can veren doğa, tek bir hareketle can alma kudretine de sahip. Karşımda doğanın saf, kudretli ruhlarından biri duruyordu. Tek dizimin üstünde aşağı doğru eğildim, zarif bir şekilde kralımı selamladım.

24 Haziran 2008 Salı

Dava [Bölüm 1]

Sadece kedi besleyen birinin gözlem yeteneğiyle kapılabilecek bir davranış biçimi olan yumuşak bir masumiyet halinde, gözleri iri iri açılmış, oturduğu sıraya ait olmadığı hissini vermede başarılı bir ifadeyle, düşünüyordu. Adliyenin soğuk duvarları ve karaktersiz renklerine tezat oluşturan bekleme sıraları, insana daldığı düşüncelerden kopmak için sebep veriyordu. Gergin bekleyişin en meşru olduğu hollerin küçüklüğü, bireyselliğe de tecavüz eder gibiydi. Tek yapılabilecek şey, beklemekti.

Koridorda yürürken tansiyonumun yükseldiğini fark ettim. Çıplak zemin üzerinde lastikleri düştüğü için görece tiz bir ses çıkaran topuklu ayakkabılarım normalde çok da kadınsı olmayan yürüyüşümü telafi eden bir feminenlik verdiği için hoşuma giderdi, oysa şuan sadece sinir bozuyordu. Tak-tak, tak-tak… Önce avukatımı gördüm, sonra derin bir nefes alırken; onu. Masum kedi ifadesinde temiz yüzlü, dökülmüş saçlarının işaret ettiği zorlukların üstesinden gelmeye çalışmış, üzerinde yakası sökülmüş fakat koyu renkte yok edilmeye çalışılmış naftalin kokulu bir ceket ile öylece oturuyordu. Yalnızlığı; sadece kaçışını varoluşuna çevirmeye çalışan bir ada insanının belki anlamlı sayılabilecek derinliğini değil, aynı zamanda kendini bu kadere hapsetmiş ve aslında kendisini içine soktuğu bu yalnızlığın çok da anlamlı olmadığını sorgulayan bir adamın yalnızlığıydı. Oh, birkaç saniyelik yüzünün ifadesini tam olarak okuyabilecek sakinlikte olsam sadece o an için bile bir kitap yazabilirdim. Fakat fazlasıyla gergindim.

Güçlü pozisyondaydım. En yakın arkadaşım, yine yakın arkadaşım olan avukatım ve ben. Doğum günümü birlikte kutladığım, çalışmadığım zamanlarda zamanımı paylaştığım, bir çeşit hayat ortaklığı kurduğum insanlar. Daimi olarak yaydığım enerjimden beslenip, onu biriktirip, en zayıf olduğum anda ihtiyacım olur diye yanlarında getirdiklerinden, onlarla buluştuğumda kendimi daha güçlü hissettim. Bana sadece kendi enerjilerini değil, benimkini de getirmişlerdi, çok mutlu oldum.

Fazla yaklaşmamaya çalışarak, yaklaşık on metre uzaktaki sıralardan birine oturduk. Mahkemenin akışı hakkında bilgi veriliyordu bana, tek duyduğum anlam örüntüsünden bağımsız kelimeler… yalan beyan… olabilir… arbede… vazgeçiyorum… Gözlerim yandan yandan bu masum kedi görünüşlü sırtlanı süzüyordu, fakat zavallı duruşu benim bile içimi acıtmaya yetmişti. Merak ettiğim bir diğer konu da, benimle iletişime geçip geçmeyeceğiydi. Bana bakıp bakmayacağıydı. Beni süzüp süzmeyeceği. İç geçirip geçirmeyeceği. Bu tam da boşanma davası açmaya giderken giydiği eteğin altından görünen bacaklarına eski kocası görecek diye epilasyon yaptıran kadın davranışı. Ama bunu dişi bir duyguyla değil, hınzır bir çocuğun kendisini sokma ihtimali olan bir yılanın çıkacağını bile bile ince bir çiçek sapıyla yılan deliğini dürtmesi ve sonucu önceden göremeyip deney yapan bilim adamı heyecanıyla beklemesi duygusuyla yapıyor olması... Kendimden utandığım enden anlardan biri. İçselleştirilmiş oyun durumundan aldığım muzip çocuksu haz ne zaman beni terk edecek? Umarım hiçbir zaman. Ama utanıyorum.

Öğrenilmiş bir diğer insani davranış; ne olursa olsun selam verme kültürü, olgun insan olma, belki içinde dini motifler de vardır. Bildiğim tek şey, durumu komik bulduğum ve selam verip vermeyeceğimdi. Zayıflığı, masumiyeti, bir türlü kin bulaştırmayı başaramadığım kinsiz alana dokunuyor, kaygısızlığım onu ezmektense kendisini iyi hissetmesine sebep olabilecek bir bakışın, bir kelimenin bir cümlenin esirgenmesine gerek olmadığını söylüyordu. Neden olmasındı? Benimle ne bağı kalmıştı?

Sadece huzurlu bir güven bakışı verebilecekken ben ne yaptım? Her şeyi yüzüme gözüme bulaştırdım. Bir yandan içimden feci kahkaha atmak geliyorken bir yandan ya beklemediğim bir anda komik bir şey yapar ve ben kendimi tutamazsam diye düşünüyor, bir yandan da kendimi durumun gerçekliğine çekiyor ve farkına varmadan kendimi gergin olmaya zorluyordum. Ona yaklaşmak için hamle haptım, fakat daha o anda pişman oldum. Çaktırmamaya çalışarak yaklaşıp bir şeyler söylemek için ağzımı açtım, fakat sesim çoktan beni uzaktan seyre geçmiş, yalnız bırakmıştı.

Pagan Düğünü [Bölüm 1 ]

Güneşli, parlak, huzurlu bir gün. Doğanın ortasında, yemyeşil çimlerin üzerinde dans eden ışık huzmeleri önceki geceden kalma sı damlalarıyla öpüşüyor ve etrafa rengarenk sarılar, turuncular, morlar saçılıyor. Gaia en cömert gününde, orada bulunan bir avuç kalabalığı sarıp sarmalıyor, kaygılarından sıyırıp, sadece “o” günü yaşamalarına izin veriyor. Doğa o günü kutluyor, taze meyvelerle dolu altın yaldızlı tabaklar beyaz örtülü masaların üzerinde, meyveler gelen konukların kendilerini seçmeleri için en çekici renklerine bürünmüşler. Yaşayan her şey göz kamaştırıcı, her bir toz zerresi yaşıyor. Nefes aldığımı hissediyorum. En mutlu günüm…

Darmadağın sarı, kumral saçlarına papatya taçları takmış küçük çocuklar kahkahalar atarak etrafta koşturuyorlar, uzun elbiselerini uçura uçura. Rengarenk giyinmişler, tüm enerjilerini dünyaya salıveriyorlar. Ellerinde taze çiçekler, birbirlerini gıdıklıyor, oyun oynuyorlar. Kahkahaları huzuru tamamlıyor, en güzel zihin müziğine eşlik ediyor.

Sarı yaldızlı bileklik takmış vücudu yağlarla ovulmuş ve saçları yeşil zeytin yapraklarından örülen bir tokayla başının üstüne tutturulmuş bir kadın arp çalıyor. Minik sütunlarla yeşilde çevrelenmiş özel bir alanda. Yanında kırmızı şaraplar var, konuklar beğenilerini bir bardak şarap doldurup arpın yanına bırakarak dile getiriyorlar. O kimseyi görmüyor, müziğiyle bütünleşmiş şekilde çalıyor, ruhunun doyumsuz açlığını üreterek doyurmaktan başka çaresi kalmamış halde. Dudağının kenarındaki minik kurdele ciddiyetinden verdiği tek taviz, yaptığı şeyden ne kadar zevk aldığını düşündürüyor insana, asaletine en ufak bir gölge düşürmeden.

Biraz ortaçağ, biraz ortadünya kokuyor etraf. Sembolik minik roma sütunları ve güvercin havuzlar geline heykeltıraş arkadaşlarından hediye. Herkes yaldızlı sanki, gözler yaldızlı her şeyden önce.

Pagan Düğünü [Bölüm 1 ]

Güneşli, parlak, huzurlu bir gün. Doğanın ortasında, yemyeşil çimlerin üzerinde dans eden ışık huzmeleri önceki geceden kalma sı damlalarıyla öpüşüyor ve etrafa rengarenk sarılar, turuncular, morlar saçılıyor. Gaia en cömert gününde, orada bulunan bir avuç kalabalığı sarıp sarmalıyor, kaygılarından sıyırıp, sadece “o” günü yaşamalarına izin veriyor. Doğa o günü kutluyor, taze meyvelerle dolu altın yaldızlı tabaklar beyaz örtülü masaların üzerinde, meyveler gelen konukların kendilerini seçmeleri için en çekici renklerine bürünmüşler. Yaşayan her şey göz kamaştırıcı, her bir toz zerresi yaşıyor. Nefes aldığımı hissediyorum. En mutlu günüm…



Darmadağın sarı, kumral saçlarına papatya taçları takmış küçük çocuklar kahkahalar atarak etrafta koşturuyorlar, uzun elbiselerini uçura uçura. Rengarenk giyinmişler, tüm enerjilerini dünyaya salıveriyorlar. Ellerinde taze çiçekler, birbirlerini gıdıklıyor, oyun oynuyorlar. Kahkahaları huzuru tamamlıyor, en güzel zihin müziğine eşlik ediyor.



Sarı yaldızlı bileklik takmış vücudu yağlarla ovulmuş ve saçları yeşil zeytin yapraklarından örülen bir tokayla başının üstüne tutturulmuş bir kadın arp çalıyor. Minik sütunlarla yeşilde çevrelenmiş özel bir alanda. Yanında kırmızı şaraplar var, konuklar beğenilerini bir bardak şarap doldurup arpın yanına bırakarak dile getiriyorlar. O kimseyi görmüyor, müziğiyle bütünleşmiş şekilde çalıyor, ruhunun doyumsuz açlığını üreterek doyurmaktan başka çaresi kalmamış halde. Dudağının kenarındaki minik kurdele ciddiyetinden verdiği tek taviz, yaptığı şeyden ne kadar zevk aldığını düşündürüyor insana, asaletine en ufak bir gölge düşürmeden.



Biraz ortaçağ, biraz ortadünya kokuyor etraf. Sembolik minik roma sütunları ve güvercin havuzlar geline heykeltıraş arkadaşlarından hediye. Herkes yaldızlı sanki, gözler yaldızlı her şeyden önce.

17 Haziran 2008 Salı

Çoluk çocuk basmış blog alemini.

Bu ne ya..

9 Haziran 2008 Pazartesi

Haftasonu

Bugünlerde strese girmeye, düşünmeye ayırdığım zamandan daha fazlasını harcıyor olduğumu fark ettim. Stres Alerjisi diye bir şey varmış, ondan çıktı! En son –ve ilk defa- geçen sene çok çok stresli zamanlar yaşadığımda tanışmıştım kendisiyle. Kaşınıyor, kızarıyor ve fazlasıyla canımı sıkıyor.
Pazar günü Jethro Tull konserine gittim. Detayları başka yazıda anlatacağım. Hacettepe Beytepe Açık Hava Tiyatrosundaydı. Oraya daha önce gitmemiştim ve oturma düzenini, mekana ait detayları bilmiyrdum. Bu nedenle önlere yakın olayım diye üç katı para verdiğim sahnenin ön tarafında, yanımda, en arkada oturanlarla omuz omuza şarkı dinlediğimizi fark edince, eh, sinir olmadım değil. Niye o kadar kategoriye ayırırlar sanki? Herkes aynı yerde dinlemiyor mu sonuçta?? Peh… Fotoğraf çekmek için gitmiştim gerçi ve bir arkadaşın da benimle olması günü ve geceyi kurtaran tek şeydi. Onun makinesini kullandık, hakikaten süper bir makine.
Benim kameram maalesef cumartesi günü talihsiz bir olay sonucu bozuldu.
Güzel güzel bağımsızlığımı yaşadığım bir gündü, güzel başlamıştı. Uyanmış, GJ’de oregonumu içmiş, eve gelip duş almış ve makinemle cumartesi günü kitap alışverişine çıkmıştım. Aklımda onlarca şey, tepede güneş, kızılayda türbanın yasaklanmasını destekleyen gösteri ve günün yüksek dozlu “satureyşın”ı vardı. Yanında fotoğraf makinesi olan bir amatör fotoğraf heveslisi için daha ne olsundu?? Polislerin nizami fotoğraflarını çektim, silahlarını çektim, gösteri yapan grubu çektim… ah pek keyifliydi.
kayıtlara girmesi açısından: 1- Bu tarz olaylarda elinizde tuttuğunuz fotoğraf makinesi diğer insanlarla aranıza Fucoult’un “özne ve iktidar” makalesinde nefis dile getirdiği örtük bir iktidar ilişkisi koyuyor. Bu iktidar ilişkisinde otorite koltuğuna yine örtük olarak kuruluyorsunuz: insanlar size yol açıyor, meraklı bakışlar size yaklaşmaya çalışıyor, ve birinden yardım istediğinizde normalde aksiliği tutacak bile olsa hemen isteğinizi yerine getiriyor. Yoksa hangi güç huysuz büfecinin sandalyesinin üzerine ayakkabılarımla çıkmamı sağlayabilirdi?? 
Neyse…
tam alışverişimi yaptım dönüyordum, işportacının elindeki renkli ipler dikkatimi çekti. Biraz durdum ve kendisiyle pazarlık yaparken, yaşlı bir kadın koluma yapıştı, kendisine para vermem için. Normalde elimdekileri veririm. Bugün o, yarın ben… Hayatın ne getireceği belli olmaz, hepsi iyi olsun, hepimiz iyi olalım. Ama her nedense hatun sırtımı sıvazlayıp kolumu tutup çekiştire çekiştire para isteyince tepem attı ve para vermedim. Vermediğim gibi, aksilikle tersledim, akıl verdim, kısacası ne kadar iğrenç davranış varsa sergiledim ukala ukala. Bir de üstüne beni korkuttuğunu ima ettim, iğrencim… yürüyerek oradan uzaklaşınca, haliyle iki dakika içinde gerçekliğimde ne kadın kaldı, ne dilenmek, ne de ukalalık. Yine düşüncelerime ve duygularıma dalmış şekilde otobüs durağına doğru yürürken yakaladım kendimi.
Aklımda Pazar günkü konser vardı. Fotoğraf çekeceğimi düşünüp heyecanlanıyordum. Otobüse binmek üzere ilk adımı atmamla çotaaa diye bir ses duymam bir oldu. Bir döndüm ki, gözümden sakındığım makinem kapak lens yerde serili.
O anda, daha o ilk şok anında anladım, bu benim cezam. Makinem bozuldu. Haftaiçi tamir ettireceğim, ve yok yere para bayılacağım. Kimbilir dilenci kadına verebileceğimin kaç katı… sonuç olarak canım sıkkın… ders oldu ders..

21 Mayıs 2008 Çarşamba

Boşa Okumuyorum ;)

"Seni görüyorum. Kendine olan aşkını, bunu ifade etme isteğini, egonu görüyorum. Aynaya bakarken orgazm yaşadığını biliyorum. Kafanda kendini algılayış şeklini kusursuzlaştırarak diğerlerine yansıtma ihtiyacını görüyorum. Kusursuzluğa olan obsesyonunun seni detayları düşünürken dağıttığını biliyorum. Şıpır şıpır terlerken ağzından çıkan kelimelerin mükemmelliğini bozmamaya çalışan sesindeki nano-saniyelik kaygı titreşimlerini algılıyorum. Kusurlarını "cool" hale getirme durumunu, kendinde kusura tahammülsüzlüğünü biliyorum. Herşeye zihninde "cool" yaklaşırken, gerçeğin kaygısal materyalliğinin seni nasıl kusturduğunu biliyorum. Bunu nasıl -yine kusursuzca sakladığını görüyorum. Cümlelerine, ifade ettiğin şekliyle inanmayı tercih ediyor, fakat davranışlarını okumaktan çok keyif alıyorum. İfadeler senin manipule alanında; davranışlardaki satır aralarını okumak benim kabiliyetimin krallığında.
Ben seni "görerek, bilerek, okuyarak"
Tercih, ediyorum.

Ah, tabii ki, seni çok seviyorum :)"

17 Mayıs 2008 Cumartesi

Alice in Reality- as the las living Post Ultimate Hero

Ben, Alice.
İnsanın yapmak istediği şeyleri yapabilecek gücü olduğunu keşfetmesi zaman alabiliyor.
"Birikim", doğru şeyleri biriktiriyorsanız, HERŞEYdir...

Önce yıllarca kişisel gelişim kitapları okuyacaksınız. Sonra yaradılışa hayran kalacak, insan aklına merak salacak ve felsefeye "literatür"den dalacaksınız. Bu sırada akademide siyaset bilimi okuyacak ve toplumsal davranış biçimlerini inceleyeceksiniz. "İnsan doğası" sorunsalını düşünmek üzerine 1 yıl ayıracağınız için, lisansınız bir sene uzayacak. Ama bundan keyif alacaksınız. Bu sırada içine doğduğunuz kültürle ilgili sorgulamalar beyninize karınca yuvası yapmışken, hormonlarınızla birlikte duygusal sorgulamalar başlayacak. Oh evet, birkaç kişiyi bu keşifte harcayacaksınız, ama hepsinin hakkını vererek.
Kavramlar ve terimler hakkında hiçbirşey bilmeyen orta düzey insan topluluğu -diğer adıyla çevre- size yine anlamını derinlemesine bilmediği bir sıfatı yakıştıracak: Deli. Ve siz delilik üzerine düşünmeye başlayacaksınız.
Konuşmalarınızı kimse anlamayacak fakat siz herkesi "anladığınız" için toplumdaki sözsüz hiyerarşide farkına varmadan yükseltecekler sizi. İnsanların sırlarının müzik dinler gibi size aktığını göreceksiniz. Birinci tekil kişiden, daima. Benzer benzeri çeker dediğinizde bir bakacaksınız, etrafınızda "anlaşılamamaktan" muzdarip deliler dolanıyor. Önce mutlu bir aidiyet, sonrasında ise farkınızı farkedeceksiniz. Yıllarınızı bu delilerle geçirip, onların aradığı şeyi onlar için bulup vereceksiniz: "Ne" olduklarını keşfetme süreci, "nasıl" olduklarını başkasından duyma ve onaylanma. Bu keşif size çok yarayacak, gerçekten delirmeden hemen önce.
İçinizde varoluşunuzu, anlamı, doğayı, dünyayı, sistemi ve herşeyden önemlisi gerçekliği ve erdemi sorgularken, inanılmaz birşey olacak. Sizi bu yola iten, damarlarınızda dolaşan ve bir türlü kontrol edemediğiniz o MUAZZAM KUDRET üzerinde hakimiyet kurmaya başlamışsınız!!
Değerli olup olmadığınızı, bu değerin nereden geldiğini bulmakla çok zaman kaybettiğinizden (bkn.insan doğası nedir sorunsalı) hakkıyla bilemeyecek, en zalim yargıcınız olarak kendinize yükleneceksiniz. Bu sırada kurumsallığı sorgulayacak, içine virüs gibi sızacaksınız. Fetihleriniz arttıkça bütün parçalar yerine oturacak. Kendinizin gerçek farkındalığına ulaşmaya başladığınız bir seviyeye, next level'a geçeceksiniz. Oyunu birkaç kez bitirdiğinizde nasıl ilk bölümler bile son bitirdiğiniz zorluk seviyesinde başlıyorsa, hayat aynı fakat asla aynı olmayacak. Artık neyle karşılaşacağınızı biliyorsunuz. Çember tamamlanmış, siz "öğrenmeye" başlamışsınız.
Sizi sizden başka hiçbirşeyin durduramayacağı bir bilinç düzeyinde inanılmaz bir hayata doğmuş gibi hissedeceksiniz. Bağlamları öğrenmek bazılarının 50 yılını bazılarının ise sadece 24 yılını alıyor:) Bağlamı bir defa oturttuğunuzda, yaratım gücünüzü elinize alabiliyor, ve yarı-tanrı olarak dünyada dolaşmanın tadını çıkarabiliyorsunuz.


Herkese bu yolda iyi şanslar.

Hayatımda ne mi oluyor??

"NE İSTERSEM"...

ps: yeni bir işim, istediğim şekilde ördüğüm çevrem, ve sırtımda da içine ihtiyacım olan herşeyi koyduum hazırlıklı bir çantam var içine yeni doduğum bu dünyada.

Ben, Alice.
Yaşayan son Sınırsız Ötesi Kahraman.
Gerçekliği artık bükebiliyor musunuz?

5 Mayıs 2008 Pazartesi

Bir yatırım gibi görüyorum bir evi.

Bir yatırım, insanın kendi ruhuna yaptığı

Doldurmak, kendinle, bir odayı.

28 Nisan 2008 Pazartesi

Mola, molaa

Birşeyler anlatmayı nasıl da özledim.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul'daydım. Daha yola çıkalı birkaç saat oldu olmadı, burnuma tuzlu su kokusu gelmeye başladı. Artık nasıl özlediysem.. Yeşil vadilerle doluydu görüş alanım. Fantastik bir heyecan seline kapıldım. . Dağlara ovalara bakarken, yüzyıllık savaşları ve hayatıma ejderha siluetinde girmiş insanları,onlara katılan anlamlarla yücelen değerleri sorguladım.. Bir süredir hiç aklıma gelmeyen şeyler, eriyerek toz bulutuna karıştığını düşündüğüm eski düşüncelerden örülü bir sepet.. Şehir başka, ama şehre giden yolda önceden kaybolmayayım diye bıraktığım anı kırıntıları çok başka. Hatta, ciddi bir hesaplaşma.

Reklamın iyisi kötüsü olmaz aslında, ama yine de dayanamayacağım, Kamilkoç'tan bahsetmem lazım. Otobüse bindiğimde hiçbirşeyim yokken, yarım saat içinde dayanılmaz sancılar çekmeye başladım. Vücudum görevini falza iyi yapmış, içtiğim litrelerce suyu bir güzel işlemiş. Bir sancılar var, ama nasıl, felaket. Dayanmak için derin derin nefes alıyorum, düşünmemek için bildiğim meditasyon tekniklerini filan uygulamaya çalışıyorum…nafile! Bir nebze azalmıyor. Aradan bir saat ya geçti ya geçmedi, ortalarda dolanan muavine nazikçe sordum:
"-Bakar mısınız, ne zaman mola vereceğiz acaba?"
Pembe yüzümle sorduğum pembe soruya nemrut muavin ağzında birşeyler geveleyerek cevap verdi:
"..bi kaptana..sorayım.."
Dakikaları sayıyorum. Cevap gelecek ve en azından ne kadar süre bunu çekeceğimi bileceğim.
Yarım saat geçti. Gözlerimle adamı arıyorum. Önce işlerini halletti, kek ve su servisi yaptı. Ardından kendine bir kahve koydu, bir tane de kaptana azırladı. Gitti, ön tarafa oturdu. Karşılıklı kahveleşmeye başladılar.
Ben kıpkırmızıyım artık.
Neden sonra, hatırladı zannımca, kaptana "mola ne zaman, yolcu soruyor" dedi. Dudaklarını okuyorum adamların, pür dikkat.
Kaptan mülayim adam, "ha, birazdan veririz sorun değil" dedi.
Bi mutluyum bi mutluyum anlatamam. "birazdan" kavramını kendi istediğim gibi algılıyorum ve karşımıza benzinlik çıkmasını bekliyorum.
Ha şimdi, ha geldik, ha gördüm benzinlik mi o, derken, aradan bir saat daha geçti.
Ben mosmorum artık.
Muavin bey tenezzül edip bana "birazdan"ı bile söylemediği için de ayrıca sinirliyim. Kan beynimde turşu oldu.
Dayanamadım, yüzümün aldığı o korkunç ve sinirli buruşuklukla tam yanımdan geçerken kendisine patladım:
"-Mola NE ZAMAN???"
Hiç mahçup olmadan, yılışık bir gülümsemeyle;
"aa biri daha sormuştu, o sizdiniz değil mi, ehehehh, ben bi sorayım"
"BEKLİYORUM…"
Öyle fena baktım ki, bakışlarını benden kaçıramadan, astığı suratıyla öne doğru ilerledi.
Bu defa ne yazık ki dudaklarını okuyamadım. Kaptanın kulağına eğilip fısır fısır brişeyler söyledi. Bekledi, tekrar söyledi. Yüzünü tekrar bana döndüğünde, yılışık olmaktan öte bir tatmin sırıtışıyla yanıma geldi ve konuşmadan parmağını göstererek "1 saat sonra" dedi.
!!!
Ve ben…tam..bir saat boyunca..her dakikayı tam 60 kere sayarak, 60 sayfa kitap okudum. Sabrettim, oruç tuttum, bekledim.
Acıdan bayılmak üzereyim.. Saate baktım, 1 bucuk saat geçmiş. Ortalarda muavin filan yok. Koridora eğilip en arkada sohbet eden görevliye işaret ettim. Benim işaretimi görür görmez gözlerini yumdu ve başını uyuyor pozisyonunda yana yatırdı.
Hay ben..
Hmm.. Demek öyle.
Son bir güçle yerimden kalktım, şöförün yanına geldim, ve tüm saygımla;
"Şöför bey rahatsız ediyorum.. Ben HAMİLEYİM, ve artık çok fenalaştım. Ne zaman mola vereceğiz artık??"
Şöför o anda, "arkalardaki huysuz yolcuya" verdikleri içten pazarlıklı ders yüzünden feci bir vicdan azabı hissetti. Utandı, kızardı. Mahcubiyetinin altında ezilirken, hala telafi fırsatı olduğu için bir nebze mutlu olarak
"ilk benzinlikte hemen duruyorum hanımefendi. Hemen. Merak etmeyin."
Arkamı döndüğümde telaşlanmış muavini gördüm. Dibimde bitivermiş.
"Bir şey mi, ığıı, istemiştiniz, ığıı?
"Şöför beye söyledim merak etmeyin, siz UYUYORDUNUZ da…"

Pratik çözümlerin hastasıyız. Geçmek bilmeyen yol hemencecik bitiverdi ve ben dakikalarca cennette dolaştım. Uzuun dakikalar boyu. Hem ben rahatlamış oldum, hem de benim elimle herkese adalet dağıtılmış oldu. Yolcusuna oynanan oyuna alet olmaması gerektiğini öğrenen şöför, ve görevini doğru dürüst yapması gereken muavin gibi.

..ve otobüse binmeden önce ihtiyaç gidermesi gerektiğini öğrenen ben, tabii.

12 Nisan 2008 Cumartesi

30 Mart 2008 Pazar

Hız...

Hız hazzıyla doğar insan. İbre yükselirken gaz pedalına kilitlenen bacağın damarları şişer. Kaslar gerilir. Vücut destek almak istercesine koltuğa yaslanır. Emniyet kemerinin takılmaması aptallıktır, lakin heyecanı artırır. Göğüs uçları tavana bakıyordur.
Dil, dudağın üzerinde kalmış alkolü nazikçe alır. Yüze pis bir gülümseme gelir. Artık tek bir şerit seçiliyordur. Yol boşsa partner kontrol edilir, mimiklerinden adrenalin seviyesi ölçülür. Kafi olmadığına kanaat getirilirse gaz kelebeği 90 derece açıya sabitlenir. Varsa turbo ateşlenir, tercihen NOSlanır. 30 saniye için Tanrı olunur.
Beyinde yüksekses tınısı.
Eşlik edilesi şarkı.


Dün hiç yok gibi
Uzak, kasımdan soğuk gibi
Kar yağıyordu yalnızdım
Savaşlar cepheler
Sonra sen geldin
Arasından sislerin
Büyük yakaların vardı
Gösterişliydin
Dedin ki "ben romeo
Gerçek aşkın savaşçısı
Yalnızlık bitti
Sil gözyaşlarını"

25 Mart 2008 Salı

Otobüste yolculuk yapıyordum. Derinimde şehir değiştirmenin tuhaf sıkıntısı. Ne zaman yola çıksam hava bulutlanır, kara bulutlar kaplar gökyüzünü. İçim sıkıntılanır ya da içimdeki sıkıntı örter güneşi.
Düşünüyordum. Gözüm dağlarda, tepelerde… renk değişimlerinde. Gri yollarda. Her şey gri.
Başımı cama yaslamışım. Uyumak üzereyim. Gözlerimi biraz kaldırınca yukarı, onları gördüm.

Yine rengarenktiler. Dev cüsselerine göre küçük kanatları vardı. Pek çoktular. Bir tanesinin derisi gökkuşağıdandı. Bir diğeri kahverengi, sarı yaldızlı. Zırhları parıl parıl parlıyor, burunlarındaki gümüş delikler göz alıyordu. Denizatı gibi kıvrılmıştı vücutları. Havada yüzüyordular. Windows xp klasik arkaplan temasının önünde uçuyor gibiydiler. Sanki savaştan çıkılmış gibi hafif bir duman, yerlerde yanmış barut siyahları göze çarpıyordu. Az ileride fantezi bir deniz vardı. Onları gördüm. Onlar beni gördü. Heyecanlandım. Mutlu oldum.
Dalmış olduğumu fark ettim. Ama bunu mutlaka resmetmeliydim. Henüz uyanmamış, geçiş yapmamıştım. Elime bir aydınger aldım, ve renkli boya kalemleri. Cama yapıştırdığım aydıngerin üzerine, kopyalar gibi çizmeye başladım o şahane canlıları. Hareket ettiklerinde benim de çizgilerim bozuluyordu, yine de kabataslak boyayabildim kağıdı. Bir an önce uyanmak ve elimdekileri göstermek istiyordum birilerine. Belki tekrar bulabilir, yakalayabilirdim bir tanesini, ve konuşabilirdim belki, şansım yaver giderse.

Uyandım. Elimde boyalı kağıdım. İner inmez onu buldum. Peşinden koştum.

“Dinle, elimde ejderhalara ilişkin inanılmaz bilgiler var. Onları sınıflandırabilir miyiz?”
“Dragonlar, çok eski çağlara aittir” dedi. “Senin gördüklerini inceleyebiliriz. Kap kahveleri, ofisimde bekliyorum” .

Merakla ofise uçtum, elimde süte kahvelerle..

21 Mart 2008 Cuma


“Anlamı kavranan her şey doğrudur”
O.Wilde

25 yaşında, 45 yaşındaki bir kadın kadar dırdır edebilmeme sebep olan aldatılma tecrübesine sahibim artık. Yeşil Efe’yle kutluyorum.
----

Az önce yazmayı planladığımdan çok daha farklı bir şeyler dökülüyor şuan satırlara. Her sabah olumsuzlukları düşünerek uyanmaya alışmışım, haliyle tam anlamıyla ayılmam zaman alıyor. Bu da insanın hayatının merkezine oturtma hatasında bulunduğu bir konu veya kişiyle ilgiliyse, o olayın/kişinin beraberinde getirdiği tüm negatif yük de tüm ağırlığıyla sizi tabana çekiyor.
---
Süreğen bir bunalım halinde kendisine deli gömleğini yakıştıran pesimist bir kızın, ruhunun derinliklerinde açılan yaralarıyla beslenmiş edebi nitelik taşımaktan öteye geçmeyerek gerçekliğe müdahalesi bulunmayacak bir mektup dökme durumundan, çok daha dinamizm dolu bir keyif haline geçtim. Öyle bir keyif hali ki, insanların bütün enerjileriyle etki alanıma girmesine izin verdiğim için gülümsüyorum. Acı olanları derinlerde beni rahat rahat yaralayabiliyor belki, ama tatlı olanları da tüm ışıltı ve zenginlikleriyle beni özümdeki neşeye boğuyor. Farklı farklı kimliklere boyadığı duvarlarının arkasına geçerek kendini korumaya alan insanların hayatlarındaki mutsuzluk ve boşluğu görebildikten sonra, minimum düzeyde varolması gerekse de örmekten ziyade this is spartaa diyerek tekmelemekten keyif aldığım duvarlarım olmadığı için, bugün çok neşeliyim.

Açık hava, tertemiz oksijen, koklamayı hayal edemediğim nefis ıslak toprak kokusu da beslemiyor değil insanı. Bir de Yeşil Efe.

13 Mart 2008 Perşembe

Neler yapıyorum?

-Patlıcan Musakka.
Kitap olduğu sürece muhteşem yemek yaptıımı idda edebilirim. Ne olursa olsun, can boğazdan gelir.

-AB Projesi
Ağustos'ta Hollanda'ya gitmeyi planlıyorum. Gerekli bağlantıları kurdum, iş biraz keyfe kaldı. O zamana kadar beklediğim bir iş var, olursa gitmeyip kalacağım. Olmazsa direk space.

-Fotoğraf Stüdyosu
Amerika'dan makine sipariş etmiş bir arkadaşımla, ufak bir stüdyo açma projemiz var. Elinde çok iş var, benden yardım istedi. Bu alandan para kazanmayı düşünmediğim için, ilham verici olabilir. Bu arada bu işin olmasa olmazı photoshop'u ayrıntılarıyla öğrenme fırsatım olabilir. Keyif aldığım sürece devam edebileceğim birşey. 2 aya kadar açmayı planladığımız stüdyo için isim arıyoruz.

-Ortaokul, lise ve üniversite arkadaşlarımı topladım. Birkaç jenerasyon bir aradaydık. Çok keyifliydi. Büyüyoruz ama henüz yirmili yaşlarımızın ortasındayız. Herşey için zamanımız, fırsatımız var. Birşeylerin kaybedilmeye başlandığı ve dönüp arkaya bakıldığında "ortada ne var?" telaşına kapılındığı yırtıcı zamanlara daha çook var. Bu süre içinde, fethedilecek bir dünya bekliyor bizi :)

- İnsanın özgürlük duygusu için kendisini bir kişi veya duruma bağlaması fazlasıyla sakat. İki çeşit özgürlük tanımlanır: "-bir kısıtın olmaması" ile elde edilen özgürlük. Negatif özgürlük denir. Bu klasik özgürlük tanımıdır. Kelepçelersiz yaşama durumu. Bir de "-bir ayrıcalık sağlanması" ile elde edilen özgürlük. Pozitif özgürlük. Toplumda normal yaşamanızı engelleyen bir durum için size sağlanan ayrıcalık, diğerleriyle eşit yaşamanızı sağlar ve bu şekilde özgürlüğünüzü kurarsınız. Özürlüler için çalışma kotaları, vs bu gruba girer.
Kafamda bir şekilde bu dünya ile ilgili özgürlük tanımımı, "o kişi" ile birlikte olma durumuyla elde edilebilecek birşey olarak tanımlamışım. Bunun ne kadar saçma olduğunu anlamak, dönüp boşa geçen zamanı görmek, sadece kendime kızmama sebep oluyor.

Herkes kendi toprağına düşmeli. Gübrelendiğini zannederek pislik kokusuna yeteri kadar tahammül ettim. Artık gerçek bakım zamanı.

8 Mart 2008 Cumartesi

Erkeklerin Komik Hamleleri

Walla bugünlerde çok komik şeyler duyuyorum. İnsanların kendilerini akıllı sanmasının hastasıyız.
Olay 1:
Kız ve oğlan, karşılıklı otururlar. Bir ilişki olanaklılığı hakkında konuşmaya başlarlar. Kız aşkından ağlamaya başlar, aldatıldığını düşünüyordur. Daha önce oğlanı yakalamıştır, yeniden oyuna gelmeyi düşünmemektedir.
Oğlan
"-Bana inanman için yapabileceğim birşey var mı?" diye sorar. Kız ağlıyordur. İç çeker.
" Evet var. Mail kutunu görmek istiyorum. Söylediğin gibi, başkalarıyla konuşup konuşmadığını bilmek istiyorum. Sana güvenmek istiyorum"
Oğlan kafasını çevirir, gözleri arabanın kadrajından diğer arabalara, ve binaların arasından zorlama bir ufka dalar gider.
Kız tedirgin olur. Nasıl yorumlayacağını bilemediği bu davranışa karşın, şüphe ağır basar ve gayri ihtiyari sorar:
"Yoksa mail kutunu da mı temizledin?"
"-Mal mıyım..."
Güven duygusu bulmak için şansını zorladığının farkında olmayan kız düşünür: mal mı, tabii ki temizledi.
Oğlan bozulmuş pozunu takınır. Suskunlukla geçen saniyelerden sonra,
"Bitanem, bana güvenmen lazım. Peki, nasıl istersen, al sana şifrem. 1234... Şu anda tüm ipler senin elinde. Bana güvenmen gerektiğini anladın mı artık?"
"..."
Bu hamle kızı şaşırtır. Gözleri bu defa sevinçten ve yapmış olduğu haksızlıktan ötürü utançla karışık mutlulukla dolar. Ne kadar da kötü günler yaşatmıştır güvensizlikle ilgili, ne kadar çok gözyaşı dökmüştür üzüntüsünden. Oysa karşısındaki gerçek aşkıdır. Hep olduğuna inandığı.
Oğlan sözlerine devam eder:
"Fakat prensesim, biz böyle insanlar değiliz. Gel, herşeye sıfırdan başlayalım, o maile girme. En azından bugün girme. Bak, istersen kesinlikle hemen kontrol edebilirsin. Fakat ben derim ki, bugün bakma. Bana güvenebileceğini bilmeni, hissetmeni istiyorum. Sen böylesine güvensiz, kontrolcü değilsin, değil mi bitanem?"
Kızın yüreğinin derinlerine dokunmuştur oğlan bu sözleriyle. Kızın özüne dokunmuştur.
Çok zor da olsa, bakmama kararını alır kız. Nasılsa elindedir şifre, belki de bu güveni hakediyordur oğlan..?
"Peki, peki. Canım acıyor, fakat bakmayacağım. Çünkü sana inandım, doğru. Seni seviyorum"
"Sana aşığım.."
Muhteşem 2 saat geçirirler. Birbirlerinden, gelecekten bahsederler. Umut doludurlar, gözler parlıyordur artık. Aşk doruğa çıkar.
---
Kız eve geldiğinde oğlan daha kendi evine giden yoldadır.
Gerçekten de önce ev işleriyle ilgilenir kız, bilgisayarı açmaz. Dolanır birkaç dakika. Kendisiyle mücadele eder. Ve sonra bilgisayarı açar. Mail sayfasına gider. Şifreyi dener.
"1234..."
"INVALID PASSWORD"
"??!!"
Tekrar dener.
"INVALID PASSWORD"
"INVALID PASSWORD"
"INVALID PASSWORD"
---
Kız, oğlanın neden "..bugün girme en azından.." dediğini anlar:
Kız bugün girmeyecek ve böylece şifrenin yanlış olduğunu anlamayacaktır.
Oğlan eve gidecek ve tüm diğer kadınlarla olan maillerini sildikten sonra, kıza uydurduğu şifreyi gerçek şifre yapacak ve böylece daha sonra belirsiz bir tarihte maile bakan kızın içi rahatlayacaktır.
Hem kız inandırılmış, hem dürüst bir imaj sergilenmiş, hem de diğer kadınları kaybetmeme durumu garantiye alınmış olacaktır. Mükemmel plan.
Oğlan sadece şunu düşünememiştir. Gözü yaşlı kız, kendisini sandığından çok daha fazla tanımakta, neyi ne için yaptığını çok daha net bilmektedir. Maile girmemesi gibi bir durum, gerçekten oğlan hakikaten buna layık olsa saygı duyacağı bir durumdur.
Oğlan kendisini hakikaten fazla akıllı sanmaktadır.
Hikayenin sonunda ne olur?
Kız, oğlan için sonsuza dek ortadan kaybolur.
---
Bu hikayeyi okuyunca, koptum resmen :) Bazı erkekler hakikaten kendilerini nimetten sayıyorlar. Bu yüzden seviyorum şu lafı:
"..geçmişte iyi hizmetleri de olsa, HAİNLER yalnızca İHANETleriyle anılırlar.."

2 Mart 2008 Pazar



3 aydır sağlıkla ilgili sıkıntılar çekiyorum. Fakat doktor gücünü o kadar yadsıyorum ki, çılgın gibi kendi kendimi iyileştirebileceğime odaklanıp, kendime farazi enerjiler veriyorum. Aslında insana kendisini iyi hissettiriyor fakat "acaba olacak mı olmayacak mı" kuşkusu, işe yarayacak bile olsa iyileştirici enerjiyi alıp götürüyor.




Tanıdığım çok güçlü biri var. Hayranlık duyuyorum, vücudundaki bütün ağrılar için "amaaaaan" deyip şen bir kahkaha patlatıyor!




Doktora direncim biraz kırıldı, ilaçları yutmaya başladım. Çakıl çikolata gibi :) Avuç avuç..


---


Kaplumbağalarımı ve onlara olan düşkünlüğümü cümle alem bilir. İşyerinde her gün güneş alabilirlerken, ben ayrılıp zamanımı evde geçirmeye başladığımdan beri çok da aydınlık sayılmayan odamda benimle birlikte ikamet ediyorlar. Doğal olarak, normalde her gün kendileriyle sohbet ederken artık pek edemiyorum, çünkü salonda yaşıyorum resmen. Hal böyle olunca bazen yem vermeyi unuttuğum oluyor.
Geçen gece çok fena rüyalar görüdm, kaplumbağalarımın olduğu. 3 tane akvaryumum varmış, içinde çil çil kaplumbağalar ölüyor. Acısını anlatamam, dayanamıyorum. Öyle stresle uyanıyorum ki rüyadan, gerçek sanıyorum.
Uyandığımda çok ciddi oturup düşündüm. Yemlerini 2 gündür vermiyordum. Ağızları yok, dilleri yok benimle nasıl iletişime geçecekler?
Kaplumbağaların kertenkeleler gibi mistik canlılar olduğunu düşünüyorum. Benimle bir şekilde telepati yoluyla iletişime geçiyorlar ve ortada bir sıkıntı olduğunu anlatmaya çalışıyorlar. Hatırlıyorum, ne zaman sularını değiştirmesem, onları ihmal etsem bu tarz rüyalar görüyorum.

Ben bu yazıyı yazarken üst kattaki işyerinden komik komik kadın sesi geldi. Ablam çok gaza gelmiş olmalı, oysa saat daha 17:52


21 Şubat 2008 Perşembe

Hah

Gece.. karanlık.

Yavaşça hareketlendim gökyüzüne doğru. Yükseldikçe gökyüzünü içime çektim, rüzgar elimden tuttu, sıkıca kavradım onu.

Şehrin üstünden uçmak zevk vermiyor eskisi kadar. Bu defa uzun otoyollar üzerinde uçtum. kenarda paslanmış yol tabelaları vardı. Ay yolumu aydınlatıyordu. Şehir geride kalmış, ışıklar küçülüyordu. Toprağın kokusunu alıyordum.

Yoluma kartallar çıktı, sohbet ettim. Bana dikkatli olmamı söylediler. İnsanlar için gece görmek zormuş. Pek çok öğüt verdiler, beni güldürdüler.Ben onlardan çok daha hızlı uçuyordum, bir süre sonra aradaki mesafe açıldı, yetişemediler.
Keyiflendim.

Alçalıyor, yükseliyordum. Havada parendeler atıyor, martı Jonathan kadar özgür, uçuş stilleri deniyordum. Yere 1cm kalacak kadar yatay uçuşa geçip sonra aniden yükseliyordum. Öyle zevkliydi ki.. Tadını çıkaracak kadar tecrübem var artık.

Zevkim, ilerideki devekuşlarını görene kadar sürdü. Ay, koca popolarını sallayarak koşmaları yok mu! Nasıl da komikler. İçimdeki hınzırlık beni onlara yaklaştırdı. Pıtı pıtı koşuyorlar. Bir de insana tepeden bakım beğenmeyen tipler, kibirli kibirli! Hırs yaptım, kesin geçeceğim onları.

Neyse efendim, yanına yaklaştım, hızlandıkça hızlanıyorum, hızlandıkça hızlanıyorum, ama devekuşunu geçmek ne mümkün! Bir de ben hırsla yanında uçmaya çalışırken kafamı "tak!tak!tak!" diye gagaladı! Ne yaptıysam fayda etmedi, geçemedim hayvanı. Kısık gözlerle bir yandan güldü, bir yandan koştu.
Moralim bozuldu.

Ben de sinirlenip uyandırdım kendimi. Hah, orada, o dünyada çitsiz- sınırsız alabildiğince koşmak kolay. Gelsin de sıkıştırdığımız hayvanat bahçesinden çıkıp koşsun şimdi.

Nıhıhahaha!

Devekuşu saatte 70km hızla koşar. Daha hızlı uçmayı öğrenmem gerekiyor.

20 Şubat 2008 Çarşamba

İhanet

"Geçmişte iyi şeyler de yapsalar hainler yalnızca ihanetleriyle anılırlar"

Tokat gibi sersemletici bir cümle.

16 Şubat 2008 Cumartesi

Depresyonun Nimetleri 1

Depresyonda olmak böyle birşeydir.

  • Evden çıkmak istemezsiniz.
  • Herşey batar. Genel bir isteksizlik çöker üzerinize.
  • Bilgisayarınız dünyanız olur. Dışarı çıkmadan takip edemediğiniz hayatı, internetten takip edersiniz. Parmaklarınızla ulaşabildiğiniz bilginin sınırı olmaz. Artık herkesin hayatının nette olduğunu görmek, sanal olmayan dünyanın gerekliliğini ortadan kaldırıyor gibidir.
  • Asla boş zamanınız olmaz. Yıllardır özlemini kurduğunuz hayatın uzaklığının koltuktan kitap raflarına kadar olduğunu keşfedersiniz. Şaşırtıcıdır.
  • Çalışmak istemezsiniz. Özgeçmiş dağıtıp dağıtmadığınızı soranlar, sizin gururla "iş aramıyorum" demenizi asla anlamadığı ve sözsüz de olsa bakışlarıyla yargıladığı için "iş arıyorum, ama bulamadım" şeklindeki cevabınızdan fazlasıyla tatmin olurlar. Ne de olsa yıllarca iş arayıp bulamayan mezunlarla doludur etraf. En azından belli düzeyde sempati bile toplamış olursunuz, kafanız rahattır.
  • Sabah saat 8'den öğleden sonra saat 4'e kadar oturduğunuz koltuktan hiç kalkmayabilirsiniz. İşlerin bir koltuktan nasıl idare edildiğini deneyimleme fırsatınız olmuş olur, patronları anlarsınız.
  • Reklam sektöründeki gelişme sizi büyüler. Ne kadar çok şey kaçırıyor olduğunuzu farkedersiniz.
  • Sevgiyi, aşkı, yalanı, dolanı, sağlığı, hastalığı ve insanlığı düşünmenizi sağlar. Okuduklarınız entelektüel ukalalığınızı cilalarken, herşeyi pekala oturarak da anladığınızı, ve herkesten daha iyi anladığınızı düşünmeye başlarsınız. Yalnız kalanlar bunu hep yapar. Her şeyi bildiklerini zannederler. Herşeyi bilirsiniz.
  • Yaşadığınız hayalkırıklıklarını düşünüp değerlendirirsiniz. Sadece ölümcül yaralar açan bir duygu olmaktan çıkıp, size yaşam hakkında fikir verirler.
  • ve en önemlisi, bir kere yaptığınız bir hatanın tekrarlanması ihtimalinin ne kadar aptalca olduğunu farkeder, bir takım pembe hayallerden kurtulursunuz.

10 Şubat 2008 Pazar

...


"(C)anlılarda ahenk (uyum, bütünlük) bozulduğunda tabiatta da bir dağılma baş gösterir ve acı (zafiyet) ortaya çıkar." ... "Sonra ahenk yeniden kurulup tabiata dönüldüğünde (tabiat eski yerine avdet ettiğinde) haz (sıhhat) dediğimiz şey meydana gelir. En önemli meseleler hakkında en az ve en kısa sözlerle ancak bu kadar söyleyebilirim" (Platon, Philebos, 31 d-e)

6 Şubat 2008 Çarşamba

And Oscar Goes to...Nowhere.


Ulak filmi.. Büyük beklentilerin, olumlu önyargıyla gidildiği halde büyük hayalkırıklığı yarattığı bir Çağan Irmak filmi.

İzlemediyseniz, bu yazıdan hiçbirşey anlamazsınız.

Fragman, sloganlar, yapılan ilk eleştiriler, hepsi "zaman ve mekandan bağımsız" bir film iddasında. Doğru, mekandan bağımsız, herhangi bir şehir, herhangi bir ülke yok. Hatta öyle ki, biri bir ağızla konuşuyor, diğeri farklı bir ağız ile cevap veriyor (bkn. Nevşehir-Kütahya ağzı)

Enfes makyajlar, kostümler hazırlanmış. Köy, kendi halinde, bağımsız. Dekor süper. Kamera geçişleri ve ses tonları, insanı kaliteli birşeylerle karşılacağı ümidini veriyor ve Çağan'ın filmi başlıyor.

Aman, bir film izledikten sonra damağımda ucuz bir tad kalmasından nefret ediyorum. Hayaletlerin dile geldiği filmin ilk yarısındaki o komik sahneye kadar, hakikaten heyecanla bekliyordum. Ama beş kişinin beyazlara bulanmış ve çok az silikleştirilerek (bari azıcık uğraşsalardı) ortaya çıkıp aynı ağızdan çok etkili olduğunu sandıkları cümleleri kötü bir senkronla tekrar etmeleri ne yazık ki tüm heyecanımı tatsız bir şaşkınlığa çevirdi. Sonuçta Türk filmidir, efekt kaygım olmamalı diye devam ettim izlemeye, senkronu da yok sayarak. Ardından 2. yarıda tüm gizem çözüldüğünde, aslında ortada ne tutarlı bir hikaye, ne masal, ne rivayet, ne hakikat olduğu ortaya çıktı. Ağır ifadelerle ağırca söylenen boş cümlelerden tutun da, basit oyunculuğa kadar, herşey BERBATtı. Amansız bir illete kapılıp ayakları tutmadığı ve arkadaşlarıyla koşup oynayamadığı için kendisini okumaya veren Ahmet'e gelen komik vahiy mi, yoksa yazdığı "kutsal" kitabı çoğaltırken "kitabın tamamını okumaya cesaret edemediği için" yazmayı yarım bırakıp ihanet eden 6.kişinin sebep saçmalığı mı daha akıldan uzaktı, karar veremedim. Zamanında hastalık geçirip sağlıklı şekilde iletişim kurmak nedir asla öğrenemeyen ve hasetle geçen ömrünün sıkıntılarını düşünmeye zamanı kalmasın diye kitap okurken sağlıklı insanlara diş bileyen her çocuğa vahiy gelse, durum vahim olurdu büyük ihtimalle. Bu insanlar dünyayı ne zannediyorlar Allah aşkına?

Diğeri de ucuz bir Yehuda göndermesiydi, ama filme sindirememişler mevzuyu, can sıkıcı.

Bu film nasıl bu kadar abartıldı, anlayamıyorum. Ucuz yapımların üstünü parlatıp yedirilmeye çalışılmasına, üzülüyorum.

Bir sahnede masalın kalanını hasta olduğu için dinleyemeyen ve kardeşinden ilgiyle anlatmasını bekleyen kız çocuğu yataktan öyle bir düşüyor ki, avuçları kan içinde, kollar iki yana açık, beden sopa gibi. İsa'nın burada işi ne?

Gereksiz bir film, çok gereksiz. Demedi demeyin.

Tek bir oscar var elimde, onu da büyük bir içtenlikle neredeyse oyunculuk yapmayıp kendilerine tekrar edilen her cümleye inanmış çocuk oyunculara verdim gitti.
Hoho'dan Ek: Masalcının çocuklara anlattığı hikaye aşırı şiddet içeriyor, bu mudur?