16 Haziran 2009 Salı

Yazmak Üzerine 1 (Yazma İhtiyacı)














Yazmak kıymetli bir eylemdir. İnsanın düşüncelerini toplamayı, savruk düşünceleri üzerine düşünebilmeyi sağlar. Toparlar, ne düşüneceğinizi “seçme” özgürlüğü verir. Kafada uçuşan bağlantısız düşünceler ve görüntüler çoksa ve onları bir araya getirebilme gücünüz biraz bile zayıfladıysa, oh evet, oldukça yıpratıcıdır… Bu konuda kendime yıllarca pek yakıştırdığım, beni tanımladığını düşündüğüm bir cümleyi Mark Twain çok güzel ifade etmiş: “Şaşılacak kadar çok aklım olmalı! Bazen, haftada bir kez aklımı başıma toplamam gerekiyor.”


Bu noktada yazmak, zihnin toparlanmasını sağlar. Amaçlara odaklanılmasını, sevilen, sevilmeyen, her şeye dair düşüncelerin güzel bir taslağını oluşturur. Pek çok kişisel gelişim kitabında (ah bir de hangileri olduğunu hatırlasam) yazmayı bir teknik olarak vermeleri boşuna değildir. Çünkü gelişim; kişisel farkındalıkla, ve kişisel farkındalık biraz da kafada geçenlerin ne olduğunun bilinmesi ve buna karşı bir bakış oluşturulabilmesiyle alakalıdır. Dolayısıyla, eğer psikiyatristiniz size “yaz!” diyorsa, hafife almayın.

Tam 12 yaşımdan beri yazıyorum. O zamandan beri neyi dert edindiysem, neyin içinden çıkamadıysam yazmışım. Bazen de yaptığım planları aklımda tutma kabiliyetim olmadığından, bazen de planları uygulamadığımda kendimi rahatlatmak için yazmışım. Her şey hakkında ve en çok kendim, elbette.

Fakat "ihtiyaç olarak yazma eylemi" uç noktalarda rahatsızlık vermeye başlarsa, bir şeyler ters demektir:

4400 dizisini izleyenler hatırlayacaktır. Bir bölümde, ajanlarımız özel güçleri olan kayıp kişilerden birinin daha evini belirler ve merkeze almak için bulunduğu yere giderler. Kapıyı çalarlar, açan olmaz. İçeri girmeleriyle donup kalmaları bir olur. Bütün yer, mobilyasız evin bütün yerinde bir yazarın üst üste istiflediği kağıt öbeklerine benzer kağıt kümeleri mevcuttur ve yürümeye bile fırsat bırakmamaktadır. Kağıtları devirerek, üzerine basarak iç odalardan birine varırlar. Kağıt dolu odanın tam ortasında kel ve terlemiş bir adam, endişe ve sıkılmışlık içinde basit bir sandalyeye oturmuş harıl harıl daktilo kullanmaktadır. Yabancıları görmesine rağmen durmaz ve hızla devam eder. Ajanlar şaşırırlar ve adama ne yaptığını sorarlar. Daktilo sesi durmazken adam cevap verir:

“-hatırladığım her şeyi yazıyorum. Rüyalarımı, anılarımı, fikirlerimi, aklıma gelen her şeyi.”

“Neden peki?”

Adam ıstırap içinde yanıtlar:

“-bunu yapmazsam düşünceler beynimi patlatabilir. Onlardan kurtulmamın tek yolu bu…ve daha 4. Sınıftayım”

Oradaki adam benim. Bu gerçek. Biraz hafifletirsek oradaki durumu, tamamen ben. Bu blog yeni. Bundan başka 2 yıl süresinde yazdığım 6 blog, bu sırada kalemle yazdığım 3 kalın defter, küçük not defterleri, bilgisayardaki Onenote’un günlük özelliği, ve bitmek tükenmek bilmez şekilde çantalarımdan dökülen kağıtlar, kağıtlar, kağıtlar. Bir arkadaşımı beklerken geçen 5-6 dakika içinde arkasına yazdığım saman adisyonlar ayakkabımın içinden bile çıkar. Çok ciddi yazma problemim var.

Bunu ilk evlendiğim zaman, taşınırken fark ettim. Eşimin okumasını istemediğim, belki bir şekilde “bütün zayıflıklarımla” karşılaşmasını gerekli görmediğim için taşınırken kova kova defter parçaladım, kağıt yırttım. Bitmedi. Her yerden, en beklemediğim anlarda çıkıyor. Eskilerden kurtulamadım. İşin kötüsü, kurtulmaya çalıştığım fikir deposuna sürekli yenileri ekleniyor.her ay bir defter alıyorum, kalemleri ise..saymayalım. OfficeStore en sevdiğim mekan. Duramıyorum, yazıyorum.

Bazen dünyayı kurtaracak fikirleri çöpe attığım da oluyor. Lakin:

“Resmen zihindeki düşünce sürecinin karmaşıklığını kaldıramadığım için yazıyorum..Bu nasıl bir lanettir?” (16 haziran, simitçideki notlarımdan)