24 Ekim 2007 Çarşamba


Her sabah, işe gitmek için yataktan kalkmakla kalkmamak arasında bir çelişki yaşıyorum. "Bugün gitmeyeyim. Niye gidiyorum ki? İş bir hapisanedir zaten. Bana ne kattı şimdiye kadar? Neyimi besledi? Yok, yok gitmeyeceğim bugün.."

Gözlerimi açmadan kendimi kandırmaya çalışmam, rahat rahat 15dk sürüyor. Okul zamanından kalma bir keyfiyet, ya da özgürlük. O zamanlar da bedeli vardı, ama böylesine ağır değildi. Derse gitmeyecek olsam yerime birini bulup imza attırırım ve ders notlarını birinden bulurum. ve sabah kimseyle mücadele etmek zorunda kalmadan uykumu alırım.
Fakat çalıştığınız zaman pek böyle yürümüyor işler. gitmeyeceksem sabahtan arayıp haber vermem, geçerli mazeretler bulmam vs vs gerekir. İğrenç üstüne iğrenç.
Yine de gitmek istemiyorum her sabah.
Göz kapaklarım küflü mahzenin kapıları gibi gıcırdayarak ağır ağır açılır gibi olduğunda, gözbebeğim isteksizce telefonun saatine kayıyor. "Hala 7dk var..."
Sineğin kanadından yağ çıkartırcasına sömürdüğüm saniyeler ve dakikalar en mutlu diyarım oluyor. An duygusundan sıyrıldığım anlar. Olmak istediğim yerde olduğum, at koşturduğum, herşeyin benim hayalgücüm ve keyfime bağlı olduğu..
Derken Acme örslerinden, üzerinde "mecburiyet" yazılı olanı başıma düşüyor. Bundan bir yıl önce yazdığım bir sabah uyanışında yine örslerden bahsetmiştim. Çünkü inanmasanız da gerçekten düşüyor.
Uyanıyorum. Kısır bir gün başlıyor.
**
Birinden uzak kaldığınızda o kişiyle paylaşabileceklerinizin düşlerinde kaybolup özlemle ağlarken, tekrar kavuştuğunuzda o düşlerin esamesinin bile okunmaması çok ilginç. Fotoğraf makinem olmadığında her baktığım yerde parmaklarımdan oluşturduğum kadraja sığdırabildiklerimden heyecanlanıp, elime makineyi aldığımda çekecek bir şey bulamamam gibi birşey. Sanırım insanın kendi kendisini Challenge etmesiyle ilgili bir tatmin. "ohooo neler yapardım eğer şöyle olsaydı böyle olsaydı" filan.

Kaçmaya çalışıyorum.

Ama aslında işten değil. Kendimden. Koca bir günün ağırlığıyla mücadele etmek istemiyorum. Düşünmekten, şüphelenmekten, kendimi bilerek ve baştan kabullenerek soktuğum kısır döngülü düşüncelerden bunaldım. Her sabah. Her sabah aynı diyalog. Ve hala rutinleşmedi.

Minik karıncalar geziyor beynimin içinde. Gıdıklanıyorum bazen.
Son zamanlarda öyle çok, karmaşık, tuhaf şeyler yaşadım ki.
Asla olmaz sandığım şeyler oldu bitti.

Şiştim, şiştim.. patlayamadım. Canım sıkıldı, ağladım. Herşeyi kendimden çıkarmak gibi bir sorunum var.

Ama saçlarımı kızıla boyattım! Bunu iyi birşey olarak söylüyorum.
Yakın zamanda fotoğraf ekleyeceğim.
Son zamanlarda öyle çok, karmaşık, tuhaf şeyler yaşadım ki.

Asla olmaz sandığım şeyler oldu bitti.

Şiştim, şiştim.. patlayamadım. Canım sıkıldı, ağladım. Herşeyi kendimden çıkarmak gibi bir sorunum var.

Ama saçlarımı kızıla boyattım! Bunu iyi birşey olarak söylüyorum. Sarışınken birden ağır bir kızıl üzerimde teyet durmadı.

23 Ekim 2007 Salı

Yakala Güneşini

Sunny diye bir içecek var. Geçmişte "sunny güldürür" sloganıyla başarısız bir reklam kapmanyası yürütmüştü. O zaman da komik diye hoşuma gitmişti, ama yeni reklamını gördüğümde Çarpıldım.
Çünkü ben eskiden doğa olaylarını kontrol edebildiğimi düşünürdüm.
Bu şarkı da hayatımın fon müziği olsun.


Sunny, yesterday my life was filled with rain.
Sunny, you smiled at me and really eased the pain.
The dark days are gone, and the bright days are here,
My sunny one shines so sincere.Sunny one so true,
I love you.
Sunny, thank you for the sunshine bouquet.
Sunny, thank you for the love you brought my way.
You gave to me your all and all.Now I feel ten feet tall.
Sunny one so true, I love you.
Sunny, thank you for the truth you let me see.
Sunny, thank you for the facts from a to c.
My life was torn like a windblown sand,
And the rock was formed when you held my hand.
Sunny one so true, I love you.
SunnySunny, thank you for the smile upon your face.
Sunny, thank you for the gleam that shows its grace.Y
oure my spark of natures fire,
Youre my sweet complete desire.Sunny one so true, I love you.
Sunny, yesterday my life was filled with rain.
Sunny, you smiled at me and really eased the pain.
The dark days are gone, and the bright days are here,
My sunny one shines so sincere.
Sunny one so true,
I love you.I love you.I love you.I love you.I love you.I love you.I love you.

22 Ekim 2007 Pazartesi

Sigara Enayiliği

Hep yıkım, hep yıkım getiriyor beklentiler insana. Ne yıkıma aşığım, ne beklentiye. Ne nefesim kaldı, ne ciğerim.
Sigara da sıçtı ağzıma.
"-24 yaşında sigaraya başlamış biri olarak, kusura bakma ama çok enayi geliyorsun bana." dedi bir arkadaşım. Lise 1'de, özentilikten başlamış.. Birşeylere özenme yaım geçtiğinden, neden başladığımı anlayamıyor.
"-Cildin de soluklaşmaya başladı, farkında mısın?"
Şaşırdım. Yumruk gibi indi beynime bu cümle. Asli olduğunu sandığım şeylerle boğuşurken, gerçekten asli olanları harcıyorum. Hemen aynaya baktım.
"Yok canım.. Aynı işte."
"-Gözünün altı böyle miydi?" (Hafif başlayan karaltılardan bahsediyor) "Ya tenin? Sen beyaz tenlisin, herşey cildinden çıkar. Yüzündeki pembelik gitmiş. Sen kendine ne yaptığını zannediyorsun??"
3 aydır sigara içiyorum. Yeni içiciler gibi ürkek ürkek değil, tiryakiler gibi, her zehir zerresini içime çekerek, doya doya içiyorum. Hayatımda daha önce hiç içmemiştim.
Bırakmayı düşünmüyorum.
İlk sigarada başım dönüyor, o an varsa sinirim, anında "donuyor". Tüm duygularım donuyor. Düşünmeye başlıyorum.
Gözyaşımı donduruyor.
Düşünüyorum.
---

Rüyamda Atatürk'ü gördüm.
"Paşam, nasıl oldu, anlatın" dedim. Cumhurbaşkanlığının önünde yürüyorduk.
"480 senesiydi, yanlış biliyorsunuz" dedi.
"Kaç kişiydiniz?" dedim.
"10" dedi.
"Atam, anlatın ne olur" dedim.
Anlattı. Ama hatırlamıyorum.
"Yarın gece tekrar gelin" dedim.
Söz verdi.

18 Ekim 2007 Perşembe

Poh Poh


Hayatında hiçbir şey için sahip olduğu potansiyelin tamamını kullanmamış bir insan, sahip olduğunu sandığı şeyin sınırı hakkında sadece kendi çıkarımlarına mahkum olmak zorundadır sanırım.

Ne demek istiyorum?

Şunu.

Ben hayatımda hiçbirşey için kendimi verimli kullanmadım. Üniversite sınavına hazırlanmadım. Dersaneye gittim, ama sadece gittim. Bugün çevremden duyduğum "günde en az 5 saat" muhabbetim hiç olmadı. 50dk, belki. Neşeme göre.

Hiçbir erkek içini "ne yapabilirim benim olması için" noktasında düşünmedim. Hep akışına bıraktım. Ben bendim. Zorlamadım.

İşe girdim. Ama hiç iş aramadım. Gittiğim ilk iş görüşmesinde işe alındım. . .


Bu şu demek. Hiç gerçekten tehdit altında hissetmemişim kendimi. Birşey-siz kalma korkusu beni hiç yakalamamış. Zaten hırslı bir insan değilim. Fani şeyler bunlar diyerek geçiyorum. Kenimi, neler yapabileceğimi hiç sınamadım. Meşhur "potansiyelim" hakkında bilimsel bir verim yok. Uğraştım ve başaramadım dediğim hiçbirşeyim olmadı.

Düşününce, belki de uğraşıp başaramamış olmak daha ağır gelirdi, çalışmamaya kaçtım. Bunu ancak Tanrı bilir.


Ama hayatımda ilk defa birşey için çok ciddi mücadele verdim. Önceki yazılarımda beynimi patlama noktasına getiren olasılık hesaplarından bahsetmiştim. Bütün bunlar, odanklandığım konuyla ilgili.

Tehdit altında olmayı deneyimledi bünyem. Tüm vücudum, alarma geçti. Her hücremle düşünmeye başladım. Bir bağlantı diğerini, bir düşünce diğerini çekti. İlk defa odaklandım, düşündüm uzun uzun. Düşünmediğimi sandığım zamanlarda bile zihnimin arka planında çalışmaya devam ediyordu veri işleme süreci. İşledi, işledi.

İşledikçe düşünce tembelliği yaptığım zamanlardan kalma paslar atıldı, zihnim ışıldamaya başladı. Birçok şeyi görmeye başladım.

O noktada kendimden korkuyorum. Almak istediğim ve inanılmaz şekilde ulaştığım bilgi beni mutlu etmiyor. Bilginin mutlu etme gibi bir misyonu yok elbette. Ama sanırım ben öyle ummuşum. Keşifler her zaman eğlencelidir zannetmişim. Her zaman değil-miş.


Artık hiçbirşeyden korkmuyorum. Evey'in atıldığı sahte hapisanede, onun gibi saçlarım traş edildi sanki. Beni ben yaptığını sandığım ilk ilüyondan böyle kurtuldum. Nefes alamadım. Soğuk, taş bir odada, korktuğum zaman ısınmamı sağlayan düşlerimi azad ettim.




Bu Beyinde Sıkıyönetim İlan Edilmiştir- On Guard!

Son zamanlarda fotoğraf çekme tutkusu beni yine ele geçirdi. Şu an çekemiyorum, çünkü makinem yok. Geçen sene sattım. Şuan ise çıldırmış gibi fotoğraf çekmek istiyorum.
---

İnsanlardan etkileniyorum. Hem olumlu hem olumsuz olarak. Birinin çektiği acıyı derinden hissedebiliyor, buna hayli üzülüyorum. Kendimi yok yere mi üzüyorum? Yaşanan duygular hiçbir zaman "yok yere" yaşanmaz..

Tuhaf şekilde, sevdiklerimi bir gün kaybetme korkusu geldi, buldu beni. Şu aralar bırakın klasikleri, normal kitapları okumayı kaldırmayan beynimi tv dizileri izleyerek "boşaltmaya" çalışıyorum. Fakat aslında iyi gelmiyor. Dün Yaprak Dökümünü izlerken, ağla, ağla, öldüm. Çok acıklı bir sahne yoktu aslında. Ama beni sonunda rahatlatan bir kurgusu da yok.

Roma döneminde yaşayıp birkaç trgedya izlemenin bana çok daha fazla yarayacağına karar verdim. İnsana yarayan kurgu kesinlikle o şekilde olmalı. Başlarken herşey tanıdık gelmeli, komik unsurlarla kişiler tanıtılmalı, sonra olaylara entrikalar girmeli, tansiyon yükselirken insan ruhunu beslemeli, ağlatmalı, düğümlenmeli, ve sonunda tam yüreği kaldırmama noktasına dayandığında insan, çözüme kavuşturularak tekrar gevşemesi sağlanmalı. Mutlu sonlarla oyun bitmeli, umutlar aşılanmalı, zorluklar karşısında dayanmanın insana mutluluğu getireceği mesajı verilmeli...Erdemler yüceltilmeli, ruhlar dingineştirilmeli.
Diziler ise sürekli düğümlüyor düğümlüyor, erdem yozlaşıyor, umut tüketiliyor.. Tükenmiş karakterlerle devam ediyor olaylar. Gevşeyemiyorum bir türlü. Tam bir sevgi gösterisi görüp rahatlarken, birbirlerine sarılmış çiftin bir tanesinin gözündeki abartılı "seni ne güzel uyutuyorum" bakışıyla karşılaşıyor, tekrar tetiğe geçiyorum.

Kafam çok çalışıyor, aşırı. Bir milyon olasılık aynı anda geçiyor süzgeçten, en muhtemellerinin, muhtemel kombinasyonları o saniyede sıraya diziliyor. Görüş alanım büyük bir ekransa, karmakarışık tablodaki 1 piksellik (evet, 1 piksel,yalın) tuhaflık ihtimali beynimin rejim kuvvetlerince affedilmiyor, yakalanıyor. Hemen yeni kombinasyonlar hesaplanıyor. Odaklandığım konuyla ilgili beynimde sıkıyönetim ilan edilmiş. Kendilerine bu kadar mükemmel çalıştıkları için teşekkür borçluyum. Ama işlemci yanmak üzere. Yanan diğer şeylerin yanında.

Kafam çok çalışıyor, aşırı. Ama yok yere şeyler için. Keşke bu konsantrasyonu istediğim konularla ilgli de koruyabilsem.

Belki de haklıdır..? Tv izleyeceğime oturup İlyada'yı okumalıyım.

----

9 Ekim 2007 Salı

What If..

“What if”; olgular üstüne kafa yoran insan için aşırı tehlikeli bir kurgu. Beraberinde getirdiği olasılıklar evreni, birkaç tanesini düşünmeye başladığınızda dahi insanı paranoyak birine çevirmeye yetecek kadar çılgınca. “Ya böyle olmasaydı da…şöyle olsaydı..?”

Bazen paranoyak insanların kafası çalışan yegâne insanlar olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir “what if..” değilse bir diğeri mutlaka gerçeği 12’den vuruyor. Hangisinin “olan” hangisinin paranoya olduğunu ayıramamak da, zavallı insanın zayıf özelliği.

Sandığımız kadar iyi değiliz.

Sandığımız kadar akıllı değiliz.

Sandığımız kadar kuvvetli, değiliz.

Bu olasılıklar evrenindeki pek çok ihtimali aynı anda aklına getirebilen insanlara, sanatçı diyoruz.

Sanatçı paranoyak, huzursuz, sorunlu kimsedir.

Her paranoyak, sorunlu, huzursuz kimse sanatçı değildir.

Huzursuzluk her zaman gözle görülür alana yansımak zorunda değildir. Paranoyak insanların alnında yazmaz, kamufle olmuş olabilirler. Sorun, her zaman kendine siyah rengini seçmez, ifade edilmek için.

Uğurböceği hastalandığında kırmızısının tonu açılır.

Ruhum uğurböceği misali, hastalanınca rengi nicedir?

Algı Mağarası-Oyun

Tam önlerinde, ciddi bir uçurum vardı. Mağaranın nem kokusu, basık duvarlardaki sarkıtlardan damlayan tek tük iyonize olmuş buhar damlaları ve birkaç adım ileride karşılarına birdenbire çıkan ciddi bir uçurum.

Gilda, duygularını ifade edebilecek kelimeler bulamıyordu. Büyük bir labirent-mağaraydı bu, görsel algıyı yanıltmakta dünya üzerinde varolamayacak gelişmişliğe sahip, bubi tuzaklarıyla dolu.

Bubi=Aptal. Aptallar için hazırlanmış tuzaklara sadece aptallar düşer. 5 saattir içerideydiler, fakat beş yıl geçmiş gibi yorgundular.

Mağara- labirent, insan algılarıyla oynamaktan zevk alan bir çeşit yaşam formu gibi hareket eden, bir yoldan giderken birden duvarları silikleştirerek farklı seçimler yapmanızı gerektiren yollar çıkaran, bir anda dev bir kütlenin altında kalma tehlikesiyle yüzleştiren ve o anda yaşanan korkudan beslenen, iradeye sahip bir canlı gibiydi. Tehlike gerçek de olabilir, tamamen algısal bir yanılgı da. Mağara insanı okuyordu. Onun duygularını, seçimlerini “izliyordu”. Mantık vs duygu. Mağara bu çatışmadan adeta zevk alıyordu. Ve buna göre karşısına tuzaklar çıkarıyordu..

Bubi tuzakları.

“Aptallar için hazırlanmış tuzaklara sadece aptallar düşer” diye mırıldandı Gilda.

Buradan çıkabilirdi.

Uçurum bir illüzyon olabilir. Karşısına çıkan her tuzağı mantıklı şekilde görüp ilüzyonu fark etmesine rağmen, daha henüz “dur” noktasında iken, tam dur kararını vermeyi düşündüğünde devreye duyguları giriyordu. Ve illüzyon o noktada onun için gerçeğe dönüşüyordu. Eğer uçuruma inanırsa gerçek olabilir mi?

Aynı anda girmişlerdi buraya. Bir anda. Güvenebilecekleri bir tek birbirleri vardı.

Morris’e inanmak isteme duygusu, mantığı delik deşik eden kör balta. Ve bir de.. gizliden gizliye içeriye yerleşen ve filizlenen örtük sevgi.

Bu kaçıncı bubi tuzağıydı yakalanmak üzere olduğu?

“Bak, merdiven var”, dedi Morris.

Baktı.

“Hangi merdiven?”

“Önünde duran merdiveni görmüyor musun?”

Morris’in gözlerine baktı.

Her zaman masum, her zaman kaçamak bir giz taşıyordu o renkli gözler. Morris, kendini yok etme pahasına, sırf oyundan zevk aldığı için ona “bubi” muamelesi yapabilirdi. Karşısındakinin yanarken nasıl çığlık attığını duyarak kendini güçlü hissetmek için ateşe itebilirdi. Bir “can” sahibi olma ve o can üzerinde insiyatif kullanma hakkı bakımından eşit yaratılmış insanlar arasında kimin kimden üstünlüğü var? Ama eğer bir eşit diğer bir eşit can üzerinde onu temelden sarsabilecek bir etki sağlayabiliyorsa, bu eşitliği bozup “üstün” sıfatıyla ödüllendirilir. Onun canını yakabilmiş olma durumu, ve hatta onun canını “sonlandırabilme inisiyatifinin” gücü, sınırsız bir ihtirasla insanı çeker. Kendini kendine ispat etme yolu olarak bu “can alma” rolünü seçen insan, aynı zamanda kendini Tanrı’ya eş koşmuş, kudret bakımından denklik kurarak üstün benliğini beslemiştir. Huzur, sadece bu ispat oyununda varoluşsal bir gereksinime dönüşebilir. Oyun, canlı türünün kurgulama ihtiyacını giderebileceği tek yöntem. Kişi rol dağıtacak, senaryo yazacak ve yazdığı senaryoyu diğerlerine zorunlu dayatma yöntemiyle, kurgusal başlayan rolleri gerçekleştirecek. Kendini gerçekleştirecek. Büyük bir hırs.

Artık gerçek, sadece sezgilerden oluşan dengesiz bir tahterevalliden ibaretti. Tahtanın hangi ucunun “gerçeğe” basacağını Tanrı bilirdi. Gilda'nın, kendisine yalan söylendiğinde nükseden o kararsız tedirginlik hissi parmak uçlarına kadar indi, vücudu iyice gerildi.

“Orada merdiven yok…”

“Hmm.. Öyle mi dersin?”

“…”

Morris gözlerini kıstı.

Bir çeşit basınç kafatasına hücum etti.

Bir Tanrı olarak yücelmişken, hangi kuluydu bu; onun sözlerini inkar edebilme cüretini gösteren?? Sahnedeki oyuncular birden işi bırakma hakkına sahip değiller! Yazmış olduğu senaryoyu eleştirme hakkı oyuncuların değil, yazarındır! Nasıl, yani bir isyan mı bu? Morris’in kimyası hareketlendi. Bir reddediş, onun gücünü? Kim, kim bu güç oyununda kendisine meydan okuyan, sistemi bozup, büründüğü ve iyiden iyiye inanmaya başladığı egemen rolüne tehdit getirebilen?

Yumruklarını sıktı, elleri gücünü emen bir paratonermiş gibi, akışı durdurmak için.

(…devamı yarın.)

6 Ekim 2007 Cumartesi

Hayatın Fotoğrafı


Hayat böylesine karmaşık, bir o kadar da renkli bir yer..


Hayatın ortasına gelmeden, insanın kendisine iyi geleni seçebileceğini ve ortam-şartlar-insanlar-aileler-kültür-tabular-gelenekler ne dayatırsa dayatsın, onun peşinden koşabileceğini farketmiş olması çok önemli. Sorumluluk sahibi insanlara ve -ması gerekenleri yerine getiren insanlara büyük saygım var. Ama carpe diem bugün demek, şu an demek. Bir filmdeki gaza getirici bir anlamdan çok daha fazlası.

Filmi izlerken begenip alkışlayan, fakat aklına yatsa dahi, oradaki fikri hayata geçirme gücünü kendinde bulamayarak hayatına kalıplar içinde devam eden insanları.. ne yaptıklarını düşünmeleri için düşünmeye çağırıyorum. Hayat ne çok dikkate alınacak, ne de ipin ucu salınacak kadar hafife alınacak birşey.

Şurası kesin ki, sahip olduğumuz en şımarık, en bilge, en eğlenceli, en hüzünlü şey.

Kısacası herşey.

Ben bunun tadını çıkarmayı düşünüyorum.


Geçmiş günü beyhude yere yad etme

Bir gelmemiş an için de feryad etme

Geçmiş gelecek masal bütün bunlar hep

Eğlenmene bak ömrünü berbad etme

Niceleri geldi, neler istediler,

Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.

Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?

O gidenler de hep senin gibiydiler !

...Dünya da ne var kendine dert eyleyecek

Bir gün gelecek ki can bedenden gidecek

Zümrüt çayır üstünde sefa sür iki gün

Zira senin üstünde de otlar bitecek..


Ömer HAYYAM

5 Ekim 2007 Cuma

Çakra Kartlarındaki Fahişe Tapınağı


Açık günce haline gelmekten ne zaman vazgeçti sevgili blogum? Hatırlamıyorum bile. Ama yazmayı, hem de öylesine, aktığı gibi, beynimden geçtiği düzlükte yazmayı çok özledim.

Bugünlerde ilgiç şeylerle uraşma hevesim yeniden baş gösterdi ve kendimi arkadaşımdan "aura kartları" ödünç alırken buldum. Önceleri hermetik çalışmalarıma tarot kartları alarak başlamak istiyordum fakat tarot için en az 4 yıl dualarla vesairelerle zihni ve bedeni terbiye etmek gerekiyormuş. Çünkü enerji alışverişi çok fazla olduğundan, yola korumasız çıkarsanız, kaza yapma olasılığınız da artıyor. Buna sizi ele geçirmeye çalışan farklı canlı enerjilerden tutun da, sizi hasta edecek kadar enerjinizi kaybetme olasılığınız da dahil.
Bu nedenle "Çakra Aura Kartları" çok daha -modern tabirle light- hafif ve tam bana göreydi. Destede hatırladığım kadarıyla 128 (ya da daha fazla) kart var ve hepsinde değişik bir renk ve semboller var. Ayrıca altlarında mesajlar yazıyor. Çakraların rengi ve enerjisine göre düzenlendiği söylenen edilen bu kartlar ve mesajlar, yoğunlaşıp sizin ihtiyacınız olan yanıtları bulmanızda size ilham vereceği ve "sağaltıcı" olarak kullanılabileceği iddasındalar. Oldukça hoş bence!
Yatağın üstüne oturdum, birkaç dakika kalp atışlarımı dinlemeye çalıştım. Kafamdan öyle çok sabit fikir aynı anda geçiyor ki, farklı şeyler düşünmek bir yana, çok elzemleri bile düşünemiyorum bu aralar. Birkaç dakika bile olsa sakin sakin hiçbirşey düşünmemek çok iyi geldi. Malum, karışık bir dönemdeyim.( Hiçbir zaman çok sakin dediğim bir dönemim olmaması da ironik tabi..)
Desteyi yarım ay şeklinde yüzleri kapalı şekilde dizdim. sağ elimi hepsinin üstünde yavaş yavaş dolaştırdım.
İşte beni bulan ilk kart:























"Kadınlığımı sevgiyle kabul ediyorum"
Hmm..
Bir derdim olduğunu hatırlamıyorum kadınlığımla. Acaba saçıma tırnağıma daha çok mu dikkat etmem gerekiyordu?
peh..

SIra ikinci kartta:























"Bedenimin bana sunabileceği tüm cismani mutluluklar içinde bilinçli bir şekilde ve şükran duyarak zevk alıyorum"

Hmm..
Bu kart beni düşüncelere itiyor.

Çünkü daha çocukluk yıllarımı atlatır atlatmaz bedenin erdemsel gelişmede beni ne kadar ve nasıl ileriye taşıyabileceği üzerinde düşünmeye başlamış, tao ile başlayan kitaplara düşmüştüm. Yıllar sonra böyle bir mesajla karşılaşmak, acaba bıraktığım yerden öğrenmeye devam etmem gerektiğini mi işaret ediyor?...
VE son kart:


Nihayet, sağaltımla ilgili bir kart denk geldi.
Bu kart gayet açık, ve seriyi bütünledi. Şimdi mesaj gayet açık.
Çok eski zamanlarda, tapınaklar, kutsal fahişelerle dolu kutsal yerlermiş. Bu kadınlar öyle saf beslenir ve manevi olarak da öyle temiz olurlarmış ki, bu kadınların vajina sularının bazı hastalıklara iyi geldiğine bile inanılırmış. Nasıl ermişler üflerken "nefes" kullanıyorsa, bu kadınlar da "kadınlıklarını" kullanıyorlarmış. Saflıklarını meditasyona, okült ilimlerde ilerlemişliklerine, beslenmelerine ve kalplerinin temizliğine borçluymuşlar.
Kartlar bana 1-kadınlığımı gelişmişlik yolunda kullanmak için gelişmemi 2- bunun için önce bedenimle ilgili keşiflerde bulunmaya devam etmemi 3- bu şekilde dünyaya iyileştirici enerjiler yayabileceğimi söylüyor.
:) Sevindirik oldum.
kihkih..