24 Haziran 2008 Salı

Dava [Bölüm 1]

Sadece kedi besleyen birinin gözlem yeteneğiyle kapılabilecek bir davranış biçimi olan yumuşak bir masumiyet halinde, gözleri iri iri açılmış, oturduğu sıraya ait olmadığı hissini vermede başarılı bir ifadeyle, düşünüyordu. Adliyenin soğuk duvarları ve karaktersiz renklerine tezat oluşturan bekleme sıraları, insana daldığı düşüncelerden kopmak için sebep veriyordu. Gergin bekleyişin en meşru olduğu hollerin küçüklüğü, bireyselliğe de tecavüz eder gibiydi. Tek yapılabilecek şey, beklemekti.

Koridorda yürürken tansiyonumun yükseldiğini fark ettim. Çıplak zemin üzerinde lastikleri düştüğü için görece tiz bir ses çıkaran topuklu ayakkabılarım normalde çok da kadınsı olmayan yürüyüşümü telafi eden bir feminenlik verdiği için hoşuma giderdi, oysa şuan sadece sinir bozuyordu. Tak-tak, tak-tak… Önce avukatımı gördüm, sonra derin bir nefes alırken; onu. Masum kedi ifadesinde temiz yüzlü, dökülmüş saçlarının işaret ettiği zorlukların üstesinden gelmeye çalışmış, üzerinde yakası sökülmüş fakat koyu renkte yok edilmeye çalışılmış naftalin kokulu bir ceket ile öylece oturuyordu. Yalnızlığı; sadece kaçışını varoluşuna çevirmeye çalışan bir ada insanının belki anlamlı sayılabilecek derinliğini değil, aynı zamanda kendini bu kadere hapsetmiş ve aslında kendisini içine soktuğu bu yalnızlığın çok da anlamlı olmadığını sorgulayan bir adamın yalnızlığıydı. Oh, birkaç saniyelik yüzünün ifadesini tam olarak okuyabilecek sakinlikte olsam sadece o an için bile bir kitap yazabilirdim. Fakat fazlasıyla gergindim.

Güçlü pozisyondaydım. En yakın arkadaşım, yine yakın arkadaşım olan avukatım ve ben. Doğum günümü birlikte kutladığım, çalışmadığım zamanlarda zamanımı paylaştığım, bir çeşit hayat ortaklığı kurduğum insanlar. Daimi olarak yaydığım enerjimden beslenip, onu biriktirip, en zayıf olduğum anda ihtiyacım olur diye yanlarında getirdiklerinden, onlarla buluştuğumda kendimi daha güçlü hissettim. Bana sadece kendi enerjilerini değil, benimkini de getirmişlerdi, çok mutlu oldum.

Fazla yaklaşmamaya çalışarak, yaklaşık on metre uzaktaki sıralardan birine oturduk. Mahkemenin akışı hakkında bilgi veriliyordu bana, tek duyduğum anlam örüntüsünden bağımsız kelimeler… yalan beyan… olabilir… arbede… vazgeçiyorum… Gözlerim yandan yandan bu masum kedi görünüşlü sırtlanı süzüyordu, fakat zavallı duruşu benim bile içimi acıtmaya yetmişti. Merak ettiğim bir diğer konu da, benimle iletişime geçip geçmeyeceğiydi. Bana bakıp bakmayacağıydı. Beni süzüp süzmeyeceği. İç geçirip geçirmeyeceği. Bu tam da boşanma davası açmaya giderken giydiği eteğin altından görünen bacaklarına eski kocası görecek diye epilasyon yaptıran kadın davranışı. Ama bunu dişi bir duyguyla değil, hınzır bir çocuğun kendisini sokma ihtimali olan bir yılanın çıkacağını bile bile ince bir çiçek sapıyla yılan deliğini dürtmesi ve sonucu önceden göremeyip deney yapan bilim adamı heyecanıyla beklemesi duygusuyla yapıyor olması... Kendimden utandığım enden anlardan biri. İçselleştirilmiş oyun durumundan aldığım muzip çocuksu haz ne zaman beni terk edecek? Umarım hiçbir zaman. Ama utanıyorum.

Öğrenilmiş bir diğer insani davranış; ne olursa olsun selam verme kültürü, olgun insan olma, belki içinde dini motifler de vardır. Bildiğim tek şey, durumu komik bulduğum ve selam verip vermeyeceğimdi. Zayıflığı, masumiyeti, bir türlü kin bulaştırmayı başaramadığım kinsiz alana dokunuyor, kaygısızlığım onu ezmektense kendisini iyi hissetmesine sebep olabilecek bir bakışın, bir kelimenin bir cümlenin esirgenmesine gerek olmadığını söylüyordu. Neden olmasındı? Benimle ne bağı kalmıştı?

Sadece huzurlu bir güven bakışı verebilecekken ben ne yaptım? Her şeyi yüzüme gözüme bulaştırdım. Bir yandan içimden feci kahkaha atmak geliyorken bir yandan ya beklemediğim bir anda komik bir şey yapar ve ben kendimi tutamazsam diye düşünüyor, bir yandan da kendimi durumun gerçekliğine çekiyor ve farkına varmadan kendimi gergin olmaya zorluyordum. Ona yaklaşmak için hamle haptım, fakat daha o anda pişman oldum. Çaktırmamaya çalışarak yaklaşıp bir şeyler söylemek için ağzımı açtım, fakat sesim çoktan beni uzaktan seyre geçmiş, yalnız bırakmıştı.

Pagan Düğünü [Bölüm 1 ]

Güneşli, parlak, huzurlu bir gün. Doğanın ortasında, yemyeşil çimlerin üzerinde dans eden ışık huzmeleri önceki geceden kalma sı damlalarıyla öpüşüyor ve etrafa rengarenk sarılar, turuncular, morlar saçılıyor. Gaia en cömert gününde, orada bulunan bir avuç kalabalığı sarıp sarmalıyor, kaygılarından sıyırıp, sadece “o” günü yaşamalarına izin veriyor. Doğa o günü kutluyor, taze meyvelerle dolu altın yaldızlı tabaklar beyaz örtülü masaların üzerinde, meyveler gelen konukların kendilerini seçmeleri için en çekici renklerine bürünmüşler. Yaşayan her şey göz kamaştırıcı, her bir toz zerresi yaşıyor. Nefes aldığımı hissediyorum. En mutlu günüm…

Darmadağın sarı, kumral saçlarına papatya taçları takmış küçük çocuklar kahkahalar atarak etrafta koşturuyorlar, uzun elbiselerini uçura uçura. Rengarenk giyinmişler, tüm enerjilerini dünyaya salıveriyorlar. Ellerinde taze çiçekler, birbirlerini gıdıklıyor, oyun oynuyorlar. Kahkahaları huzuru tamamlıyor, en güzel zihin müziğine eşlik ediyor.

Sarı yaldızlı bileklik takmış vücudu yağlarla ovulmuş ve saçları yeşil zeytin yapraklarından örülen bir tokayla başının üstüne tutturulmuş bir kadın arp çalıyor. Minik sütunlarla yeşilde çevrelenmiş özel bir alanda. Yanında kırmızı şaraplar var, konuklar beğenilerini bir bardak şarap doldurup arpın yanına bırakarak dile getiriyorlar. O kimseyi görmüyor, müziğiyle bütünleşmiş şekilde çalıyor, ruhunun doyumsuz açlığını üreterek doyurmaktan başka çaresi kalmamış halde. Dudağının kenarındaki minik kurdele ciddiyetinden verdiği tek taviz, yaptığı şeyden ne kadar zevk aldığını düşündürüyor insana, asaletine en ufak bir gölge düşürmeden.

Biraz ortaçağ, biraz ortadünya kokuyor etraf. Sembolik minik roma sütunları ve güvercin havuzlar geline heykeltıraş arkadaşlarından hediye. Herkes yaldızlı sanki, gözler yaldızlı her şeyden önce.

Pagan Düğünü [Bölüm 1 ]

Güneşli, parlak, huzurlu bir gün. Doğanın ortasında, yemyeşil çimlerin üzerinde dans eden ışık huzmeleri önceki geceden kalma sı damlalarıyla öpüşüyor ve etrafa rengarenk sarılar, turuncular, morlar saçılıyor. Gaia en cömert gününde, orada bulunan bir avuç kalabalığı sarıp sarmalıyor, kaygılarından sıyırıp, sadece “o” günü yaşamalarına izin veriyor. Doğa o günü kutluyor, taze meyvelerle dolu altın yaldızlı tabaklar beyaz örtülü masaların üzerinde, meyveler gelen konukların kendilerini seçmeleri için en çekici renklerine bürünmüşler. Yaşayan her şey göz kamaştırıcı, her bir toz zerresi yaşıyor. Nefes aldığımı hissediyorum. En mutlu günüm…



Darmadağın sarı, kumral saçlarına papatya taçları takmış küçük çocuklar kahkahalar atarak etrafta koşturuyorlar, uzun elbiselerini uçura uçura. Rengarenk giyinmişler, tüm enerjilerini dünyaya salıveriyorlar. Ellerinde taze çiçekler, birbirlerini gıdıklıyor, oyun oynuyorlar. Kahkahaları huzuru tamamlıyor, en güzel zihin müziğine eşlik ediyor.



Sarı yaldızlı bileklik takmış vücudu yağlarla ovulmuş ve saçları yeşil zeytin yapraklarından örülen bir tokayla başının üstüne tutturulmuş bir kadın arp çalıyor. Minik sütunlarla yeşilde çevrelenmiş özel bir alanda. Yanında kırmızı şaraplar var, konuklar beğenilerini bir bardak şarap doldurup arpın yanına bırakarak dile getiriyorlar. O kimseyi görmüyor, müziğiyle bütünleşmiş şekilde çalıyor, ruhunun doyumsuz açlığını üreterek doyurmaktan başka çaresi kalmamış halde. Dudağının kenarındaki minik kurdele ciddiyetinden verdiği tek taviz, yaptığı şeyden ne kadar zevk aldığını düşündürüyor insana, asaletine en ufak bir gölge düşürmeden.



Biraz ortaçağ, biraz ortadünya kokuyor etraf. Sembolik minik roma sütunları ve güvercin havuzlar geline heykeltıraş arkadaşlarından hediye. Herkes yaldızlı sanki, gözler yaldızlı her şeyden önce.

17 Haziran 2008 Salı

Çoluk çocuk basmış blog alemini.

Bu ne ya..

9 Haziran 2008 Pazartesi

Haftasonu

Bugünlerde strese girmeye, düşünmeye ayırdığım zamandan daha fazlasını harcıyor olduğumu fark ettim. Stres Alerjisi diye bir şey varmış, ondan çıktı! En son –ve ilk defa- geçen sene çok çok stresli zamanlar yaşadığımda tanışmıştım kendisiyle. Kaşınıyor, kızarıyor ve fazlasıyla canımı sıkıyor.
Pazar günü Jethro Tull konserine gittim. Detayları başka yazıda anlatacağım. Hacettepe Beytepe Açık Hava Tiyatrosundaydı. Oraya daha önce gitmemiştim ve oturma düzenini, mekana ait detayları bilmiyrdum. Bu nedenle önlere yakın olayım diye üç katı para verdiğim sahnenin ön tarafında, yanımda, en arkada oturanlarla omuz omuza şarkı dinlediğimizi fark edince, eh, sinir olmadım değil. Niye o kadar kategoriye ayırırlar sanki? Herkes aynı yerde dinlemiyor mu sonuçta?? Peh… Fotoğraf çekmek için gitmiştim gerçi ve bir arkadaşın da benimle olması günü ve geceyi kurtaran tek şeydi. Onun makinesini kullandık, hakikaten süper bir makine.
Benim kameram maalesef cumartesi günü talihsiz bir olay sonucu bozuldu.
Güzel güzel bağımsızlığımı yaşadığım bir gündü, güzel başlamıştı. Uyanmış, GJ’de oregonumu içmiş, eve gelip duş almış ve makinemle cumartesi günü kitap alışverişine çıkmıştım. Aklımda onlarca şey, tepede güneş, kızılayda türbanın yasaklanmasını destekleyen gösteri ve günün yüksek dozlu “satureyşın”ı vardı. Yanında fotoğraf makinesi olan bir amatör fotoğraf heveslisi için daha ne olsundu?? Polislerin nizami fotoğraflarını çektim, silahlarını çektim, gösteri yapan grubu çektim… ah pek keyifliydi.
kayıtlara girmesi açısından: 1- Bu tarz olaylarda elinizde tuttuğunuz fotoğraf makinesi diğer insanlarla aranıza Fucoult’un “özne ve iktidar” makalesinde nefis dile getirdiği örtük bir iktidar ilişkisi koyuyor. Bu iktidar ilişkisinde otorite koltuğuna yine örtük olarak kuruluyorsunuz: insanlar size yol açıyor, meraklı bakışlar size yaklaşmaya çalışıyor, ve birinden yardım istediğinizde normalde aksiliği tutacak bile olsa hemen isteğinizi yerine getiriyor. Yoksa hangi güç huysuz büfecinin sandalyesinin üzerine ayakkabılarımla çıkmamı sağlayabilirdi?? 
Neyse…
tam alışverişimi yaptım dönüyordum, işportacının elindeki renkli ipler dikkatimi çekti. Biraz durdum ve kendisiyle pazarlık yaparken, yaşlı bir kadın koluma yapıştı, kendisine para vermem için. Normalde elimdekileri veririm. Bugün o, yarın ben… Hayatın ne getireceği belli olmaz, hepsi iyi olsun, hepimiz iyi olalım. Ama her nedense hatun sırtımı sıvazlayıp kolumu tutup çekiştire çekiştire para isteyince tepem attı ve para vermedim. Vermediğim gibi, aksilikle tersledim, akıl verdim, kısacası ne kadar iğrenç davranış varsa sergiledim ukala ukala. Bir de üstüne beni korkuttuğunu ima ettim, iğrencim… yürüyerek oradan uzaklaşınca, haliyle iki dakika içinde gerçekliğimde ne kadın kaldı, ne dilenmek, ne de ukalalık. Yine düşüncelerime ve duygularıma dalmış şekilde otobüs durağına doğru yürürken yakaladım kendimi.
Aklımda Pazar günkü konser vardı. Fotoğraf çekeceğimi düşünüp heyecanlanıyordum. Otobüse binmek üzere ilk adımı atmamla çotaaa diye bir ses duymam bir oldu. Bir döndüm ki, gözümden sakındığım makinem kapak lens yerde serili.
O anda, daha o ilk şok anında anladım, bu benim cezam. Makinem bozuldu. Haftaiçi tamir ettireceğim, ve yok yere para bayılacağım. Kimbilir dilenci kadına verebileceğimin kaç katı… sonuç olarak canım sıkkın… ders oldu ders..