30 Temmuz 2008 Çarşamba

Pıt

Dün anneme uğradım, evde kardeşim. Sohbet ediyoruz. Canlı izlediğim AKP kapatılmadı haberini anlatıyorum. Kardeşim umarsız sırıtışlarla dinliyor.

"-Yani nihayet sonunda parti kapatılmadı, ama Orkuncum partiye büyüüük bir ihtar vermişler, sözde."

"Hmm, büyük ihtar ha? Ne yapmışlar, burunlarına "pıt" mı yapmışlar???"

21 Temmuz 2008 Pazartesi

What Dreams..

Uzun, upuzun beyaz tüller asmışlar gökyüzüne. Beyaz tüller, öyle uzun ki, uçurtmaların ulaştığı en yüksek yerden aşağıya kadar iniyor ve zarafetle dalgalanıyor. Her tül öbeğinin etrafında insanlar var, uçuyorlar. Beyaz elbiseler giymişler, tülle oynuyorlar. Çocuklar da var, tüllerin arasına saklanıyorlar, oyun oynuyorlar. Onları izlemek çok hoşuma gidiyor. Esnek vücutlu ip gösterileri yapan kadınlara her zaman vücut hâkimiyeti ve kas gücü bakımından hayranlık duymuşumdur. Beyaz kıyafetli kadınlar da vardı, bacaklarına tülü dolayıp ellerini bırakarak dalgalanan.

Yatmadan önce “What Dreams May Come” izlemiştim. Oradaki Marie’nin evreninden etkilenmiş olmalıyım. Operacı uçan Romalı kadınlar, suyun üstünden uçarak kayan çocuklar, anfi tiyatro merdivenleri. Güzel bir cümle vardı:

“Fiziksel olan illüzyondur, zihnindeki ise gerçek. Çelişkili görünüyor değil mi?”

Uykuya dalarken, acaba benim zihnimdeki ölüm sonrası evren neye benziyor sorusunu düşünüyordum...

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Dava [Bölüm 2]

(…)

Kendimi, gülmemeye zorlayarak “merhaba” demeye çalışırken buldum. Suratsızdı. O sırada daha önce bana ulaşabilmek için defalarca küfür ettiği arkadaşım içten gülümsemesiyle ona yaklaşıp onu yanaklarından samimiyetle öptü. Kendisini iyi hissetmeye ihtiyacı olduğunu hepimiz fark etmiş, sözsüz bir anlaşmayla ona yardımcı olmada işbirliğine varmış gibiydik. Bu da tokadı yediğinde diğer yanağını çevir zihniyeti olsa gerek.

Fakat beni daha çok eğlendiren bir şey oldu, şoka girdi. “Sürüden olmayacağım!”
nidaları atmaktan kulaklarının zarını öyle onulmaz şekilde patlatmış, bilinçsiz
düzeyde ördüğü hapishanenin öylesine farkında değil durumdaydı ki, bir insanı
değerli kılan erdemlerden biri olan olgunluğu algı sözlüğünden çoktan silmişti
ve bir insanın onca hakarete rağmen içten bir gülümsemeyi sakınmamasını idrak
edemiyordu. Kendisinden sağlanacak materyal fayda ilişkisinde olmuyor
oluşumuz, bu içtenliği yapmacıklıkla karalamasını da engelliyordu. Şaşkınlık
duygusu sempatik sistemini felç etti, mimik kullanmaya korkar vaziyette dondu
kaldı. Hep söylerim, hayat dersinin insanın karşısına nerede, hangi ortamda
çıkacağı belli olmaz. Hele de keşfedilecek milyonlarca ders varken.


Yanına oturdum. Aslında kendi heyecanımı bastırmak için konuşma girişiminde bulundum, savunma mekanizması harekete geçti. Benim kontrol de pamuk ipliğine bağlıydı zaten, onu doğru anlamama rağmen kalp atış hızıma yetişemiyordum. Burnuma onun yanına giderken sürmeyi adet edindiğim parfümüm gelip bana saflığımı hatırlatmasa, hiddet duyguma hakim olamayabilirdim. Yer değiştirip, karşısına geçtim. Meydan okuma.


Uzun dakikalar boyu farklı açılara baktık, farklı açılara baktığımızı göremeden. Merak duygusuna yenilip yan bakışlar devreye girene kadar geçen saniyeler boyu neler yaptığımızı bilmiyorum. Aklımdan neler geçtiğini. Tek hatırladığım, geçmişte kalması gereken bir geçmişin çoktan tozlu raflarda yerini aldığıydı.

Başarısızlık akıyordu paçasından, depresyon kokuyordu ağzı. Keşke geçici dövme
olsaydı depresyon, kim ya da kimler tutup yapıyorduysa o dövmeyi, yıkandıkça
aksaydı. Temiz deri nefes alabilseydi yeniden. Temiz bir deri olsaydı. Ondaki
depresyon dövme değildi, bir et beniydi. O, et beni olarak dünyaya gelmişti. Ne
depresyonu sorgulayabilir, ne kurtulabilirdi. Et beniyle oynamak, ölüm
demekti. Yaşamak için kendisini asla sorgulayamamakla lanetlenmişti.
O anda anladım. O anda anladım neden ona kendisiyle ilgili bir şeyler göstermeye
kalktığımda kulaklarını tıkadığını. O anda anladım neden “kendi gibi olanı”
aradığını sandığını. Kendisini anlamaya çalışmaktan uzak yaşamasının sebebini.


Kendisini çözme lüksü yoktu ki. Kendisinde keşfe çıktığı her yol, et benini
sıkmak demekti. Kendisini araştırdıkça ben kansere çevirecek, ölümünü hazırlamış
olacaktı. Bu nedenle başkalarını anlama konusunda ustalaşmış, bu nedenle
“insanı” sorunsal haline getirmiş, bu nedenle “kendi gibi olmayanları”
mütemadiyen aşağılamıştı. Hayatın asla tadamadığı lezzetlerine bakıp
masturbasyon yaparak zihninde onları aşağılamaya çalışması, böylesine derin
varoluşsal bir sorunla başa çıkma yolundan başka bir şey değildi! Bu
nedenle depresyonu dönem olarak yaşayan insanları değil, doğuştan depresif olan
insanı arıyordu. Kendisini deşmeden “hangi türe” ait olduğunu belki başka
bir et beni olarak dünyaya gelmiş insandan öğrenecekti. En temel düzeyde, kendi
sonuna sebep olmadan, kimliğini bulmaya çalışıyordu!

Ben elinde neşter, yüzünde gülümsemeyle ona yaklaşıp “gel bakalım bu kostümün altında ne var” demiştim. Benden nefret etmesin de, kimlerden etsindi?


Eh, açıkçası, başarılı bir ameliyat yapabileceğime inanmıştım, fakat durumun vehametini onun hipnoz etkisi yapan et kokusundan uzaklaşınca görebildim, o anda, soğuk mahkeme duvarları arasında mübaşirin sesini beklerken.

Cesaretimi düşündüm, en cahilinden. Tıbbın çaresiz kaldığı vak’alara bir elimde kitap bir elimde neşter ve dezenfektan olarak da kendimi alıp “ben bunu hallederim!” şeklinde dalmaktan vazgeçmem lazım. Bazen iltihap mikrop kapmazlığımı eritecek kadar büyük, irin beni hasta edecek kadar iğrenç olabiliyor.


Bu yazıyı her okuduğumda vicdanım sızlayacak, biliyorum.
Susmam lazım.

4 Temmuz 2008 Cuma

Haberler, Önemli!

Bugün Cuma. Bir “haftanın son iş günü” haber programıyla yine karşınızdayız sevgili seyirciler.

Gündem turumuzda ilk sırayı çalışan kızımızın kafasındaki fil orkestrasının çevreye verdiği zarar işgal ediyor. Vurmalı çalgıları büyük bir şevkle zıplayarak çalan orkestra üyeleri beyinde sarsıntı meydana getirmek üzere olduğu için Kafatası tarafından çalma izinleri iptal edildi. Ayrıca kulak zarındaki yırtılma sinyallerine “kulak asmadıkları” için Orta Kulak Birimi tarafından uyarı aldılar. Üye filler kendilerine hakim olamadıklarını, bazı sabahlar çalma isteğiyle uyanıp beyni tüm gün çalışmaz hale getirdiklerinin farkında olduklarını ve bunun için bedenden özür dilediklerini içeren yazılı basın açıklaması yaptılar. Ne zaman duracakları merak ediliyor.

Bugünün öne çıkan bir diğer haberi de Hipotalamus’tan geldi. Sabah tüm sistemin uyanmasına yetecek kadar adrenalin salgılamadığı, el altından olmadık anlarda piyasaya sürdüğü ve bu şekilde haksız kazanç elde ettiği iddasıyla iş Verimi Birimleri tarafından yönetime şikayet edildi. İş Verimi Birimleri Konsantrasyon depolarının çalışmaz hale geldiğini rapor ederken, söz konusu adrenalinin birkaç gün boyunca gece de salgılanması ve hipotalamusun kendilerinde meydana getirdiği zararın bu şekilde telafi edilmesi talebinde bulundular. Adrenalin saklamakla suçlanan Hipotalamus, iddiaları şiddetle yalanladı. “Bu tür iddialar itibarımızı zedelemek için oluşturulan karalama kampanyalarıdır. Halkımızın da bildiği gibi bedenin dışarıda taşınması gerçekleşmiştir ve Alışma birimleri devreye girene kadarki motivasyonu sağlamak amacıyla depolarımızdan maalesef fazla miktarda adrenalin salgılamış bulunduk. Göz birimi elimize bazı manzara görüntüleri yolladığında çalışanlarımız elinde olmadan adrenalin salgısında bulundular. Bu nedenle bu hafta adrenalin kısıtlamasına gidilmiştir, durum budur.” Şeklinde açıklamada bulundu. Birimler salgı kayıtlarını inceleme altına aldı, soruşturma sürüyor.

Beyinden haberlerle devam ediyoruz sevgili seyirciler. Bilim nöronlarınca “çeviri” adı verilen yeni bir tür keşfedildi. Gözlem altına alınan tür, gelen haberlere göre miskin davranışlarda bulunuyor, bol bol adrenalin içip sarhoş oluyor ve oksijen barlarında olay çıkarıyor. Sitoplazma ve hücre halkı durumdan son derece rahatsız. Saat 11:00 am sularında bir grup gösterici “daha fazla çeviri istemiyoruz!” başlıklı pankartlarla Beyin binası önünde eylem yaptılar. Yetkili makamlar bu Tür’den çalışma anında yüksek verim aldıkları ve sağlanan faydanın zararları telafi edebilir nitelikte olduğunu, bunun için halkın biraz daha anlayışlı olabileceğine inandıklarını anlatarak, halklara hoşgörü çağrısında bulundular. Bundan sonraki gelişmeler merakla bekleniyor.

Bugünün gündemini dinlediniz, ben muhabiriniz Bilincin Gözlemcisi, hepinize iyi haftasonları diliyorum. Bizden ayrılmayın.

1 Temmuz 2008 Salı

Pilotlar Neden Tok Karna Uçmaz

Nefis bir akşam yemeği yenmiştir ve aile fertleri koltuklara yığılmaktadır. Herkes sindirime odaklanmışken, yemekten önce Flight Simulator x oynayan kardeş gözlemde bulunur:
"-Pilotlara uçuştan önce yemek yedirmemelerinin sebebini buldum."
Abla alıştığı üzere kardeşten merakla bilimsel bir cevap bekler.
"Sahi mi? Nedir?"
"-Çünkü insan yemek yedikten sonra uçak uçurmak istemiyor..."

Koruyucu-Kral : [KOKU]

Dünyanın koruyucu ruhlarından biriyle tanıştım dün gece.

Yerli yaratık-gerillaların kapattığı bir hapishane gibi bir yerdeydik. Yeşil ve sarı kumun birleştiği, vaha gibi bir yer. Aynı zamanda zaman ötesi bir şeyler hissediyordum. Zaman yoktu, belki binlerce yıl ileriye gitmiştik, belki de zamanın hiç var olmadığı bir yere.

Tünel kazmaya başladım.

Devasa, kurşun geçirmez bir taşıma aracı kullanıyordum. Araçla birlikte ellerimle kazdığım tünele girdim ve ter içinde aracı ışığa doğru sürdüm. 3-4 kişiydik, çıkışa kısa zamanda vardık. Lakin kapıyı açtığımızda gördüğümüz manzara umut kırıcıydı: Yaratık-gerillalar ellerinde ihtişamlı silahlarla çıktığımız deliğin başında bizi bekliyorlardı. Bütün namlular bize doğrultulmuş, bütün iğrenç iştah salyaları taze etimizin harekete geçirdiği açlık duygusuyla akıyordu. Manzara kötüydü: yüzlercesine karşı 4.

Yinede sonuna kadar savaşacaktık, yaşayan son zerremize kadar direnecektik, ölüm direncimizi kırmaya çalışıyor olabilirdi, karşımıza yüzlerce yaratık gerilla çıkarıp kareyi dondurup eliyle “nanik” yaparak ortalarda kahkaha atıyor olabilirdi, ama sadece kendini alçaltıyordu. Asla teslim olmayacaktık. Hayat uğruna mücadele edildiği zaman değer kazanıyordu, ölme anında bile ona değer katarak ölecek, sonsuzlukta yankılanacaktık.

O anda bir şey oldu. Bir şey, ne olduğunu göremedim. Bütün yaratıklar ellerindeki silahları bile fırlatıp Ejderha görmüş Orc gibi kaçışmaya başladılar. İki ayaklı yaratıklar dört ayakla koşuşuyorlardı. Yüzlerinde beliren korku beni endişelendirmişti. Kim geliyordu? Ya da…NE? Belli belirsiz toparlandık. Yerdeki silahlardan birine davranacak oldum, ama vakit kalmamıştı. Gelmişti. Gerilmiştik.

Karşımda gördüğüm şey karşısında biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Yaratıkları korkutacak bir canlı, onlardan çok daha korkunç olmalıydı benim mantık zincirime göre, ama karşımda uzun boylu, sarı saçlı, hafif sakallı ve yakışıklı sayılabilecek biri duruyordu. Öylece kalakalmıştım.

Nazikçe kendisini takip etmemi istedi.

O önde, biz arkada, kraliyetine doğru yola çıktık. İki tane yardımcısı vardı, pon pon zıplayan pufuduk canlılar. Çok sevimli ve zararsız görünüyorlardı, ama savaş zamanı ne çeşit bir Pokemon canavarına dönüşeceklerini Tanrı bilirdi. Uzaktan uzaktan “sevimli” diye sevdim. Benim aklım, bu tuhaf kraldaydı.

Onun “mekanına” vardığımızda kendimi çok güvende hissettim. Nazikti, bize yiyecek içecek ikram etti. Aynı zamanda çabuk sinirlenen ve çabuk sakinleşen bir yapısı vardı. Yardımcılarını çağırıyor bağırıyor, bir şeyler istiyor ve hemen yapıldığında da yumuşayan yüz hatlarıyla en yumuşak sevimli ve kibar canlı oluveriyordu. Sohbet etmek için diğer odaya geçtik.

Koltuklarımız yakındı. Birden etrafı koklamaya başladı. “bu.. bu koku…mmm..snıfff…muhteşem..” Düşünüyordum.. Ne çeşit bir canlıydı bu? Ne çeşit bir özelliği vardı hakimiyet gücü veren? Yüzlerce silahlı vahşi yaratık, öylesine güçlüyken, neden ondan korkuyorlardı?

Havayı koklayarak bana yaklaştı. İlk başta bu davranışı tuhaf bulduğumu itiraf etmeliyim. Hatta öyle tuhaf ki, bizi kurtarma anında yaratıklar kaçıştıktan sonra da durup bir müddet havayı kokladığını hatırlıyorum. Anlam verdiğim bir şey değildi, tuhaftı. Ama havayı “tadarken” çıkardığı ses, gösterdiği ilgi, gözlerini kapayıp iri burun deliklerinden içeri girmesine izin verdiği havayı zerre zerre ayrıştırıp sindirmesi, aldığı haz beni eğlendirmişti. Bendeki koku bir şekilde onun aklını başından almıştı. Sanki uzun zamandır aradığı, beklediği ve bir türlü ulaşamadığı, bulamadığı bir elementin kokusunu almıştı. Bu heyecan kendimi özel hissetmeme sebep oldu. Bir çeşit saf bir kokum vardı demek ki. Onun bu hareketi aynı zamanda vücudumdaki hormonları da uyandırdı. Bana yaklaşan her hamlesinde hücrelerimden etrafa hayvansı bir koku püskürüyordu. Onu çıldırtmaya, aklını başından almaya yetmişti bu. Yaklaşıp yanıma geldiğinde, tavan noktasına varmak üzereydim. Beni kendine doğru çekti, duvara yasladı. Kalbim yerinden çıkacakmışçasına hızla atıyor, tenimizin kokuları birbirine karışıyor, ortaya çıkan koku öncekilerden daha baştan çıkarıcı oluyordu. Bu şekilde ne kadar süre geçirdiğimizi hatırlamıyorum, başım dönüyordu, sarhoş gibi olmuştum.

Kendini biraz geri çektiğinde, -biraz nefes alacak zaman buldum- gözümün önündeki perdeler de yavaş yavaş kalkmaya başladı. Onun gerçek formunu görmeye başladım. Ve bu çok daha heyecan vericiydi.

O, dünyanın ruhlarından biriydi. Ana ruhun (mother-earth) koruyucu krallarından biriydi. Bütün doğa özünden bir parça taşıyor, fakat kendisi gibi olan başka Koruyucu-Krallar gibi farklı bir konuda güçlüydü. Benim karşılaştığım bu ruh, doğanın kokuyla ilgili ruhuydu. Yaratık-gerillaların onu görünce kaçması şimdi daha anlamlıydı, çünkü o “doğa”ydı. Silaha ihtiyacı yoktu, çünkü tüm silahların can alma gücünden daha büyük bir gücü vardı, can verme gücü. Ve can veren doğa, can da alabilir. Doğa nihayet daha önce güvenip teslim ettiği dünyayı yönetme inisiyatifini insanın elinden almış ve bu Koruyucu-Krallara vermişti. Ve bu defa insanlara davrandığından daha cömert davranmış, tüm doğayı kuran güçleri kullanma yetkisi de vermişti. Yaratık-gerillalar onu görünce korkup kaçıştılar, çünkü bizi sıkıştırmakla –yok yere can almak anlamında, ya da açgözlülükle bizi yiyeceklerdi, ihtiyaçları yokken- cezalandırılmayı hak ediyorlardı. Ve savaşçı kralın yönteminden korktular. Can veren doğa, tek bir hareketle can alma kudretine de sahip. Karşımda doğanın saf, kudretli ruhlarından biri duruyordu. Tek dizimin üstünde aşağı doğru eğildim, zarif bir şekilde kralımı selamladım.