7 Temmuz 2008 Pazartesi

Dava [Bölüm 2]

(…)

Kendimi, gülmemeye zorlayarak “merhaba” demeye çalışırken buldum. Suratsızdı. O sırada daha önce bana ulaşabilmek için defalarca küfür ettiği arkadaşım içten gülümsemesiyle ona yaklaşıp onu yanaklarından samimiyetle öptü. Kendisini iyi hissetmeye ihtiyacı olduğunu hepimiz fark etmiş, sözsüz bir anlaşmayla ona yardımcı olmada işbirliğine varmış gibiydik. Bu da tokadı yediğinde diğer yanağını çevir zihniyeti olsa gerek.

Fakat beni daha çok eğlendiren bir şey oldu, şoka girdi. “Sürüden olmayacağım!”
nidaları atmaktan kulaklarının zarını öyle onulmaz şekilde patlatmış, bilinçsiz
düzeyde ördüğü hapishanenin öylesine farkında değil durumdaydı ki, bir insanı
değerli kılan erdemlerden biri olan olgunluğu algı sözlüğünden çoktan silmişti
ve bir insanın onca hakarete rağmen içten bir gülümsemeyi sakınmamasını idrak
edemiyordu. Kendisinden sağlanacak materyal fayda ilişkisinde olmuyor
oluşumuz, bu içtenliği yapmacıklıkla karalamasını da engelliyordu. Şaşkınlık
duygusu sempatik sistemini felç etti, mimik kullanmaya korkar vaziyette dondu
kaldı. Hep söylerim, hayat dersinin insanın karşısına nerede, hangi ortamda
çıkacağı belli olmaz. Hele de keşfedilecek milyonlarca ders varken.


Yanına oturdum. Aslında kendi heyecanımı bastırmak için konuşma girişiminde bulundum, savunma mekanizması harekete geçti. Benim kontrol de pamuk ipliğine bağlıydı zaten, onu doğru anlamama rağmen kalp atış hızıma yetişemiyordum. Burnuma onun yanına giderken sürmeyi adet edindiğim parfümüm gelip bana saflığımı hatırlatmasa, hiddet duyguma hakim olamayabilirdim. Yer değiştirip, karşısına geçtim. Meydan okuma.


Uzun dakikalar boyu farklı açılara baktık, farklı açılara baktığımızı göremeden. Merak duygusuna yenilip yan bakışlar devreye girene kadar geçen saniyeler boyu neler yaptığımızı bilmiyorum. Aklımdan neler geçtiğini. Tek hatırladığım, geçmişte kalması gereken bir geçmişin çoktan tozlu raflarda yerini aldığıydı.

Başarısızlık akıyordu paçasından, depresyon kokuyordu ağzı. Keşke geçici dövme
olsaydı depresyon, kim ya da kimler tutup yapıyorduysa o dövmeyi, yıkandıkça
aksaydı. Temiz deri nefes alabilseydi yeniden. Temiz bir deri olsaydı. Ondaki
depresyon dövme değildi, bir et beniydi. O, et beni olarak dünyaya gelmişti. Ne
depresyonu sorgulayabilir, ne kurtulabilirdi. Et beniyle oynamak, ölüm
demekti. Yaşamak için kendisini asla sorgulayamamakla lanetlenmişti.
O anda anladım. O anda anladım neden ona kendisiyle ilgili bir şeyler göstermeye
kalktığımda kulaklarını tıkadığını. O anda anladım neden “kendi gibi olanı”
aradığını sandığını. Kendisini anlamaya çalışmaktan uzak yaşamasının sebebini.


Kendisini çözme lüksü yoktu ki. Kendisinde keşfe çıktığı her yol, et benini
sıkmak demekti. Kendisini araştırdıkça ben kansere çevirecek, ölümünü hazırlamış
olacaktı. Bu nedenle başkalarını anlama konusunda ustalaşmış, bu nedenle
“insanı” sorunsal haline getirmiş, bu nedenle “kendi gibi olmayanları”
mütemadiyen aşağılamıştı. Hayatın asla tadamadığı lezzetlerine bakıp
masturbasyon yaparak zihninde onları aşağılamaya çalışması, böylesine derin
varoluşsal bir sorunla başa çıkma yolundan başka bir şey değildi! Bu
nedenle depresyonu dönem olarak yaşayan insanları değil, doğuştan depresif olan
insanı arıyordu. Kendisini deşmeden “hangi türe” ait olduğunu belki başka
bir et beni olarak dünyaya gelmiş insandan öğrenecekti. En temel düzeyde, kendi
sonuna sebep olmadan, kimliğini bulmaya çalışıyordu!

Ben elinde neşter, yüzünde gülümsemeyle ona yaklaşıp “gel bakalım bu kostümün altında ne var” demiştim. Benden nefret etmesin de, kimlerden etsindi?


Eh, açıkçası, başarılı bir ameliyat yapabileceğime inanmıştım, fakat durumun vehametini onun hipnoz etkisi yapan et kokusundan uzaklaşınca görebildim, o anda, soğuk mahkeme duvarları arasında mübaşirin sesini beklerken.

Cesaretimi düşündüm, en cahilinden. Tıbbın çaresiz kaldığı vak’alara bir elimde kitap bir elimde neşter ve dezenfektan olarak da kendimi alıp “ben bunu hallederim!” şeklinde dalmaktan vazgeçmem lazım. Bazen iltihap mikrop kapmazlığımı eritecek kadar büyük, irin beni hasta edecek kadar iğrenç olabiliyor.


Bu yazıyı her okuduğumda vicdanım sızlayacak, biliyorum.
Susmam lazım.

Hiç yorum yok: