21 Şubat 2008 Perşembe

Hah

Gece.. karanlık.

Yavaşça hareketlendim gökyüzüne doğru. Yükseldikçe gökyüzünü içime çektim, rüzgar elimden tuttu, sıkıca kavradım onu.

Şehrin üstünden uçmak zevk vermiyor eskisi kadar. Bu defa uzun otoyollar üzerinde uçtum. kenarda paslanmış yol tabelaları vardı. Ay yolumu aydınlatıyordu. Şehir geride kalmış, ışıklar küçülüyordu. Toprağın kokusunu alıyordum.

Yoluma kartallar çıktı, sohbet ettim. Bana dikkatli olmamı söylediler. İnsanlar için gece görmek zormuş. Pek çok öğüt verdiler, beni güldürdüler.Ben onlardan çok daha hızlı uçuyordum, bir süre sonra aradaki mesafe açıldı, yetişemediler.
Keyiflendim.

Alçalıyor, yükseliyordum. Havada parendeler atıyor, martı Jonathan kadar özgür, uçuş stilleri deniyordum. Yere 1cm kalacak kadar yatay uçuşa geçip sonra aniden yükseliyordum. Öyle zevkliydi ki.. Tadını çıkaracak kadar tecrübem var artık.

Zevkim, ilerideki devekuşlarını görene kadar sürdü. Ay, koca popolarını sallayarak koşmaları yok mu! Nasıl da komikler. İçimdeki hınzırlık beni onlara yaklaştırdı. Pıtı pıtı koşuyorlar. Bir de insana tepeden bakım beğenmeyen tipler, kibirli kibirli! Hırs yaptım, kesin geçeceğim onları.

Neyse efendim, yanına yaklaştım, hızlandıkça hızlanıyorum, hızlandıkça hızlanıyorum, ama devekuşunu geçmek ne mümkün! Bir de ben hırsla yanında uçmaya çalışırken kafamı "tak!tak!tak!" diye gagaladı! Ne yaptıysam fayda etmedi, geçemedim hayvanı. Kısık gözlerle bir yandan güldü, bir yandan koştu.
Moralim bozuldu.

Ben de sinirlenip uyandırdım kendimi. Hah, orada, o dünyada çitsiz- sınırsız alabildiğince koşmak kolay. Gelsin de sıkıştırdığımız hayvanat bahçesinden çıkıp koşsun şimdi.

Nıhıhahaha!

Devekuşu saatte 70km hızla koşar. Daha hızlı uçmayı öğrenmem gerekiyor.

20 Şubat 2008 Çarşamba

İhanet

"Geçmişte iyi şeyler de yapsalar hainler yalnızca ihanetleriyle anılırlar"

Tokat gibi sersemletici bir cümle.

16 Şubat 2008 Cumartesi

Depresyonun Nimetleri 1

Depresyonda olmak böyle birşeydir.

  • Evden çıkmak istemezsiniz.
  • Herşey batar. Genel bir isteksizlik çöker üzerinize.
  • Bilgisayarınız dünyanız olur. Dışarı çıkmadan takip edemediğiniz hayatı, internetten takip edersiniz. Parmaklarınızla ulaşabildiğiniz bilginin sınırı olmaz. Artık herkesin hayatının nette olduğunu görmek, sanal olmayan dünyanın gerekliliğini ortadan kaldırıyor gibidir.
  • Asla boş zamanınız olmaz. Yıllardır özlemini kurduğunuz hayatın uzaklığının koltuktan kitap raflarına kadar olduğunu keşfedersiniz. Şaşırtıcıdır.
  • Çalışmak istemezsiniz. Özgeçmiş dağıtıp dağıtmadığınızı soranlar, sizin gururla "iş aramıyorum" demenizi asla anlamadığı ve sözsüz de olsa bakışlarıyla yargıladığı için "iş arıyorum, ama bulamadım" şeklindeki cevabınızdan fazlasıyla tatmin olurlar. Ne de olsa yıllarca iş arayıp bulamayan mezunlarla doludur etraf. En azından belli düzeyde sempati bile toplamış olursunuz, kafanız rahattır.
  • Sabah saat 8'den öğleden sonra saat 4'e kadar oturduğunuz koltuktan hiç kalkmayabilirsiniz. İşlerin bir koltuktan nasıl idare edildiğini deneyimleme fırsatınız olmuş olur, patronları anlarsınız.
  • Reklam sektöründeki gelişme sizi büyüler. Ne kadar çok şey kaçırıyor olduğunuzu farkedersiniz.
  • Sevgiyi, aşkı, yalanı, dolanı, sağlığı, hastalığı ve insanlığı düşünmenizi sağlar. Okuduklarınız entelektüel ukalalığınızı cilalarken, herşeyi pekala oturarak da anladığınızı, ve herkesten daha iyi anladığınızı düşünmeye başlarsınız. Yalnız kalanlar bunu hep yapar. Her şeyi bildiklerini zannederler. Herşeyi bilirsiniz.
  • Yaşadığınız hayalkırıklıklarını düşünüp değerlendirirsiniz. Sadece ölümcül yaralar açan bir duygu olmaktan çıkıp, size yaşam hakkında fikir verirler.
  • ve en önemlisi, bir kere yaptığınız bir hatanın tekrarlanması ihtimalinin ne kadar aptalca olduğunu farkeder, bir takım pembe hayallerden kurtulursunuz.

10 Şubat 2008 Pazar

...


"(C)anlılarda ahenk (uyum, bütünlük) bozulduğunda tabiatta da bir dağılma baş gösterir ve acı (zafiyet) ortaya çıkar." ... "Sonra ahenk yeniden kurulup tabiata dönüldüğünde (tabiat eski yerine avdet ettiğinde) haz (sıhhat) dediğimiz şey meydana gelir. En önemli meseleler hakkında en az ve en kısa sözlerle ancak bu kadar söyleyebilirim" (Platon, Philebos, 31 d-e)

6 Şubat 2008 Çarşamba

And Oscar Goes to...Nowhere.


Ulak filmi.. Büyük beklentilerin, olumlu önyargıyla gidildiği halde büyük hayalkırıklığı yarattığı bir Çağan Irmak filmi.

İzlemediyseniz, bu yazıdan hiçbirşey anlamazsınız.

Fragman, sloganlar, yapılan ilk eleştiriler, hepsi "zaman ve mekandan bağımsız" bir film iddasında. Doğru, mekandan bağımsız, herhangi bir şehir, herhangi bir ülke yok. Hatta öyle ki, biri bir ağızla konuşuyor, diğeri farklı bir ağız ile cevap veriyor (bkn. Nevşehir-Kütahya ağzı)

Enfes makyajlar, kostümler hazırlanmış. Köy, kendi halinde, bağımsız. Dekor süper. Kamera geçişleri ve ses tonları, insanı kaliteli birşeylerle karşılacağı ümidini veriyor ve Çağan'ın filmi başlıyor.

Aman, bir film izledikten sonra damağımda ucuz bir tad kalmasından nefret ediyorum. Hayaletlerin dile geldiği filmin ilk yarısındaki o komik sahneye kadar, hakikaten heyecanla bekliyordum. Ama beş kişinin beyazlara bulanmış ve çok az silikleştirilerek (bari azıcık uğraşsalardı) ortaya çıkıp aynı ağızdan çok etkili olduğunu sandıkları cümleleri kötü bir senkronla tekrar etmeleri ne yazık ki tüm heyecanımı tatsız bir şaşkınlığa çevirdi. Sonuçta Türk filmidir, efekt kaygım olmamalı diye devam ettim izlemeye, senkronu da yok sayarak. Ardından 2. yarıda tüm gizem çözüldüğünde, aslında ortada ne tutarlı bir hikaye, ne masal, ne rivayet, ne hakikat olduğu ortaya çıktı. Ağır ifadelerle ağırca söylenen boş cümlelerden tutun da, basit oyunculuğa kadar, herşey BERBATtı. Amansız bir illete kapılıp ayakları tutmadığı ve arkadaşlarıyla koşup oynayamadığı için kendisini okumaya veren Ahmet'e gelen komik vahiy mi, yoksa yazdığı "kutsal" kitabı çoğaltırken "kitabın tamamını okumaya cesaret edemediği için" yazmayı yarım bırakıp ihanet eden 6.kişinin sebep saçmalığı mı daha akıldan uzaktı, karar veremedim. Zamanında hastalık geçirip sağlıklı şekilde iletişim kurmak nedir asla öğrenemeyen ve hasetle geçen ömrünün sıkıntılarını düşünmeye zamanı kalmasın diye kitap okurken sağlıklı insanlara diş bileyen her çocuğa vahiy gelse, durum vahim olurdu büyük ihtimalle. Bu insanlar dünyayı ne zannediyorlar Allah aşkına?

Diğeri de ucuz bir Yehuda göndermesiydi, ama filme sindirememişler mevzuyu, can sıkıcı.

Bu film nasıl bu kadar abartıldı, anlayamıyorum. Ucuz yapımların üstünü parlatıp yedirilmeye çalışılmasına, üzülüyorum.

Bir sahnede masalın kalanını hasta olduğu için dinleyemeyen ve kardeşinden ilgiyle anlatmasını bekleyen kız çocuğu yataktan öyle bir düşüyor ki, avuçları kan içinde, kollar iki yana açık, beden sopa gibi. İsa'nın burada işi ne?

Gereksiz bir film, çok gereksiz. Demedi demeyin.

Tek bir oscar var elimde, onu da büyük bir içtenlikle neredeyse oyunculuk yapmayıp kendilerine tekrar edilen her cümleye inanmış çocuk oyunculara verdim gitti.
Hoho'dan Ek: Masalcının çocuklara anlattığı hikaye aşırı şiddet içeriyor, bu mudur?

...


Simit arasına erimiş kaşar, iki bardak şekerli çay.
Biraz güneş, plansız bir sohbet.
Sabahın 8'inde bundan daha büyük bir mutluluk tanımıyorum.
---