9 Nisan 2014 Çarşamba

Altıağustosikibinonüç

Eskiden olsa, tarihi yazıyla başlayan bir metin görsem, bilimkurgu romanı okuyor gibi hissederdim. O zamanki "gelecek" içinde yaşıyor olmak.. zaman geçerken zihin hep hiç gelmeyecek bir gelecek kavramına takılı olduğundan, geçmişte ütopik gelen kavramlar bugünün gerçeği olmasına rağmen, hala o hiç gelmeyecek gibi olan geleceğe dönük bir heyecan duyuyor oluyorsun..bana olan da bu.
-bunun bir önemi yok.

Bahçe

Büyümek için oyun bahçesini yakacak kadar cesur...
Olabilmeyebileceği için  hapis.

Koleksiyoncu/İlüzyon

Tüm insanların aşkını toplayıp saklayabileceği cam bir bedeni var sanıyor.
İnsan ruhunun gönüllü tek esareti.
Sahip olabileceği tek şeyi kaybetmiş bir beden.. kendi ruhunu..

Zan

Bazen Tanrı homurdanarak boka batırdığım işleri yoluna sokmak için işi gücü bırakıp benimle ilgilenmek zorunda kalıyormuş gibi geliyor.

Çürük

Gece yarısını az geçe, çılgın gibi yağan bir yağmurun pervazla korunan kurtarılmış bölgelerinden birinde yazmak kadar zevkli bir şey olamaz. Yağmur, içimde sıkışan ne kadar soru işareti varsa saydamlaştırıyor.Şu an için.
(...)
Atlısının geleceğine duyduğu güven ile zamanın nasıl geçtiğini farketmeyen beyaz bir cadıya mı dönüşeceğim? "Sen uzun cümlelerin efendisisin" diyen Kart Mecnun'a selam olsun. Karanlıkta karaladığımı görünce ışığıyla ruhumu aydınlatan yıldırımlara da... Gökkuşağı köprüsünün kokusuyla yıkanıyorum, gözlerimi kapadığımdandır, çürüyorum...

Başlangıç

Zihnin Pijama Hali; uyurkenki sınırsız zihinsel potansiyel ile uyanıkkenki bilincin bir kısmının işin içine bir parça dahil olmasıyla oluşan zihin durumu.

Zihnin uyku hali, ama tam uyumamış. Uyanık da değil.

30 Kasım 2012 Cuma

Ben mi çok duygusalım, yoksa bu kız gerçekten "insanlığımıza" nihayet, dokunmayı başarıyor mu..  
Ne yazık ki "dünya barışı diliyorum" yalnızca aptalların dileği olarak yafta yemiş durumda ve ben düşünebilen ve düşünemeyen akıllı ve aptal politik ve apolitik..yalnızca dünyadaki acının kendisini bu sığ dünyada ifade edebilmek için ne kadar muhteşem yollar bulmak zorunda olduğu gören bir "insan" olarak gözlerimden süzülen yaşlardan bile utanıyorum..



14 Kasım 2012 Çarşamba

Merhaba Sevgili Blog!

Uzuuuun bir aradan sonra tekrar yayındayım. Seneler içinde bu cümleyi öyle çok kurdum ki! Kendimi kendi sahnesine yeniden çıkan biri gibi hissediyorum ve yine heyecanlıyım.
Yine deri değiştirmenin acısı ve sıkıntısını yaşıyorum ama, bu defa büyük suda yüzmeye soyunuyorum.
hatta uzatmadan,
İstanbul,  geliyorum!

7 Haziran 2012 Perşembe

Any Other Name



Dayanamadım ve aradım.
Bir insanı rüyada gördüğüm zaman, hele hele bulanık değil de gerçekten gerçek duran bir rüya ise, uyandığım zaman hala etkilerini yaşamaktan alıkoyamıyorum kendimi. Az önce dokunabildiğim, artık dokunamadığım duruma karşı içimde sahip olamamanın verdiği bir mutsuzluk oluyor ve hüzünleniyorum.
Bugün de öyle oldu.
Dayanamadım ve aradım.
Sesini duyduğumda boğazımda bir şeyler düğümlendi..belli etmedim. Mesafeli konusuyordu. Bir süre aptal aptal havadan sudan bahsettik.  Ne söyleyeceğini o da bilmiyordu, onu böyle uzak bir ses tonuyla duyan ben de ne söyleyeceğimi bilemedim.  Bu konuda her şey yolundaymış numarası yapmayacağım...
..çünkü değil.
Bir daha mevsimlerden bahsedersem beni uyarın. Dün nihayet yaz geldi dedim, bugün dalga geçercesine soğuk. Yine de bugün güzel bir gün olsun, demeyi ihmal etmiyorum.
Günümün  fon müziği:

6 Haziran 2012 Çarşamba

Başlıksız Bir Gün


Sabah sırtımda ve kollarımda var olduğundan bile bihaber olduğum kaslarımın ağrısıyla gözlerimi açarken bile gülümsüyordum. Güzel bir gün olsun bugün, dedim içimden.

Dün akşam kendime bir iyilik yapıp spora gittim. Kendime iyilik yapmayalı uzun zaman oluyor.  Aero-Taebox gibi bir dersti. Sürekli hareket ettik, sürekli.. Terledikçe rahatladım, rahatladıkça vücudumda iyi birşeyler yapmış olmanın acılı hazzı dolaştı. (Aslında kaslarım acımasın diye endorfin salgılanıyor, bi numarası yok keyfimin.Ama şimdilik bunu karıştırmayalım.) Hoca önce sağ bacağı çalıştırdı. Çok uzun süren tek bacak çalışması sonunda -bana 20dk gibi geldi- bacağım alev almış yanıyordu. Tek böyle hisseden ben olmasam gerek, grup dağılmıştı. Hoca diğer bacağı çalıştırmayı unutup başka bir harekete geçerken önlerden bi adam
"-Hocam, diğer bacağı atladık." dedi.
Yanımdaki kadın "-Hani.." dedi,
"- ..sınıflarda ön srada oturan gerizekalı çalışkan çocuklar vardır ya, atlarlar herşeye.. Bu da öyle."

Aklım çırpıklanmış, kadını doğru duyup duymadığımı düşünürken biri kadına hitaben cevap verdi:
"-Hani..sınıflarda arka sıralarda oturan dersi kaynatmaya çalışan gerizekalılar vardır ya.. Sen de öyle.."
Kadın özür diledi, hoca diğer bacağı çalıştırmaya başladı…Ben de az önce yaşananlara şahit olmanın şokunda, beynimi çalıştıramadım..

Eve yürürken vücudumu hafif hafif yalayan rüzgarı selamlayıp,yaz gelmiş olmalı diye düşündüm.. Bu defa gelmiş. Ben de kendime gelmeliyim. Evdeki kendi krallığıma çıktım, yatağa uzandım. Tv'de Julie & Julia vardı…

Terasa çıkıp sigara dumanını şehrin üzerine üflemek istedim. Küçük bir kibir yaşıyorum bunu yaparken. Darrel'ın söylediği gibi, iç dünyan dış gerçekliğini yaratıyor. Tanrılar Okulu'nda da dediği gibi  "The world is such because youre such" Dünya böyle çünkü sen böylesin.
Belki de gözyaşı döktüğüm o olayları da ben yarattım. Hani bi seviyede yaratıcıyız ya. Önceleri çok iyi bir gerçeklik algım vardı ve mutlu oldum. Zamanla korkular ve endişeler beni sardı, ve korkularım elle tutulur gerçeklere dönüştü. Dünya böyle, çünkü ben böyleyim, onu da ben yaratıyorum. Bazen bu cümle kendine yüklenmek gibi geliyor, bazen de inanılmaz hafifletiyor. Sorumluluğu almak sanıldığı kadar ağır değil, aslında.. Çok hafifletici bir şey. Kontrol etmeye ihtiyacıız var ve tüm mutsuzların sebebi kendimiz isek, bunu da kontrol edebiliriz. "Hayatı geldiği gibi yaşa"  cümlesi asırlar boyu çok, çok yanlış anlaşılmış zannımca..

Bugün Aero-Yoga var.. Bakalım neler olacak.

29 Mayıs 2012 Salı

Huysuz Rüya

Bir bakyorum, o, Seyfi Dursunoğlu! Karlı fakat güneşin kendisini sakınmadığı bir günün ikindi saatleri.. Aramızda mesafe var. Yanında da insanlar birşeyler anlatıp duruorlar. Sesleniyorum, duymuyor önce, ya da duymazda geliyor.
Arkasından koşmaya çalışıyorum ama adımlarım öyle zor atılıyor, hareketlerim öyle yavaş ki..
Dar geldi.
Yetiştim ama.
Fotoğraflarını çekmek istediğimi söyledim.
Gülümsedi, olur dedi.
Bir sürü poz verdi.
Süper bir adam..

24 Şubat 2012 Cuma

Herkes Sanatçı Doğar

Abartmazsan sanatçı olamazsın. Sanat, abartıdır. En sadesi bile.
Yaşamın "sık algılanamayanı"na dair bir abartı.
***

Bütün çocuklar sanatçı doğar, sonra da "abartmamayı" öğrenirler.. 
Kendi biricik bakışımız ve yalnızlığımızla doğup, içini mümkün olduğunca toplum ortalamasıyla dolduruyoruz.


Sonra da az ya da çok kazanan sıradan insanlara dönüşmüyor muyuz?...

17 Ocak 2012 Salı

Marquez'in Son Mektubu

"Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup, can vererek beni ödüllendirse; aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm. Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim. Az uyur, çok düş görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı düşünürdüm. İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır.

Başkaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim.
Başkaları uyurken, uyanık kalmaya gayret ederdim.
Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.

Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, yalnızca vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığı ile açardım.

Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı, nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin yüzünü göstermesini beklerdim. Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenadlar söylerdim. Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek, dudak kırmızısı taç yapraklardan öpmek isterdim.

Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı…

Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır. Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise, ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.

Ey insanlar sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim. 
Yeni doğan küçük bir bebeğin babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.

Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayaak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir biçimde….

Artık ölebilir miyim?"

22 Aralık 2011 Perşembe

Zihinsel Sürtüşmeler 02.12.2011

Bazen ne yapacağını bilmediği için kaybolduğunu zanneder ya insan.. Verimli topraklarda koşabilmek varken at gözlüğü takıp önceden sürülmüş rotayı takip etmeye çalışır gibi.
Bir kadını asla mutlu edemeyeceğini bilen bir erkeğin yapış yapış sarılışlarının ardında nasıl bir koruma mesafesi varsa, o mesafe kadar  nefret büyür kadının asla dolmayan boşluğunda.
Kelimelerimden korkan bir kadınım, zihnimin kilitli dehlizlerinde mürekkep zincirlerle bağladığım ejderhaları serbest bırakacak, diye.  Ne şanslıyım ki her seferinde farklı şekilde yaşadığım lanetimin rengini seçebiliyorum. Bu defa belirsizlik oldu seçimim. Seçme ve seçilme hakkımı doğarken lanetlemişim.
Karşısındaki kadın kendisine fazla geldiğinde ona eksik hissettiren erkekleri lanetliyorum.  Küçük olup, toy olup kadının doğası gereği ilgilenmesi kolay olanlardan mı; yoksa büyük, akıllı olgun ve muhteşem davranan yalancılardan yana mı yakacağız yok oluş ateşimizi? Külleri savurup bok kokan Ganj Nehrine karşı, temiz bir Anka olarak doğmayı mı umacağız; can çekişen solucan kıvamındaki umudu gagamızda ezerken?
"Modern zamanlarda aşk yorulmuş mudur?" diye dansederken karnımıza giren ağrıyı, yuttuğumuz solucanın boğazına tıkanan "erdem safsatası"yla bağdaştıramayacak kadar midesizleşmişken, kuantum antidepresanıyla gözlerimizi kapatıyoruz kendi asitimizde eriyişimize.
Eskiden iştahla her uzanana şifa veren masumiyet incileri, şimdi yalnızca zehirli bir kara büyü.

Lanetimin rengi belirsizlik, kokusu Ganj, tadı büyü...

6 Aralık 2011 Salı

Fotoğrafçılık İnsanın Tanrıcılık Oyunudur



Sabaha karşı dünyaya gelen yeni bir dünyanın, küçücük bir çerçeveden birinci şahidiyim. 
Zihnimden görüntüler silinmez de, herkese göstermek, anlatmak ihtiyacıyla dolu dolu, elimde fotoğraf makinesi; Tanrıcılık oynuyorum. 
Tanrı benim durduğum yerde durmuş mudur? Benim gözümle görmüş müdür? 
Belki evet, belki hayır. 
Bunu riske atamam.
Tüm alkışı ona bırakamam.

5 Aralık 2011 Pazartesi

Sucker Punch ♥♥♥♥♡ 4,3 / 5



"Severek yaşadığımız hayatımızı onurlandıran kimdir? O canavarları bize öldürmemiz için gönderen ve aynı zamanda asla ölmeyeceğimizi işaret eden kimdir? Neyin gerçek olduğunu ve yalanlara gülüp geçmeyi öğreten kimdir? Neden yaşadığımıza ve neyin uğruna canımızı vereceğimize karar veren kimdir? Bizi zincire vuran ve özgürlüğümüzü sağlayacak anahtarı elinden tutan kimdir? Sensin! İhtiyacın olan tüm silahlara sahipsin. Haydi savaş! "

Gerçekliğin soğuk duvarlarıyla başetmek için katman katman hayaller kuruyor ve soğuk suratlar için canavarlar yaratıyoruz. Sıcak gülümsemeler için güneşli gezegenler yarattığımız gibi. Belki kaçışın bir parçasıdır, alışamadığımız halde içine doğduğumuz dünyaya uyum sağlıyormuş gibi görünmek.

Kendi zihinlerimizin gerçeklik hapisanesinden kaçış, yine ellerimizle ördüğümüz duvarları yıkarak mümkün olacak.
Film, 3 katmanda kendini özgür bırakan Babydoll'un fantastik maceralarını anlatan muhteşem bir film.
Hayatın kendisi de fantastik, algılamak istediğimiz kadar..


Imdb puanı 6.3/10
Benim puan 4.3/5


Not: Senaryo ve Yönetmen koltuğunda Zack Snyder var, mutlaka izlenir.
Not2: Inception buradaki katmanlara göre halt etmiş :)

1 Aralık 2011 Perşembe

Ölümsüzler (Immortals) ♥♥♥♥♡ 4/5

Son zamanlarda izlediğim 3d teknolojisini en iyi yansıtan film, diyerek  sonuç kısmını girişte vereyim.

Antik Yunan atmosferi..Tanrıların şekil değiştirerek ortalarda dolaştığı, fakat  kadim zamanlarda Titanlar'ın yakalanıp binlerce yıl sürecek esaretinin başlamasıyla; Tanrıların da bir kural olarak insanların hayatlarına ve seçimlerine müdahale etmemeleri.. Kral Hyperion'un Tanrılar'a başkaldırışı; Titanlar'ı serbest bırakmak için efsanevi Epirüs yayını ele geçirmeye çalışması.
Bir de kahraman lazım bu filme, yağız delikanlımız insan Theseus'un insan ötesi kahramanlığı.

Görsel olarak rengarenk, eğlenceli ve doyurucu. Görüntü yönetmeni çok iyi çalışmış. Pek çok sahnede rastgele durdur tuşuna bassanız bile, kadraja çok iyi konumlanmış bir sahneyle karşılaşıyorsunuz. Beni çok etkiledi bu nokta. Özellikle 300 Spartalı'nın yapımcıları'ndan çıkmış olmasının etkilerini daha bir görüyoruz. Ayrıca; 3D filmlerde genellikle alıştığımız ilk ve son 10dk çok ileri boyutlarda olan boyut etkisi, bu filmde bütün film boyunca performansını büyük ölçüde koruyor. Bu nedenle izlemek şölene dönüşüyor.
Konunun işlenişi biraz hafif kalmış; özellikle Zeus'un çocuklarlarıyla olan sahneleri. Zeus'un derinliği yeteri kadar iyi işlenememiş. Ya da Athena'nın, Ares'in konuşmaları ve tedirginlikleri havada kalmış.
Oyunculuk olarak da çok muhteşem değil.

Fakat izlenmeye değer mi, değer. Mümkünse 3d. Tüm heyecan orada.

Dolayısıyla puanım 4/5


Sevgiler

28 Kasım 2011 Pazartesi

Zirveye Giden Yol (Ideas of March) ♥♥♡♡♡ 2/5

Dün annemle kendimize bir güzellik yapalım dedik ve birlikte  Kentpark'taki  Prestige sinemalarına gittik.
Sevdiğiniz birini ne kadar çok sevdiğinizi günlük sıkıntılar nedeniyle kilitler altına alabiliyor ve bunu hiç farketmeyebiliyorsunuz.  Biz annemle, çok eğlenen, herşeyi paylaşan iki kadın iken, dün farkettik ki, uzuuun zamandır birbirimize gerçek anlamda" zaman" ayırmıyor, ve bunun farkına bile varmıyoruz. İş stresi, koşturmalar, vs.. İnsanların arasındaki bağların yıpranıyormuş gibi görünmesine neden oluyor. Aslında o bağlara hiçbirşey olmuyor, ama farketmiyoruz. 
Biz de dün, ana-kız bu olayı çözmeye, birbirimizle kaliteli zaman geçirmeye karar verdik ve bunu belli bir düzene bile oturma kararı aldık. Evde DVD seanslarından, sinemaya, hatta yine uzun zamandır uzak kaldığımız bale , CSO ve tiyatro kültürümüzü canlandırmaya uzanan geniş bir yelpazede etkinlik için karar aldık. Ve, birlikte sinemaya gittik.

Artık sinema kültürü bende biraz değişti. Eğer 3D değilse gitmek anlamsız geliyor, çünkü evlerimizdeki ekranlarımız büyüdü, çözünürlükleri fırladı, ses sistemlerimizin kalitesi, oyuncular fısıldarken nefesini neredeyse kulağımızda hissedecek kadar arttı. Haliyle DVD izleme alışkanlığı sinemaya gitme alışkanlığıyla yarışır düzeye geldi. (Sinema ve DVD artı eksi listesi yapmayı düşünüyorum bir ara, şimdi değil) Haliyle 3d olmayan filmler beni çekmiyor.


Fakat bazen gözlerinizi kapatıp parmağınızı bir filmin üzerine koyup gitmeniz de, eğlenceli olabiliyor.
Biz annemle dün öyle bir şey yaptık ve Tvde sürekli reklamı dönen Zirveye Gide Yol (Ideas of March) filmine gözü kapalı girdik.
Aslında, keşke gözlerimiz açık girseymişiz.
Medyada çok reklamı yapılıyor ve imdb puanı hayli yüksek (7,5).
Benim puanım 2/5
Konu, ABD Başkanlık sürecindeki ilk aşamalarda Eyaletlerde seçim kampanyası yürüten iki Başkan adayının kampanyayı yürüten medya kadrosundaki baş kahramanımız Stephen Myers'ın erdem, sadakat, hırs ve değişen değerleri üzerine gelişen olayların sorgulamaların anlatıldığı bir film.

---------------İZLEMEK İSTEYENLER BUNDAN SONRA OKUMASIN!-----------------
Anafikir çok açık, keşif gerektirmiyor. Karakterler, derinliğine inmeden yüzeysel açıklamalarla geçiştirilmiş. Bir kısmı olaylar derinleşmeden hemen çıkıyor sahneden (ölüyor mesela).
Bizim çocuk dehşet bir medya beynine sahip gelecek vadeden biri olarak lanse ediliyor fakat ilk 10dk'dan sonra tek gördüğümüz hırsları arasında gidip gelen  zayıf bir karakter. Bize, o başkanı desteklemesinin sebebinin "o başkanın dünyayı daha iyi bir yer haline getireceğine olan inancı" gibi inanılmaz yüce bir erdem olarak verilirken; bir sonraki sahnede kovulmayı hazmedemediği için rakip Başkan adayına giderek onun tüm sırlarını anlatmaya hazır bir davranışına şahit oluyoruz.
İnsan elbette katı bir canlı değil. Çıkarlar değiştikçe hamleleri değişebilir. Örneğin esas element paraysa, kimin için çalıştığından ziyade, yaptığı işi en mükemmel şekilde yapması onun tek aracıdır. Veya hedefi kariyer ve isim yapmaksa, yine kimin için çalıştığı değil, nasıl çalıştığı tetikler kendisini. Fakat önce bu davranışın altına bambaşka boyuttan bir "erdem, inanç" koyup, sonra bu tetikleyiciden hızla uzaklaşılması, gerçeklerden uzaklaşılarak seyirciyi aptal yerine koymak oluyor, kanaatindeyim.
Filmde zeka pırıltısı tek bir olay vardı. O da rakip başkan adayının kampanyasını yürüten adamın, bizimkini görüşmeye çağırıp ona iş teklif etmesinin altında yatan planın, gerçekten istihdam değil, bizimkinin sadakatsiz damgası yiyerek işten atılmasına giden bir sürecin planlanmış olmasıydı. Güzel hamleydi. Kurduğu cümle şu, sonraları: "Eğer ülkenin en iyi medya beynine ben sahip olamıyorsam, karşı taraf da olmamalı. Böylece yine eşitiz."
Bir de, söylemeden edemeyeceğim; George Cooloney'i yalnızca bu filmin tanıtımı için kullanmışlar. Adamın bi fonksiyonu yok. Karakterler çok belirsiz. Bize yine  dünyayı iyi bir yer haline getirmek içi içsel motivasyonu olan bir adam olarak lanse edildikten sonra, 20 yaşındaki stajyer kızı becerdiğini ve hamile bıraktığını öğreniyoruz.

Zaten sürekli filmin iyiye doğru gideceği beklentisiyle izlediğiniz için çok kısa geliyor. Birden bitti gibi geldi bana, ve aynı sıradanlıkta sürmüştü.

En azından diyoruz ki, "medyada reklamı yapılan bir film hakkında fikir sahibi olduk, yani  bi halta benzemiyor." :)

Sevgiler.

23 Kasım 2011 Çarşamba

Şiddetle başlayan hazlar, şiddetle son bulurlar,
Ölümleri olur zaferleri,
Öpüşürken yok olan ateşle barut gibi.




— William Shakespeare,
Romeo ve Juliet

21 Kasım 2011 Pazartesi

L. Aragon

Düş görürsün kocaman
Açılmış gözlerinle
Bilmem ne geçer acaba
Hayalinden senin önünden
Krallığındır senin o kapısı yok 
O bana geçiş izni olmayan ülke
Aragon 

17 Kasım 2011 Perşembe

Değişen Kafalar: Bir Hint Efsanesi [Thomas Mann]


 "Senin böyle içeriksiz konuşup bu güzel endamıyla biz erkeklerin aklını başından aldığı için onu suçlamanı anlamakta zorluk çekiyorum:" dedi Şridaman. "Bu, olayları tek yönlü gördüğümüz ve bize en güzel görüntüyü sunan bu kızın gerçek benliğinden ve ruhundan hiç etkilenmediğimiz anlamına mı geliyor? O her şey demek, tek bir şey değil: Yaşam ve ölüm, çılgınlık ve bilgelik, büyücü ve kurtarıcı demektir, sen bunu bilmiyor musun? Sen onun yalnızca erkeklerin başını döndürüp büyülediğini biliyorsun, ama bizi ürkekliğin karanlığından gerçeğin aydınlığına götürdüğünü bilmiyorsun. Anlaşılan bu konuda çok az şey biliyorsun ve algılanması zor olan bir gerçeği kavrayamamışsın, yani bizi sarhoş edip başımızı döndüren, aynı zamanda da hakikate ve özgürlüğe taşıyan şeyi anlamamışsın. Bizi tutsak eden ve aynı zamanda özgür kılan, duygu güzelliğiyle ruh güzelliğini birleştirip bizi coşturan şey budur işte."
(…)
" 'Ben buyum, sen de busun. Ben gökyüzüyüm, sen de yeryüzü, ben şarkının melodisiyim, sen de sözleri' Şeklindeki krallara özgü sözlerle teslim almasından daha büyük ve daha anlamlı bir şey yoktur. Onlar birleşmelerini kutlarken, sözleri söz olmaktan çıkıp birbirlerine sarılmalarının verdiği aşırı hazla yaşamın en yüksek mertebesine ulaştıktan sonra sarhoş olup kekelemeye başladıklarında; artık sıradan insanlar değildirler, şu veya bu kişi değildirler, saygıdeğer bir çift olmuşlardır, biri Şiva biri de Tanrıça Durga'dır. İşte bizi ananın kucağındaki benlik çılgınlığından kurtarıp bilgiye götüren şey bu kutsal andır. Zira güzellik ve ruhun, heyecan ve coşkuda birleşmesi gibi, yaşam ve ölüm de aşkta birleşir."

"İnsanın arzu edilene değil de, arzunun bizzat kendisine ne kadar düşkün olduğunu ayrımsamak gerekir, insan sağduyuya değil de, duygu sarhoşluğuna ve arzulamaya yönelir. İnsan hiçbir şeyden, hayal kırıklığına uğramaktan korktuğu kadar korkmaz, yalnızca hayallerinin elinden alınmasına korkar."

"Dünyada iki tür mutluluk vardır: Biri vücudun zevkleri sayesinde, diğeri de ruhun sonsuza değin huzura kavuşmasıyla ulaşılan mutluluktur. (...) Ruhsal olan şey çirkin olanla aynı aynı anlama gelmez; çünkü ruh, güzel olanı tanımakla ve ona karşı sevgi duymakla güzellik kazanır. Bu sevgi, kendisini ruhsal güzellik olarak açıklamakla birlikte kesinlikle yabancı ve umutsuz bir sevi değildir, çünkü farklı olanın çekim yasasına göre, güzel olan da ruhsal olanı kendisine çeker, ona hayranlık duyar ve karşı tarafın ilgisine karşılık verir. Bu dünya; ruhun ruhsal olandan, güzelliğin de güzel olandan hoşlanacağı düşünülerek kurulmamıştır. Aksine bu ikisi arasındaki karşıtlık, ruh ve güzelliğin birleşmesinin dünyanın amacı olduğunu belirgin bir biçimde göstermektedir, yani mükemmeliyeti, dolayısıyla da artık parçalanmamış bir mutluluğu göstermektedir."

Değişen Kafalar, Thomas Mann tarafından 1940'ta yayımlanan, fantastik, mitolojik, değer,erdem ve paradigma kayması yaşatması açısından çok başarılı bir yapıt olarak, kütüphanemin bitmiş  kitaplar bölümünde yerini almış bulunmakta.  

Brahman soyuna dayanan tüccar bir aileye mensup narin yüzlü çelimsiz  ve varlık felsefesiyle dolu dolu Şridaman ile, demircilik yapan, inek güden güçlü ve yakışıklı genç Nanda, çocukluktan itibaren çok sağlam iki dost iken, ince belli geniş kalçalı güzel bakire Sita'yı gölün kenarında görmeleriyle farklı ve yeni bir boyut kazanan hayatlarına dair insanı derinden etkileyen çözümlemelere sahip bir kitap.

Bir ara Tanrıça Durga dile gelip olaylara mucizevi şekilde etki ediyor, gerçekliğin sınırlarında dolaşan olaylar gerçek-üstü bir gerçeklikte fakat gerçekliğinden hiçbir şey kaybetmeden devam ediyor.

Bir de, ben 'Değişen Kafalar'ı soyut bir gönderme olarak düşünmüştüm, ama değil! :)

Not: Sevgili Müjen, ben kitaba bayıldım. Lütfen sen de hemen oku, yorumlaşalım. Muck!

14 Kasım 2011 Pazartesi

Zihinsel Sürtüşmeler/ Tanımlar, Seçimler, Anlam Üzerine

Kendini anlatan insanlara itimat etmeyin.
 İnsanın kendisini anlatabilmesi için önce tanıması gerekir. Ve her bilgi parçacığı beraberinde "değiştirilebilir bir seçim getirir. Yani, kendimize dair bildiğimiz şeyler, artık değiştirilebilir demektir. Kendimi "a" "b" "c" özelliklerine göre tanımlamadan önce eğer o tanımların altındaki açıklamalara göre davranıyorsam; bunu değiştirebilecek bilgiye sahip olmadığımdan, tamamen ÖYLEYİMDİR. Ama bunu tanımlayabildiğim zaman, tanımın alternatif seçimi de gözümün önünde beliriverir. Tanımlamadan önce içgüdüsel olarak "öyle" davranılan durumlar, bu durum tanımlandığında ve fark edildiğinde  yalnızca 'seçilmek' üzere beliren bir buttona dönüşür.

Örneğin "Ben  stres durumlarında çok paniklerim." cümlesi. Daha önce Bir asansörde sıkışıp paniklemiş bir insanın, bu durumu fark etmesiyle oluşan  "kendine dair bilgi edinme" süreci, bir sonraki benzer durumda bunu değiştirebilmesi açısından çok faydalı olabilir. Eğer kendine dair edindiği bilgiden hoşnut değilse; bir sonraki benzer stres durumunda  kafasında "bir saniye; evet ben panikliyorum, fakat bu durumdan kurtulmak için sakin kalmalıyım" fikri belirebilir.

Bu pozitif bir örnekti. Tam tersi de olabilir.

"Ben dürüstüm" diyen bir insan, kendisini bir sıfatla tanımlamaya başlamıştır. Tanımlaması, dürüstlüğüne dair bir bilgi  girişinin geri bildirim yoluyla veya tamamen kendi gözlemleriyle  farkındalık oluştuğunu ve bunun bir seçime dönüştüğünü gösterir. "Dürüstlük" gibi moral bir değerle kendini tanımlayabilen kişi, dürüst olmamayı seçebilir demektir.

Herkesin kendine dair öyle ya da böyle bir fikri var elbette. Yoksa mağara adamı seviyesinde kalırdık. Gelişim için keşif şart, değiştirmeyi seçeceğimiz sıfatlarımız olması, bunları farketmek, insanlık için hayati şeyler.

Düşünüyorum. Yurdumun Anadolu insanlarında "su katılmamış" yardımseverliği görebiliyoruz. Adam farkındalık vs ilgilenmiyor, değerlerine sıkı sıkı bağlı. Çünkü "iyi" başlığında tutunmak zorunda hissettiği ve kendini vicdani olarak taşımasını sağlayan en iyi "iyi" bu. Hayranım. Bu örnekte; bilinen alternatifler ne kadar az ise ; değer yargılarının, daha doğrusu insanın bilgi dağarcığında kendisini tanımlamakta kullanacağı sıfat bilgisi ne kadar az ise,  tanımlar arası uçurum o kadar keskin ve büyük, bu durumda da 'iyi seçim'e tutunuş o denli kuvvetli oluyor, demek istiyorum. Bu yüzden köyün  ahlaksızı bir gecede tövbe edip iyi tarafa geçmeyi seçebiliyor ve sıkıntı yaşamıyor bu geçişte. Sınırlar öyle keskin ve net ki, vicdanen rahatlayabiliyor ve kendi benliğinde "arınıyor".

Türk Filmlerindeki Gerçek
Eski Türk filmlerinde eleştirdiğimiz bir durum değil mi bu? İyi karakter sinirlerimizi bozacak kadar iyi, kötü karakter katıksız kötü. Fakat gel gör ki filmin sonunda o kadar p*çliği pe*evenkliği yapmış adam, filmin sonunda kaçırdığı işkence ettiği dilendirdiği çocuğu getirip ailesine teslim edebiliyor.
Soru şu; neden bizim sinirlerimiz bozulurken, aynı film taşrada gözyaşlarıyla ayakta alkışlanabiliyor? İşte bu yüzden. Ben okumuş bir insan olarak; (sadece okumak değil bu, belki metropolde yaşamak, belki kozmopolit insan çeşitleriyle karşılaşmak..) insanın sadece siyah veya beyaz olamayacağını biliyorum. Gri olduğumuzu, aramızdaki farkların grinin tonuyla değiştiğini, bir olayda dünyanın en adi insanı gibi davranıp, başka bir durumda içini titreten fedakarlıklarda bulunabileceğini biliyorum.  Bir insanı tanımlamak için bir bir torba değil, çuval çuval sıfatlarım tanımlarım var ve bunların da yetersiz olduğunu biliyorum. Eleştirel yetişmek/düşünmek insanların Shrek'in deyimiyle  Soğan gibi olduğunu anlamamızı sağlıyor. Kabuk kabuk, halka halkayız. Kendimde bile kaç katman kaç halka var bilmezken, bir başka insanı kendi bildiğim sıfat çuvalına göre tanımlayamayacağımı biliyorum.

Taşradaki bunu bilmiyor. Benim elimde Üniversitem vardı. Onun elinde…DİN var.

Din'in Payı
Din, insanlara tutunabilecekleri ve kendilerini tanımlayabilecekleri keskin sınırlı "sıfatlar ve tanımlar" veriyor.Ve halk din konusundaki bilgiyi, kendisi için okuyup sözde süzen "otoritelere" bıraktığı için,  bir yerde kendisi hakkındaki anlamlarını, davranış biçimlerini, düşünme sınırlarını ve "inanç insiyatifini" de bu otoritelere bırakmış oluyor. Karar alma mekanizmalarının elinde insanlar için  sıfat çuvalları, çıkarlarına göre avuç avuç çıkarıp serpiyor veya işlerine gelmediğinde kepçeyle toplayabiliyorlar. Bu yüzden "cihat" diye "yüce" bir şey uğruna insanlar ölüyor, bu yüzden şehitlik mertebesi var, bu yüzden …insanlar birbirini öldürebiliyor.

Bir eylemin "iyi"liğini veya "kötü"lüğünü, ona yüklediğimiz anlamlar belirliyor. Bir sıfatın altını nasıl doldurduğumuz belirliyor. Birinin iyi'si diğerinin iyi tanımıyla örtüşemeyebileceği için DİN bu sınırları sizin adınıza 'toplumsal düzeni korumak adına' çizmiş. Üstelik, ne çizildiğini birinci ağızdan bilmiyoruz; sevgili otoriteler bunu bizim için söylüyor. Değişken sıfatlar ve tanımlar  çuvalına atmışlar, elleriyle çalkalıyorlar insanları. Holly Shit!

Kendini anlatan insanlara itimat etmemeyi öğrendim
Tanımlamada kullanılan sıfatların anlamlarının kayganlığını öğrendim. Onun tanımı benim tanımımla örtüşmeyebileceği gibi, örtüşen tanımların bile bir "seçim" haline geldiğini, ve insanın tutarsız bir şekilde farklı seçimler yapabileceğini öğrendim. İnsanın kendisiyle ilgili pek çok kavramı anlamı değiştirebileceğini öğrendim. Üstelik bu  değişim dönemin toplumsal çıkarlarıyla bile ilgili olabiliyor. (Hangi bağışı yapmanın sevap (yani iyi biri haline getireceğini sizi) veya hangisinin haram (sizi kötü biri yapacağını) belirleyecek eğilimleri tanımlayan Kurumlarımız var)

Fakat neyi değiştireceğini seçerken insanoğlu, biraz da içindeki Jedi ve Sith Lordundan hangisinin daha güçlü olduğuna bağlı.(Benim de mi keskin sınırlarım var ne?!) Bu durumda yine Siyaset Bilimi'ne Giriş 2; "İnsan Doğası Nedir?" başlığına dönüyor, takılıp kalıyorum.

26 Ekim 2011 Çarşamba

Van Depremi ve H.A.A.R.P Projesi OYUNLARI

Konuşmayayım dedim, herkes biliyordur dedim, kimsenin bi halt bildiği, farkında olduğu yok.
Bir de ben yazayım o zaman.
Artık eskisi gibi uzun uzun yazacak yüreğim kalmadı.
Herkes gibi, acı çekiyorum.
Burada okuyacaklarınız ne bir komplo teorisidir, ne de bir "inanç" meselesidir. "Ben inanmıyorum arkadaş, bu mümkün değildir bence" diye bir cümle yok. Gerçeklere kulaklarınızı ne kadar tıkamak isteyip, kendinizi güvende hissettiğiniz sanılgısına ne kadar sıkı bağlandığınızla ilgilidir…

Van Depremi'nin  zamanlaması sizce de ilginç değil mi?
Tam; önce resmi açıklamalara göre gelen 24(+2) şehit haberiyle sarsılmış , bazı kaynaklarda 80 küsür olarak geçen korkunç rakamla alt-üst olmuş ve daha önce körü körüne bağlı olan kesimlerce de ARTIK NİHAYET hükümeti eleştirmeye başlamışken… Medya kanalları "kontrollü" şekilde haber yapmasına karşı Türkiye'de inanılmaz bir hızda -adeta çığ gibi- büyüyen bir anti RTE tepkisi oluşmuşken.. Şehit babası çelenk'in üzerindeki Başbakan'ın adını yere indirtmiş http://www.dailymotion.com/video/xjxw2o_yehit-babasynyn-baybakana-isyany_news  (ve akabinde bu haber medya karartmasına kurban gitmişken) askerliğin siyasi entrikalardan oluştuğu halk kitlelerince sorgulanmaya başlamışken, gündem bir gecede değişerek, VAN'da deprem meydana geldi.

Bu olay kimlerin hoşuna gitmez?
Herşeyden önce hükümetin hoşuna gitmez. Ama gündemi;çok daha büyük bir kitlesel yıkım ile değiştirebilecek araçlara sahip değil.
Başka?
Büyük Ortadoğu Projesindeki muazzam işbirliği nedeniyle  RTE'yi kullanan Amerika'nın hoşuna gitmez. Ancak halkın itaatiyle başkan kalmaya devam edebilecek biri,  halk tarafından en temel ihtiyaç  olan güvenlik sarsıldığında yönetimden düşebilir.
John Lock'un  belirttiği gibi;  toplumla devlet arasında sözsüz olarak imzalanmış  bir akit vardır. Toplum  sahip olduğu  özgürlükleri üzerinde insiyatif kullanma hakkını kendi iradesiyle devlete teslim etmiş ve karşılığında güvenlik ve düzen sözü almıştır. Toplumla devlet arasında yapılan bu ilk akitten beri görevler ve ödevler temelde budur. Güvenlik gibi en temel sözünü yerine getirmeyen, ülkesini teröre sürükleyen bir hükümete; Türk halkı gibi itaati yüksek bir millet bile isyan edecektir. Etti de.
Lakin;
Türk halkını çok iyi tanıyorlar. Gözümüzün ne zaman yaşaracağını, aklımızın, kalbimizin ne zaman  duracağını biliyorlar. Kitlesel ölüm -hem de doğal afet başlığı altında- geldiğinde; hiçbirşey sorgulamadan  herşeyi bir kenara bırakıp hafızamızın sıfırlanacağını da biliyorlar. İşin kötüsü, gündemi değiştirerek terör  yapabilecek araçlara sahipler. Nasıl mı?

H.A.A.R.P Projesi'nden bahsetme zamanı geldi.
Yüksek Frekanslı Etkin Güneşsel Araştırma Programı (İngilizce: High Frequency Active Auroral Research Program) ya da kısaca HAARP, ABD Ordusu, ABD Donanması ve Alaska Üniversitesi tarafından ortak yürütülen İyonosfer'in özelliklerini ve davranışlarını araştırmak üzere Alaska'da sürdürülen çalışmadır. İlk kez Sırp asıllı Amerikalı bilimadamı Nikola Tesla tarafından ortaya atılmış bir fikirdir.*
Videomusu izleyelim hemen:






Bu proje 6 yıldan beri, Alaska’da Gakona askeri üssü yakınlarında, ABD Hava ve Deniz Kuvvetleri’nce gerçekleştiriliyor. Resmi amacı, İyonosfer’de araştırma yapmak. Bu projenin gerçekleşmesinde üç Amerikan şirketi ARCO, Raytheon ve E-Sistemleri, önemli rol oynadı ve hâlâ oynuyor.. 

Amerikalı askeri yetkililere göre, HAARP şunları gerçekleştirecek: 

1-Atmosferdeki termonükleer araçların elektromanyetik vuruşlarını değiştirmek,

2-Denizaltılarla haberleşmeyi kolaylaştırmak, 

3-Radar sistemlerini son derece geliştirmek, 

4-Çok büyük bir bölgede, ABD ordusu dışında tüm haberleşmeyi durdurmak, 

5-EMass ve Cray bilgisayarları ile ortaklaşa, toprağın altını çok derinlere kadar incelemek, 

6-Büyük alanlarda petrol, doğalgaz ve mineralleri tespit etmek, 

7-Cruise füzeleri gibi her türlü saldırı silahı ve uçağı havada imha etmek. 



Projenin karşıtlarından biri olan, ülkenin en ünlü jeofizikçilerinden Prof.Gordon J.F.MacDonald’e göre, elektromanyetik teknoloji bakın daha neler yapabilir: 


1-İklimleri değiştirebilir, 

2-Kutupları eritebilir veya yerinden oynatabilir, 

3-Ozon tabakası ile oynayabilir, 

4-Deprem yaratabilir, 

5-Okyanus dalgalarını kontrol edebilir, 

6-Dünyanın enerji alanları ile oynayarak, insan beynini kontrol altına alabilir, 

7-Radyasyon yaymayan termonükleer patlama oluşturabilir... 

Bunlar yapabildiklerinin sadece bir kısmı..






Durum "yok artık daha neler ben inanmıyorum" boyutundan o kadar uzak, ve bu tesisin yapabildikleri o kadar GERÇEK ki; Amerika Hava Kuvvetleri, iklimlerin kontrolünü amaçlayan “Spacecast 2020” projesi ile ilgili olarak “Çevreyi değiştirme teknikleri ile bir başka ülkeyi yok etmek veya zarara uğratmak yasaktır” açıklamasını da yapmış durumda…

Hala şüphelilere ilginç bir nokta daha;  bu konuda Web’de açılan sayfalar, buradaki konuşmalar, gelen bilgiler, tartışılan konular sık sık esrarengiz eller tarafından silinip yok ediliyor. HAARP,  1994 yılından bu yana, en çok sansüre uğrayan konulardan biri..

1999 depremi, dünyadaki Tsunamiler, Ozon tabakasındaki sıkıntı, Küresel ısınma, ….(boşlukları doldurunuz...)

Van depremi; ABD tarafından Büyük Ortadoğu Projesi'ne zarar gelmesin diye  sismik hareketler devreye geçirilerek oluşturulmuş bir  TERÖRdür. Gündem değiştirilmiş, kısa süreli hafızalar resetlenmiş, bin masum kişi bu uğurda öldürülmüştür.

VE BU SIRADA Van'ın yeniden yapılandırılması gündeme geleceğinden, Asfaltlamadan inşaat sektörüne PEK ÇOK ABD şirketi bu durumdan nemalanacaktır.

Sonuç;
İsyan bayrağımızı doğaya çekme zamanı geride kaldı. Hayatlarımız üzerinde oynanan SİYASİ olayların korkunç boyutlarının farkında olalım.

Bugün farkında olmak, yarın birşeyler yapabilmek demektir.

Sevgiler..




NOT: Bilimsel olarak HAARP'ta nelerin nasıl yapıldığına dair bilgi isteyenler (TÜRKÇE) http://www.antrak.org.tr/gazete/012001/mutlu.htm


25 Ekim 2011 Salı

Ziyaret

Dün gece, daha önce  rüyamda 2 defa gittiğim bir yere gittim yine. Orayı ata binmek için kullanıyorum da denebilir. Yemyeşil bakımlı bir yarı-ormanlık alan, çeşit çeşit atlar var. Ne zaman gitsem oraya benimle ilgilenen, bana; benim istediğim beyaz atımı getiren bir Sinan var. Sinan çok yakışıklı bir adam. Ama esas ilgilendiğim; kibarlığı ve bana gösterdiği hürmet. Çünkü atımla dolaşmam, dinlenmem ve eğlenmem için gereken herşeyi sağlayan bir adam.
Üçüncü kez gelişimden son derece memnun, güler yüzle karşıladı beni. Ona "benim beyaz atım nerede?" dedim. Aslında orada kimsenin "şahsına" bir at yok. Her giden ve ata binmek isteyen kişi, boş olan, sırası gelen bir atı alıyor ve sürüş keyfini öyle yaşıyor.  Ama ben gittiğimde hep bindiğim beyaz; sırtında açık kahverengi lekeleri olan akıllı ve asil bir dişi atım var. Sinan'ı bu yüzden seviyorum.  Benim atımı bana saklıyor.
Dişi atımın adı ya Fırat ya Murat, tam hatırlayamıyorum. Ama gözleri öyle anlamlı bakıyor ki, br şekilde at ve sahibi arasında kurulan o bağdan ikimizin arasında kurulmuş olduğunu hissediyorum. Atımla bakışarak konuşuyoruz. Beni özlemiş olduğunu hissediyorum. Onu gördüğüm zaman içimi kaplayan huzur ve mutluluğu tarif edebilecek kelimelerin olduğundan şüpheliyim. Sanki, Zorro ve atı Tornado gibiyiz.. 

24 Ekim 2011 Pazartesi

Birand-Dündar ve Cüneyt Özdemir

Rüyamda Acayip bir ülkedeydik. Aynı anda hem lacivert gecenin görüntüsü hem güneşin batarken oluşturduğu kızıllık hem de mavi gökyüzü görünüyordu. Renkler ve zamanın "aynı andalığı" öyle inanılmaz boyutlardaydı ki..Bir günün sabah öğle akşam renkleri aynı anda oradaydı. Tatlı beyaz bulutlarla süslenmiş  gerçeküstü bir Rönesans yağlıboya tablosu gibiydi. Renk doygunluğu tavan yapmış, ufka uzanan muhteşem bir perspektifte, bulunduğum yer itibariyle biraz da tilt-shift uygulanmış gibiydi..Bir fotoğrafçının rüyasından bahsediyoruz.Nasıl tarif edebilirim ki başka..

Ben bir odayagirdim. Mehmet Ali Birand bir masanın arkasında oturuyor ve sohbet ediyordu.  Yanımdaki sandalyede Cüneyt Özdemir, az ilerideki sandalyede de Uğur Dündar  vardı. Birand bana "neden  yanımda başlamadın ki işe?" dedi. "Çok daha kolay olurdu ve şimdi epeyi ilerlemiş olurdun."
Aklımdan  [Tamam, şirketi hemen devreder, Birand'la çalışmaya başlarım.. Neden olmasın..?] diye geçerken Dündar devreye girdi. "Bizimle çalışmayı düşünmez misin?"
Ağzımdan tek kelime çıkmamış olmasına sevinerek düşünmeye devam ettim. [Dündar bana daha yakın bir adam. Onun kadrosunda olmak daha iyi hissettirir..]
Ben bunları düşünüp henüz ağzımı bile açmamışken, yanımdaki sandalyeden Cüneyt Özdemir taktik verir gibi fısıldayan bir edayla adını şuan hatırlamadığım fakat Doğan Gruptan ünlü bir gazeteci olan  ve Dündar'ın az ilerisindeki sandalyede oturan havalı kadını işaret ederek;
"Bence oradaki kadına oynamalısın ilk kozlarını." dedi.

Allam,
Herkes beni istiyor ama benim alakasız bir sektörde şirketim var?
Yavaş geliniz..

12 Eylül 2011 Pazartesi

"-Susalım mı Olric?
-Konuşsanız ne değişecek Efendim?
-Hiçbirşey, Olric.
-Susalım bir kez daha Efendimiz..
-Cam kırıkları gibidir bazen kelimeler, Olric. Ağzına dolar insanın. Sussan; acıtır. Konuşsan; kanatır.
Susalım bir kez daha Olric."

O.Atay Tutunamayanlar.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Diyetsel Mevzular

Dukan diyeti ve aradaki kaçamaklarımla birlikte beş kilo vermişim. Olley!


Bugün birkaç dilim kutlama pastasıyla birlikte sezon finali yaptım:) Haftaya yeni bir listeyle yeniden başlamak üzere, kaybolan kilolara selam ediyorum.

Tanrı'nın Gözü 18/365

God's Eye  18/365

Yaradılış ışığı sevgidir.

18 Ağustos 2011 Perşembe

17/365 Nükleere Hayır!

17/365 Stop Nuclear!

Nükleer santral anlaşmalarına / santral yapılmasına karşı bireysel tepki.

İlgili olabilecek haber linkleri:

http://www.ankarahaber.com/haber/Nukleere-hukuk-dar-geliyor/90836

http://bianet.org/konu/akkuyu-nukleer-santrali


12 Ağustos 2011 Cuma

16/365 Auramla Döverim!

Beat You by My Aura 16/365

This fire is out of control,
I'm gonna burn this city!

11 Ağustos 2011 Perşembe

Seni Tanımak İstiyorum..

Make a wish
Geçinmek için ne yaptığın beni ilgilendirmiyor.
Neyi özlediğini,
Kalbinin arzuladığı şeye kavuşmanın hayalini kurmaya cesaret edip edemediğini bilmek istiyorum

Kaç yaşında olduğun beni ilgilendirmiyor
Aşk için, hayallerin için, yaşıyor olma serüveni için
Bir aptal gibi görünme riskini göze alıp almayacağını bilmek istiyorum

Ay'ının etrafında hangi gezegenlerin döndüğü beni ilgilendirmiyor
Kederinin merkezine dokunup dokunmadığını, hayatın ihanetlerince açılıp açılmadığın, daha fazla acı korkusundan kapanıp kapanmadığını bilmek istiyorum

Saklamaya, azaltmaya ya da düzeltmeye çalışmadan benim ya da kendi acınla oturup oturamayacağını bilmek stiyorum

Benim ya da kendi neşenle olup olamayacağını, insan olmanın sınırlılığını hatırlamadan, bizi dikkatli ve gerçekçi olmamız için uyarmadan çılgınca dans edip coşkunun seni parmak uçlarına kadar doldurmasına izin verip vermeyeceğini bilmek istiyorum

Bana anlattığın hikayenin doğru olup olmaması beni ilgilendirmiyor
Kendi kendine dürüst olmak için bir başkasını hayal kırıklığına uğratıp uğratamayacağını; ihanetin suçlamasına dayanıp, kendi ruhuna ihanet edip etmeyeceğini bilmek istiyorum

Güvenebilir ve güvenilebilir olup olamayacağını bilmek istiyorum
Her gün sevimli olmasa da güzelliği görüp göremeyeceğini bilmek istiyorum
Benim ve kendi hatalarınla yaşayıp yaşayamayacağını;
Bir gölün kenarında durup gümüş Ay'a "EVET!" diye bağırıp bağırmayacağını bilmek istiyorum

Nerede yaşadığın ya da ne kadar paran olduğun beni ilgilendirmiyor
Keder ve umutsuzlukla geçen bir gecenin ardından, yorgun, bitap da olsan,
çocuklar için yapılması gerekenleri yapıp yapmayacağını bilmek istiyorum
Kim olduğun, buraya nasıl geldiğin beni ilgilendirmiyor
Çekinmeden benimle ateşin ortasında durup durmayacağını bilmek istiyorum

Nerede, kiminle, ne okuduğun beni ilgilendirmiyor
Diğer her şey bittiğinde seni ayakta tutan şeyin ne olduğunu bilmek istiyorum

Kendinle yalnız kalıp kalamadığını, ve o boş anlarda sana arkadaşlık eden kendini gerçekten sevip sevmediğini bilmek istiyorum..

Oriah Mountain Dreamer
(Kanadalı Bir Kızılderili)

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Sil Baştan / Ken Grimwood

Okuma Motivasyonu
Benim için bir kitabı alıp okuma motivasyonunun çeşitli çıkış noktaları var. Bunlardan biri kitabın kitabevinde bulunduğu kategori. İlk tercih burada başlıyor. Roman/macera, kişisel gelişim, Türk/Amerikan/Avrupa/vs Edebiyatı gibi pek çok kategori başlığının altına gidiyorsunuz. Aklımda bir kitap olmadığı sürece serbest atış yapar, bilinçaltımın bilmediğim süzgeçlerinden geçerek gözümün “bir şekilde rastlantısal olmayan” takıldığı başlık ve kitap isimlerine, kitap kapağına ve arka kapak yazısına referansla içgüdüsel bir kitap seçimi yaparım. Kolumun altında bir tomar kitapla orayı terk ederken, bilirim ki hepsi de sırayla okunmayacak; bir süre kütüphanemde bekleyecek ve uygun ruh hali geldiğinde parmaklarımın o sayfaları, gözlerimin o satırları okşama zamanı başlayacaktır.
Bir diğer yöntem; tavsiye. Uzun zamandır okuduğum kitapların çoğu ciddi okuma geçmişlerine sahip arkadaşlarımın önerileri, tavsiyeleri ya da kitabı elime tutuşturarak belli bir teslim süresi belirleyerek beni okumaya zorlamalarıyla oldu. Bu yöntemi çok seviyorum; çünkü hiçbir zaman hayal kırıklığına uğramadım. Böyle kitaplar çok daha hızlı okunuyor.
Bir de vefat eden dedemin talep ettiğim tek mirası olan çılgın bir kütüphane var ki.. O zaten farklı bir boyut. Rahmetli anneannemin çiçekleri gibi..

Sil Baştan
Gelelim şaşırtıcı şekilde beni etkileyen bir kitaba.
Ken Grimwood’un “Sil Baştan” adlı kitabı.
Arka Kapak: Ken Grimwood’un sıradışı eseri Sil Baştan, zihninize şu soruyu kazıyor: Geçmişte yapmış olduğunuz hataları bilerek hayatınızı tekrar, tekrar ve tekrar yaşamak zorunda kalsaydınız ne yapardınız?
43 yaşındaki Jeff Winston bu şansı birkaç kez elde eder. Heyecanını yitirdiği evliliği ile geleceği olmayan işi arasında sıkışıp kalmıştır ve hiç beklenmedik bir anda ölüverir. Tekrar hayata gözlerini açtığında ise takvimler 1963 yılını göstermektedir. O sabah 18 yaşında, üniversite yatakhanesinin duvarlarına bakarak uyanır. Her şey eskisi gibidir... tek bir fark dışında: Jeff geleceği avcunun içi gibi bilmektedir. Futbol ligi final maçlarından at yarışlarına kadar kimin kazanacağını, Wall Street’te köşeyi dönmek için hangi şirketlere yatırım yapmak gerektiğini... Yalnız, bilmediği bir şey vardır: Neden hayatını sil baştan yaşamak zorundadır? Sevdiği her şeyi ve herkesi kazanıp kaybetmeye daha ne kadar devam edecektir?
Bir arkadaşımın çok büyük ısrarları sonucu (gece 11 buçuk civarı kapıma kitabı getirmesi gibi!) bu kitabı okumak zorunda kaldığım için hayli önyargılarla başladım kitaba. İnternet araştırması yaptım ve zihnimi olumsuz pek çok önyargıyla doldurmama rağmen, yine de okudum.
Ağır ve ağdalı cümleleri olmadığından sanırım, okuma hızına bağlı olarak bir-iki günde biten bir kitap. Bir adam sürekli 43 yaşında ölüyor ve 18 yaşında yeniden doğuyor. 30 yıla yakın bir süreyi yeniden yeniden yaşıyor. Geleceği biliyor fakat ilk birkaç tekrara kadar yaşadığı şeyin “gerçekliğine” inanamıyor. Her hayatı, bir önceki tecrübesinin ışığında farklı  davranış ve seçimlerde bulunarak geçiyor. Bir hayatında yükseleceğini bildiği şirketlere çılgın yatırımlar yapan mutli milyoner bir adam oluyor, ve karısıyla tanışamıyor..Diğer hayatında başka bir kadına aşık oluyor başka işler yapıyor.. elinde ne kadar süreceğini bilmediği bir sonsuz hayat tekrar şansı var fakat.. bu şans mı, yoksa lanet mi noktasında beni yakaladı.

Zihinsel Sürtüşme..
Bir adamın gözümün önünde hayatla ilgili beklentilerinin azalışını gördükçe, bu hayatta insanı mutlu eden şeyler nelerdir’den, “neden hayat/ hayatın anlamı”na kadar uzanan çılgın bir hortumda dönüp duruyor zihnim. Ne zaman sona ereceğini dakikası dakikasına bildiğimiz bir hayatı yaşamak zorunda kalmak, bir süre sonra anlamsızlığın parıltılı karanlığında boğmaya başlıyor insanı. İşte fırsat! Diye bağıran bir Tanrı’yla kavga etmenin eşiğinde, yapılabilecek her şeyi hayat tekrarları boyu yaptıktan sonra, bu hayatta geriye yapmaya değecek ne kalıyor?
Öncelikleri nelerdir insanın? Aile, para, seks, aşk? Gezmek, tozmak, okumak? Keşif? İnsanlığa yardım? Dünya barışı?? :)
Her birine öncelik vererek geçen sayısız hayata sahip olsaydınız,her birini tek tek merkeze koyduğunuz hayatlar yaşayıp, hepsini aynı anda çemberin içine alabildiğiniz bir hayat da dahil olmak üzere;  “bütün öncelikler” tükendiğinde geriye yaşamak için kalan sebep ne olurdu?...

Bir de şöyle bir cümle var kitapta: Sorgulanmamış bir hayat yaşamaya değmez ve çok yakından incelenmiş bir hayat da intihara değilse bile deliliğe yol açabilir.

Sevgiler..