23 Aralık 2007 Pazar

Döngüm

şopen



Heroes
Oregon Çayı
Shopenhauer "Okumak Yazmak Yaşam Üzerine"
Click Click
Photoshop
The Adventures of Christine
4400
Reklamlar
Msn
Flickr
Heroes
Shopenhauer "Hayatın Anlamı"
Oregon Çayı
Elektra
Bloglar

18 Aralık 2007 Salı

Kısa..

Anlatmak istediğim çok şey var ama, fazla public oldu bu blog. Yavaş yavaş soğumaya başladım.
Kısa kısa:
* Saçlarım Kızıl kestane oldu. Hızlı kabuk değiştiriyorum.
* Victor E. Frankl'ın çok ilginç bir adam olduğunu düşünüyorum. "Duyulmayan Anlam Çığlığı, Psikoterapi ve Hümanizm" adlı bir kitabını okuyorum. Hayatta anlamlı bir amacımız olmadığı için mutsuz bireyler olduğundan bahsediyor. Ünlü bir psikiyatrist, bilim adamı. "Nevrotiğin maskesini düşüren" Freud'dan kişisel davet almış ve makaleleri yayınlanmış. Nazi kamplarında yaşam savaşı vermiş. Teorileri ilginç, inceleyin.
*Bir evlilik haberi aldım. Bir aya kadar kokusu çıkar.
*Yakında şehir dışına çıkma planlarım var. Belki de sonsuza kadar sadece 1 ve 0 olarak kalacağım, çoğumuz için.
**Kazın ayağı.
(**içimden geldi)



17 Aralık 2007 Pazartesi

Değişim çok tuhaf bir şey. Hep hayatımı sıfırlamaktan bahsediyordum ya… Galiba bu defa oluyor bu. Önce işimi, sonra evimi. Bunu başarmak üzereyim.

Beyaz Melek filmini mahsun’un inanılmaz –şaşırtıcı performansıyla izledikten sonra yatakta anneme sarılarak ve ağlayarak “annecim seni hiçbir zaman terk etmeyeceğim, evlendiğimde bile” deyişimi hatırlıyorum. Bir yandan da kendimle kalma ihtiyacım var.

Bu arada o film kesinlikle genelkurmay destekli. Amerika’da belli dönemlerde Pentagon toplumdaki bazı değerleri manipule etmek için –isa’nın çilesi’nde olduğu gibi- senaryo dağıtıyorsa, bu da türk usulü senaryo dağıtma. Bunun için de kökeninde “Anadolu Çocuğu” olduğunu bağıran ve halkın sevgisini kazanmış birini seçmişler Mahsun –Mel Gibson gibi. Kuzey Irak, operasyon, Kürtler, Kürtçe, aile bağları vs… Güzel güzel.

Biz de yedik.

Yedik hakikaten.

14 Aralık 2007 Cuma

Bişeyler yapmaya başladım.. Dün Fındıkkıran Balesine gittim. Gece boyu Çaykovski dinlemek çok iyi geldi. Yerimiz en öndeydi.

Mistik bir sokakta başladı yolculuğumuz.. Sahne, dekor, nefisti..

5 Aralık 2007 Çarşamba

Portakalım Sıkıldı

Türkiye’deyiz, fakat Almanya. Bugündeyiz, ama 1950ler.
Sadece ufak bir grup kişiyiz. Askerler her tarafta ve içimize casuslar yerleştirmişler. Kaçmamız, saklanmamız lazım. Evlerin bahçelerinden geçip, sokaklarda görünmeden ilerlememiz lazım. Bizi her an biri ispiyonlayabilir.
Sıradan davranmaya çalışıyoruz. Hava karanlık. Bir eve zorla girdik, içeridekileri etkisiz hale getirdik. Hükümete karşıyız, “bir çeşit” anarşistiz. Öğretimizin fikirsel alt yapısını tartışıyoruz. Sonraki adımların neler olacağını, “ne yapacağımızı” planlamaya çalışıyoruz. Hepimiz biraz ürktük, az daha yakalanıyorduk.
Kapı çalıyor.
“knock knock, knock knock knock!”
Kapının çalınma şiddeti artıyor, kanımızın çekildiğini hissediyoruz.
Ben gergince kapıya yaklaşıyorum, gözümü deliğe yaklaştırıyorum. İki kadın var. Biri anahtarlarını çıkarmaya çalışıyor. İçeri giremesin diye olanca gücümle kapıya yaslanıyorum, fakat gücüm yetmiyor ve kapı açılıyor.
Bizim gibi davranıyor, bizden biri gibi. Ama gözlerindeki ölçülü kuşku beni rahatsız etti. Tuhaf bir şekilde susuyor. Hepimiz onları izliyoruz. Evin gerçek sahiplerini bağlamışız, biraz da hırpalamışız. Fırlattığımız köşeden inleme sesleri geliyor, ağlamaya bile korkuyorlar ağızlarından salyayla karışık kan kusarken. İlgilenmiyoruz bile. Odağımız kadınlar. Bir tuhaflık var.
Müdahale etmem gerekiyor, kışkırtıcı bir soru yöneltiyorum siyah saçlı olana. Yemi yutuyor ve yüksek sesle itirazlarına başlıyor. Kadının bıkbıklarına siren sesi eşlik ediyor. Bizi ispiyonlamış orospu.
Suratına –mecburen- sağlam bi yumruk patlatıp balkona yöneliyorum. Çıkış bulmamız lazım, az sonra etrafta bir sürü beyinsiz asker olacak ve ben yorgunum. Grubum beni takip ediyor.
Balkondan duvara tutunup, arka bahçeye atlayıveriyoruz. Çimle örtülü eğimli bir bahçe bu. Nadasa bırakmışlar sanki, ikiye bölmüşler alanı. Neyse, herkes yukarı tırmanıyor. Ama arkada annem kalmış!!

Off anne, burada da mı yaa.
Uyanıyorum kardeşim, uyanıyorum! Bu kadar da canına dokunulmaz ki insanın.
Homur homur..


Hamiş: Bir daha Otomatik Portakal'ı yatmadan önce okumayacağım.

2 Aralık 2007 Pazar

Gül Kokulu İnci



Uzun zamandır teknik imkansızlıklar nedeniyle bastırdığım bir güdümü serbest bıraktım pazar günü. Bir güne neler sığdırabildiğine şaşıyor insan.
--
Anneanneme gittim. Kupon biriktirmiş gazetenin birinden, benden almamı rica etmişti. Vefasızlığımın öyle doruklarındayım ki, kadıncağız 2 haftadır beni bekliyor. Bırakın "Nasılsın" diye ziyaret etmeyi, telefonla bile aramamışım, aylardır. Kötüyüm, çook.
Onu görüp, sarılıp, o yıkansa bile üzerinden asla çıkmadığını bildiğim mis gül kokusunu içime çekerek kucakladığımda kendimden nefret ettim. Sitemli de olsa sevgi dolu o bakışlarla beni "Gel bakalım hayırsız!" diye karşıladı. 87 yaşında, yapayalnız. "Kimseye yük olmamak" diye bir anlayış geliştirmiş, 3 çocuğuyla da oturmuyor. Dedemin vefatından sonra hayata müthiş sabrıyla devam ediyor. Her bayram, tansiyon şeker demiyor, envai çeşit yemek hazırlayıp -öksüz doyuran şiddettinde- bizimle geçireceği 4-5 saate hazırlanıyor. Aylar öncesinden hangi toruna kaç lira vereceğini hesaplamış, harçlıklarını ayırmış bile. Sabahtan bekliyor; ev kalabalıklaşsın, herkesi ağırlasın, dinlemese bile gürültü olsun evde.
Ama, her defasında kimse öğleden sonra 1'den önce gelemiyor. Şehir, iş, hayat nasıl çöktüyse üzerimize, uyanamıyoruz. Bayramın anlamı bizim için el öpmekten ve akrabalarla geçirilen 180dakikadan fazla bir anlam taşımadığından, onu ne kadar kırdığımızı anlayamıyoruz. Belki dudağının kenarındaki mahzun kıvrımı görünce hafif bir vicdan dalgası geliyor, ve geçiyor. Bayramın ondaki anlamını asla kavrayamayacağız.
Yılbaşlarında ise, neredeyse 1 haftalık yemek hazırlıyor, tek başına. Ocağın başında beklerken başının ne kadar döndüğünü, tansiyonu düştüğünde ocağın altını kapamayı unutmamak için nasıl zorla ayağa kalkmaya çalıştığını, kendisine hep "aa Hicri hiçbirşeyin yok, huysuz yaşlılar gibi kendini salıverme güçlüsün" telkinlerinde bulunduğunu bize asla söylemiyor. Eski kültürde yetişmiş o, bizim gibi en ufak sızıyı dağlar haline getirip anlatmak ayıp, çok ayıp. Şimdi ayakta ya, iyi ya, ya da iyi görünüyor ya en azından, herşey yolunda olmalı. Kimseyi üzmeye hakkı yok.
Ve ben beni 5 yaşıma kadar büyüten, her bayram yeni cicilerimi giydiren, çocukluğumun mutlu mesut geçmesini sağlayan, bana o eski kültürü verip, özümden şaşmama engel olan bir adap geliştiren bu kadını neredeyse hiç aramıyorum!
O benim canım, canımın ta içi!
Böyle bir canavara ne zaman dönüştüm?
Ne zamandır hayatımdaki değerleri itip kendimi soyutlayıp, yarı saydam bir perde çekmişim hayata?
Aman Allah'ım.
Hala hayattayken, benim canımken, ona ulaşabiliyor, dokunabiliyor, sarılabiliyorken, ne büyük bir manyaklık yapıyorum...
Anneannem, seni çok seviyorum.
İnci torunun.
Hamiş: İlk ve tek kız torunuyum, beni hep incim benim, güzel kızım diye sever... Esas kendisi bir inci. Hayatımda görüğüm en büyük, en parlak, en değerli, Gül kokulu incim.

29 Kasım 2007 Perşembe

Virtus Öldü.

Yaşını doldurmamıştı daha. Kendimi özdeşleştirdiğim, dişi kaplumbağa yavrusu. Hayatıma giren en anlamlı hediyelerden biriydi. Ben de bir güzellik yapıp ona eş almıştım; Achilleus.

Ben gibiydi virtus. Achill'le ilişkilerinde hep ben gibi davranıyordu.

Ölümü sarstı, çok üzüldüm, anlatamam. Bahçede kendisine güzel bir anıt mezar yaptım. Minik beyaz taşlarla, şu dünyada son kez kaplayacağı avuç kadar yeri çevreledim. Ağladım, çok ağladım.

Hayatta bazı şeylerin çok sembolik olduğunu düşünüyorum. Örneğin sevgiliniz bir çiçek alır, siz kavga ettikçe solar ama sevginiz yaşadıkça asla ölmez. Herkes yaşamaz der, o yaşar, ayrılsanız bile. Ne zaman ki içinizde bazı şeyler biter, o da ölür.
Nesneler, canlılar, onlara yüklediğimiz anlamlar sayesinde varlar. Anlam kaybolunca, onlar da kayboluyorlar.

Gilda/Morris (older version)

Morris uyuyordu.

Gilda odaya girdiğinde asimetrik kollar ve bacaklarıyla, savaşta tek elinde bıçak diğer elinde şarap şişesiyle dövüşen, yıkılmış bir şarapçıya bezeyen morris'in düzensiz nefes alış verişlerini ilgiyle dinlemeye koyuldu. Gözlerinin en masum hali kapalı haliydi. Gilda dudaklarında sessiz bir gülümsemeyle morrise öpücük yolladıktan sonra odayı inceledi.

Dağınık yerleştirilmiş kitaplar, dolu kül tablası, karalanmış birkaç kağıt. Üstü lekeli halının üstünde kirli bir bluz ve kırışık bir pantolon. Bilgisayar kapalı. (Gizliliğine hassasiyet gösteren bir adamın bilgisayarı nasıl açık olsun ki). Klavyenin kenarına kül kaçmış ve pek umursanmamış. Raflarda akademik hayattan miras kitaplar. Nihayet sigara paketi, yanında anahtar.

Morris hırıltılı bir nefes alarak arkasını döndü. Gilda onun yüzünü göremiyordu artık. Uyandığında sinirini yatıştırsın diye çay koymayı düşündü ve ses çıkarmamaya çalışarak kapıya hamle yaptı. Fincancı katırlarını ürkütmeden odadan parmak uçlarına basarak çıkarken, Morris'İn cep telefonlarını gördü. Şeytan dürter.

Gilda'nın sol adımı havada kaldı, kararsızlıkla düşünmeye başladı. İçindeki şeytanla mücadele ediyordu. İlk defa morrisin telefonuna dokunma şansı vardı. İlk defa Morris'in sözleri dışında, Morris'le ilgili, hayatındaki diğer kadınlarla ilgili bilimsel bir bilgiye ulaşabilirdi. Kalp atışları hızlanmaya başladı. Morris bundan önce Gilda'nın bilgisayarını sabaha kadar didik didik etmemiş miydi, kendisinin haberi yokken? O da kanıtlara ulaşmak istemiş ve 8 saat durmaksızın özel dosyalarını okumamış mıydı? Üstelik bir şey bulamamış, kucağında bilgisayar, yüzünde utançlı bir kızarıklıkla Gilda'ya teslim etmemiş miydi bilgisayarı? Büyük hayal kırıklığıydı Gilda için. Çok ağlamıştı. Hayatında böyle bir şey düşünmemiş, kimsenin özel eşyalarını didiklememişti. Özel alanlara saygı duyma konusunda hassaslığı gelmiş geçmiş en medeni noktada olmasına rağmen şeytana yenilerek, elini telefona attı Gilda. Büyük ve hınzır bir heyecan dalgası şimdiden yüzüne vurmaya başlamıştı.--

Gilda'yla Morris'in ilişkisi her zaman kötüydü. Birbirlerini kaybetme korkusu hiçbir zaman birbirlerini tam olarak yaşamalarına izin vermemiş, kafalarındaki kimlikleri birbirlerine giydirerek o kimliklere aşık olmuşlardı. Yürütemiyorlar, ama asla vazgeçemiyorlardı. Bu duruma ilk uyanan morris'ti. İlişkinin ilk aylarından itibaren sürekli sorun çıkarıyor, olur olmaz meseleleri sonunda ayrılık cümleleri söylenecek noktaya taşıyordu. Sürekli Gilda'nın kendisini terk edip etmeyeceğini anlamaya çalışıyor, Gilda'yı ilişkiye bağlamak yerine uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ona göre her kadın terk ederdi. Gilda bir kadındı, Gilda da terk ederdi. Fakat Gilda'daki öz, onun çözebileceğinden çok daha "fazla"ydı. Bu nedenle hem çılgıncasına güven duyuyor, hem de her fırsatta canını yakarak onu test ediyordu. Her şeyin farkında olmasına rağmen, durduramıyordu kendisini. Gilda piyangodan çıkmış bir ödül gibiydi. Hayatının atışıydı onu tavlamış olmak, ve Gilda ondaki özü de görüyordu. Morris düşünüyordu, kendisini görmeyi başarabilecek kaç kişi tanıyabilirdi bu hayatta?

Gilda odadan çıkarak banyoya gitti, kapıyı sıkıca kapattı. Heyecandan ışığı yakmak aklına bile gelmemişti, telefonun ışığı kendisine yetiyor ve artıyordu. Mesajlar menüsüne girdi önce. Yukarıdan aşağıya tarih sırasıyla diziliydi mesajlar. İsimlere baktı. "gilda, gilda, gilda.." kendisinin attığı mesajları görünce, rahatlar gibi oldu. Eğer o telefonda karşılaşacaklarını önceden bilme fırsatı olsaydı, Gilda bu ilişkiye hiç başlamazdı, ya da kendisini bu kadar kaptırmazdı. Kendisiyle ilgili ciddi sorgulamalara girişeceği, özgüven sorunu yaşayacağı, tehlikeli ve dengesiz bir dönem başlamak üzereydi.

Gilda ilk yabancı kadın adıyla karşılaştı. "Merceu"

Merakla mesajı açtı.

"Hayatım, ben şimdi çıkıyorum, sen arkadaşlarının yanında olacağın için seni aramayacağım. Ama eve geldiğimde seni aramak istiyorum bitanem. Seni seviyorum" SENİ SEVİYORUM!, diye tekrarladı Gilda.

Diğer isim. "Gilmore"

"yaşadığımız sorunları bir kenara bırakıp bu hayatı seninle yaşamak istiyorum. Bunun için elimden geleni yapacağım." !!!

Başka bir kadın. "Suzan""Seni çok özledim. Eve dönmüşsün. Beni ara."

Gilda, hayatının en büyük örsünü kafatasının üstünde hissetti. Kocaman demir ve paslı örs tepeden hızla başına düşmüş, onu banyo seramiklerine yapıştırmıştı. Birkaç sn önce uzayda yer kaplayan bedeni ve ruhu o an hiçbir şey oluverdi. Çizgifilm karakterlerinin aniden puff diye kaybolabilmesini hatırladı, onlardan hiçbir farkı yoktu o an. Sara hastası gibi titreme nöbetine tutuldu. Gözleri yaşa boğuldu, mesajlara devam etmek istemesine rağmen, nefes alamamaya başladığını farketti ve nefesi boğazına düğümlendi. Hiç. Gilda koskoca bir hiç'ti. Sıfır bile bir şeydir, hiç, sadece hiçtir. Gilda, gözleri dolu dolu, nefes alamayan bir HİÇti sadece. Nefes almayı aklına getiremeden, okumaya devam etti. Yaşamdaki tek önceliği, Morris'in; hiçbir zaman bilmediği ve telefon olmasa bilme şansının olmadığı hayatına ilişkin bilgi almaktı. 5 kadar farklı kadından, çeşitli aşk ve sevgi cümleleriyle dolu mesajlar. Arada kendisininkiler. Ama arada. Hepsi aynı tarzda, aşk ve sevgi dolu. Yaşanan bir ilişkinin yaşanma sürecine dair bilgiler taşıyan mesajlar… Bir tane mesaj vardı ki, Gilda o mesajı okumamış olsaydı, bir daha nefes alamayabilirdi. Aklına gelmiyordu nefes almak. Ama bu diğerlerinden farklıydı. Farklı bir paylaşımdan haber veriyordu.Morris'in cüret etmeyeceğini sandığı bir alan. "Köprücük kemiğimde nefesini hissetmek istiyorum.."

Bacakları atın tek ve en önemli hazinesidir. Atlar eğer bacaklarından yaralanırlarsa, atın ölüm kararının verilmesine kadar gidebilecek bir süreç başlar. Atın dizi; uyuşturma malzemeleri kullanılamayan özel bir bölgedir ve buraya işlem yapılırken at tüm acıyı canlı canlı hisseder. Derisi soyulurken, dikiş atılırken, kurşun yemişse kurşunu çıkarırken, at acıdan neredeyse bir insan gibi ağlar. Bunun için operasyon sırasında at bacağındaki acıyı hissetmesin diye, özel, minyatür bir mengeneyle atın bir kulağı sıkıştırılmaya başlanır. Kulağının acısına odaklanan at, bacağın acısını hissedemez hale gelir. At ayağının sakat olduğunu fark etmez. Bu önemlidir.

Gilda, bu son mesajla birlikte nefes almaya başladı. Bu sonuncusu öyle büyük, öyle beklenmedik bir mesajdı ki, diğerlerinin acısını unutup, kalakaldı. Morris'e gelen bu mesaj, Gilda'nın kulağını sıkıştırmış, ezmiş, parçalamıştı. Geçirdikleri 3 aylık ayrılık süreci boyunca ara ara görüşmüşler, barışmışlar ve tekrar ayrılmışlardı. Morris, Gilda'nın hayatından çıkmasıyla oluşan boşlukta tutunacak bir dal arıyor olabilirdi ve Gilda bunu kabul etmeyecek kadar gaddar da değildi. Kendisi kimseye yaklaşamamış olsa da, Morris nihayetinde ilkel bir erkekti, bunu kabullenebilirdi. Ama sex, her şeyi değiştirir. Başka bir beden, bir kadın bedeni, ve o kadın bedenine duyulan özlemle gerçekleştirilen kutsal tapınma eylemi. Kadının titremesiyle son bulan, neslin devamı için seçilen kadına gurur yaşatan, erkeğin boşalması. Bunun için o kadını "ödüllendirmesi".

Kabul edilemez.

20 Kasım 2007 Salı

Bye Bye Hepiniz..

Bye bye love
Bye bye happiness
Hello loneliness
I think I'm-a gonna cry-y
Bye bye love, bye bye sweet caress
Hello emptiness
I feel like I could di-ie
Bye bye my love goodby-eye
There goes my baby with-a someone new
She sure looks happy, I sure am blue
She was my baby till he stepped in
Goodbye to romance that might have been
Bye bye loveBye bye happiness
Hello lonelinessI think I'm-a gonna cry-y
Bye bye love, bye bye sweet caress
Hello emptiness
I feel like I could di-ie
Bye bye my love goodby-eye
I'm-a through with romance
I'm a-through with love
I'm through with a-countin' the stars above
And here's the reason that I'm so free
My lovin' baby is through with me
Bye bye loveBye bye happiness
Hello loneliness
I think I'm-a gonna cry-y
Bye bye love, bye bye sweet caress
Hello emptinessI feel like I could di-ie

Bye bye my love goodby-eye
Bye bye my love goodby-eye
Bye bye my love goodby-eye
Bye bye my love goodby-eye

19 Kasım 2007 Pazartesi

Sıfırlanan Hayat

Herşeyi sıfırlamak elimde mi?

işimi değiştirebilirim,
evimi değiştirebilirim,
arkadaşlarımı, yaşadığım şehri..
Bunu yapabilirim.

Ama anılarımı sıfırlayamıyorum.

Ölsem diyorum, bazen.
Varlığım ne ki, yokluğum ne olsun.

--
Kendime not: Birşey nasıl başlarsa öyle devam eder.

9 Kasım 2007 Cuma

Hamiş: Yarın Doğum günüm.
Gülse dün akşam yine girdi rüyama.
Kocaman gözlerine kocaman makyaj yapmıştı. Yine birşeyler anlatıyordu heyecanlı heyecanlı. Bu kadın beni öldürecek.
Rahat bırak beni Gülse.

8 Kasım 2007 Perşembe

Gülse Birsel.
Dün geceki rüya konuğum Gülse’ydi. Bizim evin mutfağındaydık sanki, değişik komik şeyler anlatıyordu ve beni güldürüyordu. 3-4 kişiydik. Gülse bana bakıyor, nasıl biri olduğumu anlamaya çalışıyordu. Ben de hafif tebessümle onu dinliyordum ve nasıl biri olduğuma ilişkin bir ipucu vermiyordum. Sonra bir şey söyledi ve ben bir espri patlattım. Gülse yerlere yattı ve bu defa sadece benimle ilgilenmeye başladı.
Yasemin adlı bir karakteri canlandıracakmış tv’de yeni bir dizide. Hamile bir kız olan yasemin hakkında konuşmak istiyordu sürekli. Ben başka şeylerden bahsederken konuyu yasemin karakterine getiriyor ve görüşlerimi alıp karakteri şekillendirmeye çalışıyordu. Bundan sıkıldım ve onu yüzledim. “-Yasemin karakterini çok iyi oynamak istiyorsun, değil mi?”
Biraz utandı ve tüm o şirinliğiyle “-evet” dedi. “yasemin eksiksiz olmalı..bu yüzden ondan bahsetsek..?”
Biraz pofurdayarak, biraz da gülerek Yasemin hakkındaki fikirlerimi almasına izin verdim.
--
Gülse çok tatlı, zeki bir kadın. Akşam hakikaten beni güldürdü ve tebessümle uyanmamı sağladı, kendisine teşekkür ediyorum.

7 Kasım 2007 Çarşamba

Daha önce gördüğüm rüyaları tekrar görmeye bayılıyorum. Dün akşam uzun zamandır rüyalarımda görüşemediğimiz canım ciğerim bir arkadaşımla karşılaştım. Adı seçil. Çocukluğumda da zaman zaman birlikte rüya serüvenlerimiz olmuştur kendisiyle. Bir nevi çocukluk arkadaşım. Çok iyi anlaştığımız için birbirimizin rüyasına girmeyi tercih ediyoruz.
Dün akşam daha önce birlikte atlattığımız bir serüveni tekrar yaşamak istemişiz ki, kendimi o heyecanlı rüyanın içinde buluverdim.
Etraf zombilerle dolu. Bir kapı var, açılması için gizemi çözmemiz gerekiyor. Etrafta bizim gibi gizemi çözmeye çalışan insanlar var. Mümkün olduğunca hızlı olmak zorundayız.
Seçil’le sarılıp aynı rüyada buluşabildiğimiz için çok sevindik. İkimiz de bunu daha önce gördüğümüzü biliyorduk. O yüzden eskisi gibi hızla davranıp kapıyı açmalıydık.
Adams ailesinin olduğu hissini yaratan kapıyı çaldık. Ürkütücü bir sesle çaldı. Ardından dış ses bize bilmece tekerlemeyi söylerken ben –daha önce çözmüş olduğum için- hemen demirlerin kalkmasını bekleyip ilerideki odaya girdim. Odayı talan ettim ve baltayı buldum. Baltayı kapıp diğer odaya fırladım. Orada kafes içinde bir güvercin vardı. Güvercinin kafesten çıkıp, baltayla oyuk açtığım tahta duvardan uçması gerektiğini hatırlıyordum ama kafesten nasıl çıkardığımı bir türlü hatırlayamıyordum. Canım sıkılmıştı, başkaları da yaklaşıyordu. Seçil bağırdı:
“-kapının dışındaki küçük kutuyu patlat!”
Tomb raider daki minik kutulardan biriydi karşımdaki. Hemen baltayla onu da patlattım. Kafesteki kuş şişti, şişti, kafesin demirleri pof diye patlayıverdi. Bizim güvercin tahta duvardaki oyuktan gökyüzüne havalandığında, görevim tamamlanmış olduğu için sevinçten zıplamaya başladım. Seçilin hemen yanıma gelmesi gerekiyordu. O da koşarak geldi ve bize esas kapı açıldı, sonra başka kimsenin girmemesi için kapandı.
--
Rüyaya hükmetme olayına bayılıyorum. Benim rüya evrenimde gücümün sınırları, warcrafttaki büyücüleri kat kat aşıyor. Belki de bu yüzden oyunlar çok fazla kesmiyor beni. Yoğunlaştığımda elimin tek hareketiyle nesneleri hareket ettirebiliyor, görünmez güç kalkanları oluşturabiliyor, yaklaşmakta olan her türlü şeyi dokunmadan durdurabiliyor ve gerektiğinde uçabiliyorum. İnsanlar yaratıldığında, henüz saf halimizdeyken böyle özelliklerimizin olduğuna inanıyorum. Bu özelliklerimizi keşfedemeden hırslar ve kötü duygularla kirlendik ve bu saf güçlerimizi geliştiremeden kaybettik. Dünyanın çeşitli yerlerinde hayatlarını aydınlanmaya vermiş çeşitli insanların bize inanılmaz gelen hikayelerini duyduğumuzda hissettiğimiz hayranlık duygusu da buradan geliyor. Aslında mümkün güçler olduğunu biliyoruz, fakat sonradan öğrenilmişlik bize bunun mümkün olmadığı gerçeğini dayatıyor. Biz de üzerinde durmuyoruz.
--
Bu yeni kapıdan geçtiğimizde deniz gibi bir şeyle karşılaştık. Etrafta gümüş sörfçüye benzeyen ama hayli şişman hayalet zombiler vardı. Genel olarak eğleniyordum. Bir tanesine su moleküllerinden hayali bir bomba yapıp gönderdim. Ay çok eğlendim. Öyle yüze yüze sabah oldu, zombilerle günü ağarttık…

E şimdi selen naapsın oyunu, filmi, atraksiyonu… Kendi egemenliğinde realtime oyunları “yaşıyor” zaten

2 Kasım 2007 Cuma

Rüyamda 2 güvercin ve bir serçe gördüm. bizim evin içine girmişler. Başlarda yakalamaya çalışıyorum gelmiyorlardı. Sonraları baktım güvercinin biri kaçmıyor, elime aldım, güzel güzel sevdim. Farkettim ki güvercin hamileymiş.
Serçe de uçup durdu. Salonumuzun köşesini kendilerine yuva ilan etmişler. Anneme diyorum ki, benim içine ojelerimi koydğum minik sepeti bu güvercinler ve yavruları için hazırlayalım. Annem de onaylıyor, çok mutlu oluyorum.

24 Ekim 2007 Çarşamba


Her sabah, işe gitmek için yataktan kalkmakla kalkmamak arasında bir çelişki yaşıyorum. "Bugün gitmeyeyim. Niye gidiyorum ki? İş bir hapisanedir zaten. Bana ne kattı şimdiye kadar? Neyimi besledi? Yok, yok gitmeyeceğim bugün.."

Gözlerimi açmadan kendimi kandırmaya çalışmam, rahat rahat 15dk sürüyor. Okul zamanından kalma bir keyfiyet, ya da özgürlük. O zamanlar da bedeli vardı, ama böylesine ağır değildi. Derse gitmeyecek olsam yerime birini bulup imza attırırım ve ders notlarını birinden bulurum. ve sabah kimseyle mücadele etmek zorunda kalmadan uykumu alırım.
Fakat çalıştığınız zaman pek böyle yürümüyor işler. gitmeyeceksem sabahtan arayıp haber vermem, geçerli mazeretler bulmam vs vs gerekir. İğrenç üstüne iğrenç.
Yine de gitmek istemiyorum her sabah.
Göz kapaklarım küflü mahzenin kapıları gibi gıcırdayarak ağır ağır açılır gibi olduğunda, gözbebeğim isteksizce telefonun saatine kayıyor. "Hala 7dk var..."
Sineğin kanadından yağ çıkartırcasına sömürdüğüm saniyeler ve dakikalar en mutlu diyarım oluyor. An duygusundan sıyrıldığım anlar. Olmak istediğim yerde olduğum, at koşturduğum, herşeyin benim hayalgücüm ve keyfime bağlı olduğu..
Derken Acme örslerinden, üzerinde "mecburiyet" yazılı olanı başıma düşüyor. Bundan bir yıl önce yazdığım bir sabah uyanışında yine örslerden bahsetmiştim. Çünkü inanmasanız da gerçekten düşüyor.
Uyanıyorum. Kısır bir gün başlıyor.
**
Birinden uzak kaldığınızda o kişiyle paylaşabileceklerinizin düşlerinde kaybolup özlemle ağlarken, tekrar kavuştuğunuzda o düşlerin esamesinin bile okunmaması çok ilginç. Fotoğraf makinem olmadığında her baktığım yerde parmaklarımdan oluşturduğum kadraja sığdırabildiklerimden heyecanlanıp, elime makineyi aldığımda çekecek bir şey bulamamam gibi birşey. Sanırım insanın kendi kendisini Challenge etmesiyle ilgili bir tatmin. "ohooo neler yapardım eğer şöyle olsaydı böyle olsaydı" filan.

Kaçmaya çalışıyorum.

Ama aslında işten değil. Kendimden. Koca bir günün ağırlığıyla mücadele etmek istemiyorum. Düşünmekten, şüphelenmekten, kendimi bilerek ve baştan kabullenerek soktuğum kısır döngülü düşüncelerden bunaldım. Her sabah. Her sabah aynı diyalog. Ve hala rutinleşmedi.

Minik karıncalar geziyor beynimin içinde. Gıdıklanıyorum bazen.
Son zamanlarda öyle çok, karmaşık, tuhaf şeyler yaşadım ki.
Asla olmaz sandığım şeyler oldu bitti.

Şiştim, şiştim.. patlayamadım. Canım sıkıldı, ağladım. Herşeyi kendimden çıkarmak gibi bir sorunum var.

Ama saçlarımı kızıla boyattım! Bunu iyi birşey olarak söylüyorum.
Yakın zamanda fotoğraf ekleyeceğim.
Son zamanlarda öyle çok, karmaşık, tuhaf şeyler yaşadım ki.

Asla olmaz sandığım şeyler oldu bitti.

Şiştim, şiştim.. patlayamadım. Canım sıkıldı, ağladım. Herşeyi kendimden çıkarmak gibi bir sorunum var.

Ama saçlarımı kızıla boyattım! Bunu iyi birşey olarak söylüyorum. Sarışınken birden ağır bir kızıl üzerimde teyet durmadı.

23 Ekim 2007 Salı

Yakala Güneşini

Sunny diye bir içecek var. Geçmişte "sunny güldürür" sloganıyla başarısız bir reklam kapmanyası yürütmüştü. O zaman da komik diye hoşuma gitmişti, ama yeni reklamını gördüğümde Çarpıldım.
Çünkü ben eskiden doğa olaylarını kontrol edebildiğimi düşünürdüm.
Bu şarkı da hayatımın fon müziği olsun.


Sunny, yesterday my life was filled with rain.
Sunny, you smiled at me and really eased the pain.
The dark days are gone, and the bright days are here,
My sunny one shines so sincere.Sunny one so true,
I love you.
Sunny, thank you for the sunshine bouquet.
Sunny, thank you for the love you brought my way.
You gave to me your all and all.Now I feel ten feet tall.
Sunny one so true, I love you.
Sunny, thank you for the truth you let me see.
Sunny, thank you for the facts from a to c.
My life was torn like a windblown sand,
And the rock was formed when you held my hand.
Sunny one so true, I love you.
SunnySunny, thank you for the smile upon your face.
Sunny, thank you for the gleam that shows its grace.Y
oure my spark of natures fire,
Youre my sweet complete desire.Sunny one so true, I love you.
Sunny, yesterday my life was filled with rain.
Sunny, you smiled at me and really eased the pain.
The dark days are gone, and the bright days are here,
My sunny one shines so sincere.
Sunny one so true,
I love you.I love you.I love you.I love you.I love you.I love you.I love you.

22 Ekim 2007 Pazartesi

Sigara Enayiliği

Hep yıkım, hep yıkım getiriyor beklentiler insana. Ne yıkıma aşığım, ne beklentiye. Ne nefesim kaldı, ne ciğerim.
Sigara da sıçtı ağzıma.
"-24 yaşında sigaraya başlamış biri olarak, kusura bakma ama çok enayi geliyorsun bana." dedi bir arkadaşım. Lise 1'de, özentilikten başlamış.. Birşeylere özenme yaım geçtiğinden, neden başladığımı anlayamıyor.
"-Cildin de soluklaşmaya başladı, farkında mısın?"
Şaşırdım. Yumruk gibi indi beynime bu cümle. Asli olduğunu sandığım şeylerle boğuşurken, gerçekten asli olanları harcıyorum. Hemen aynaya baktım.
"Yok canım.. Aynı işte."
"-Gözünün altı böyle miydi?" (Hafif başlayan karaltılardan bahsediyor) "Ya tenin? Sen beyaz tenlisin, herşey cildinden çıkar. Yüzündeki pembelik gitmiş. Sen kendine ne yaptığını zannediyorsun??"
3 aydır sigara içiyorum. Yeni içiciler gibi ürkek ürkek değil, tiryakiler gibi, her zehir zerresini içime çekerek, doya doya içiyorum. Hayatımda daha önce hiç içmemiştim.
Bırakmayı düşünmüyorum.
İlk sigarada başım dönüyor, o an varsa sinirim, anında "donuyor". Tüm duygularım donuyor. Düşünmeye başlıyorum.
Gözyaşımı donduruyor.
Düşünüyorum.
---

Rüyamda Atatürk'ü gördüm.
"Paşam, nasıl oldu, anlatın" dedim. Cumhurbaşkanlığının önünde yürüyorduk.
"480 senesiydi, yanlış biliyorsunuz" dedi.
"Kaç kişiydiniz?" dedim.
"10" dedi.
"Atam, anlatın ne olur" dedim.
Anlattı. Ama hatırlamıyorum.
"Yarın gece tekrar gelin" dedim.
Söz verdi.

18 Ekim 2007 Perşembe

Poh Poh


Hayatında hiçbir şey için sahip olduğu potansiyelin tamamını kullanmamış bir insan, sahip olduğunu sandığı şeyin sınırı hakkında sadece kendi çıkarımlarına mahkum olmak zorundadır sanırım.

Ne demek istiyorum?

Şunu.

Ben hayatımda hiçbirşey için kendimi verimli kullanmadım. Üniversite sınavına hazırlanmadım. Dersaneye gittim, ama sadece gittim. Bugün çevremden duyduğum "günde en az 5 saat" muhabbetim hiç olmadı. 50dk, belki. Neşeme göre.

Hiçbir erkek içini "ne yapabilirim benim olması için" noktasında düşünmedim. Hep akışına bıraktım. Ben bendim. Zorlamadım.

İşe girdim. Ama hiç iş aramadım. Gittiğim ilk iş görüşmesinde işe alındım. . .


Bu şu demek. Hiç gerçekten tehdit altında hissetmemişim kendimi. Birşey-siz kalma korkusu beni hiç yakalamamış. Zaten hırslı bir insan değilim. Fani şeyler bunlar diyerek geçiyorum. Kenimi, neler yapabileceğimi hiç sınamadım. Meşhur "potansiyelim" hakkında bilimsel bir verim yok. Uğraştım ve başaramadım dediğim hiçbirşeyim olmadı.

Düşününce, belki de uğraşıp başaramamış olmak daha ağır gelirdi, çalışmamaya kaçtım. Bunu ancak Tanrı bilir.


Ama hayatımda ilk defa birşey için çok ciddi mücadele verdim. Önceki yazılarımda beynimi patlama noktasına getiren olasılık hesaplarından bahsetmiştim. Bütün bunlar, odanklandığım konuyla ilgili.

Tehdit altında olmayı deneyimledi bünyem. Tüm vücudum, alarma geçti. Her hücremle düşünmeye başladım. Bir bağlantı diğerini, bir düşünce diğerini çekti. İlk defa odaklandım, düşündüm uzun uzun. Düşünmediğimi sandığım zamanlarda bile zihnimin arka planında çalışmaya devam ediyordu veri işleme süreci. İşledi, işledi.

İşledikçe düşünce tembelliği yaptığım zamanlardan kalma paslar atıldı, zihnim ışıldamaya başladı. Birçok şeyi görmeye başladım.

O noktada kendimden korkuyorum. Almak istediğim ve inanılmaz şekilde ulaştığım bilgi beni mutlu etmiyor. Bilginin mutlu etme gibi bir misyonu yok elbette. Ama sanırım ben öyle ummuşum. Keşifler her zaman eğlencelidir zannetmişim. Her zaman değil-miş.


Artık hiçbirşeyden korkmuyorum. Evey'in atıldığı sahte hapisanede, onun gibi saçlarım traş edildi sanki. Beni ben yaptığını sandığım ilk ilüyondan böyle kurtuldum. Nefes alamadım. Soğuk, taş bir odada, korktuğum zaman ısınmamı sağlayan düşlerimi azad ettim.




Bu Beyinde Sıkıyönetim İlan Edilmiştir- On Guard!

Son zamanlarda fotoğraf çekme tutkusu beni yine ele geçirdi. Şu an çekemiyorum, çünkü makinem yok. Geçen sene sattım. Şuan ise çıldırmış gibi fotoğraf çekmek istiyorum.
---

İnsanlardan etkileniyorum. Hem olumlu hem olumsuz olarak. Birinin çektiği acıyı derinden hissedebiliyor, buna hayli üzülüyorum. Kendimi yok yere mi üzüyorum? Yaşanan duygular hiçbir zaman "yok yere" yaşanmaz..

Tuhaf şekilde, sevdiklerimi bir gün kaybetme korkusu geldi, buldu beni. Şu aralar bırakın klasikleri, normal kitapları okumayı kaldırmayan beynimi tv dizileri izleyerek "boşaltmaya" çalışıyorum. Fakat aslında iyi gelmiyor. Dün Yaprak Dökümünü izlerken, ağla, ağla, öldüm. Çok acıklı bir sahne yoktu aslında. Ama beni sonunda rahatlatan bir kurgusu da yok.

Roma döneminde yaşayıp birkaç trgedya izlemenin bana çok daha fazla yarayacağına karar verdim. İnsana yarayan kurgu kesinlikle o şekilde olmalı. Başlarken herşey tanıdık gelmeli, komik unsurlarla kişiler tanıtılmalı, sonra olaylara entrikalar girmeli, tansiyon yükselirken insan ruhunu beslemeli, ağlatmalı, düğümlenmeli, ve sonunda tam yüreği kaldırmama noktasına dayandığında insan, çözüme kavuşturularak tekrar gevşemesi sağlanmalı. Mutlu sonlarla oyun bitmeli, umutlar aşılanmalı, zorluklar karşısında dayanmanın insana mutluluğu getireceği mesajı verilmeli...Erdemler yüceltilmeli, ruhlar dingineştirilmeli.
Diziler ise sürekli düğümlüyor düğümlüyor, erdem yozlaşıyor, umut tüketiliyor.. Tükenmiş karakterlerle devam ediyor olaylar. Gevşeyemiyorum bir türlü. Tam bir sevgi gösterisi görüp rahatlarken, birbirlerine sarılmış çiftin bir tanesinin gözündeki abartılı "seni ne güzel uyutuyorum" bakışıyla karşılaşıyor, tekrar tetiğe geçiyorum.

Kafam çok çalışıyor, aşırı. Bir milyon olasılık aynı anda geçiyor süzgeçten, en muhtemellerinin, muhtemel kombinasyonları o saniyede sıraya diziliyor. Görüş alanım büyük bir ekransa, karmakarışık tablodaki 1 piksellik (evet, 1 piksel,yalın) tuhaflık ihtimali beynimin rejim kuvvetlerince affedilmiyor, yakalanıyor. Hemen yeni kombinasyonlar hesaplanıyor. Odaklandığım konuyla ilgili beynimde sıkıyönetim ilan edilmiş. Kendilerine bu kadar mükemmel çalıştıkları için teşekkür borçluyum. Ama işlemci yanmak üzere. Yanan diğer şeylerin yanında.

Kafam çok çalışıyor, aşırı. Ama yok yere şeyler için. Keşke bu konsantrasyonu istediğim konularla ilgli de koruyabilsem.

Belki de haklıdır..? Tv izleyeceğime oturup İlyada'yı okumalıyım.

----

9 Ekim 2007 Salı

What If..

“What if”; olgular üstüne kafa yoran insan için aşırı tehlikeli bir kurgu. Beraberinde getirdiği olasılıklar evreni, birkaç tanesini düşünmeye başladığınızda dahi insanı paranoyak birine çevirmeye yetecek kadar çılgınca. “Ya böyle olmasaydı da…şöyle olsaydı..?”

Bazen paranoyak insanların kafası çalışan yegâne insanlar olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir “what if..” değilse bir diğeri mutlaka gerçeği 12’den vuruyor. Hangisinin “olan” hangisinin paranoya olduğunu ayıramamak da, zavallı insanın zayıf özelliği.

Sandığımız kadar iyi değiliz.

Sandığımız kadar akıllı değiliz.

Sandığımız kadar kuvvetli, değiliz.

Bu olasılıklar evrenindeki pek çok ihtimali aynı anda aklına getirebilen insanlara, sanatçı diyoruz.

Sanatçı paranoyak, huzursuz, sorunlu kimsedir.

Her paranoyak, sorunlu, huzursuz kimse sanatçı değildir.

Huzursuzluk her zaman gözle görülür alana yansımak zorunda değildir. Paranoyak insanların alnında yazmaz, kamufle olmuş olabilirler. Sorun, her zaman kendine siyah rengini seçmez, ifade edilmek için.

Uğurböceği hastalandığında kırmızısının tonu açılır.

Ruhum uğurböceği misali, hastalanınca rengi nicedir?

Algı Mağarası-Oyun

Tam önlerinde, ciddi bir uçurum vardı. Mağaranın nem kokusu, basık duvarlardaki sarkıtlardan damlayan tek tük iyonize olmuş buhar damlaları ve birkaç adım ileride karşılarına birdenbire çıkan ciddi bir uçurum.

Gilda, duygularını ifade edebilecek kelimeler bulamıyordu. Büyük bir labirent-mağaraydı bu, görsel algıyı yanıltmakta dünya üzerinde varolamayacak gelişmişliğe sahip, bubi tuzaklarıyla dolu.

Bubi=Aptal. Aptallar için hazırlanmış tuzaklara sadece aptallar düşer. 5 saattir içerideydiler, fakat beş yıl geçmiş gibi yorgundular.

Mağara- labirent, insan algılarıyla oynamaktan zevk alan bir çeşit yaşam formu gibi hareket eden, bir yoldan giderken birden duvarları silikleştirerek farklı seçimler yapmanızı gerektiren yollar çıkaran, bir anda dev bir kütlenin altında kalma tehlikesiyle yüzleştiren ve o anda yaşanan korkudan beslenen, iradeye sahip bir canlı gibiydi. Tehlike gerçek de olabilir, tamamen algısal bir yanılgı da. Mağara insanı okuyordu. Onun duygularını, seçimlerini “izliyordu”. Mantık vs duygu. Mağara bu çatışmadan adeta zevk alıyordu. Ve buna göre karşısına tuzaklar çıkarıyordu..

Bubi tuzakları.

“Aptallar için hazırlanmış tuzaklara sadece aptallar düşer” diye mırıldandı Gilda.

Buradan çıkabilirdi.

Uçurum bir illüzyon olabilir. Karşısına çıkan her tuzağı mantıklı şekilde görüp ilüzyonu fark etmesine rağmen, daha henüz “dur” noktasında iken, tam dur kararını vermeyi düşündüğünde devreye duyguları giriyordu. Ve illüzyon o noktada onun için gerçeğe dönüşüyordu. Eğer uçuruma inanırsa gerçek olabilir mi?

Aynı anda girmişlerdi buraya. Bir anda. Güvenebilecekleri bir tek birbirleri vardı.

Morris’e inanmak isteme duygusu, mantığı delik deşik eden kör balta. Ve bir de.. gizliden gizliye içeriye yerleşen ve filizlenen örtük sevgi.

Bu kaçıncı bubi tuzağıydı yakalanmak üzere olduğu?

“Bak, merdiven var”, dedi Morris.

Baktı.

“Hangi merdiven?”

“Önünde duran merdiveni görmüyor musun?”

Morris’in gözlerine baktı.

Her zaman masum, her zaman kaçamak bir giz taşıyordu o renkli gözler. Morris, kendini yok etme pahasına, sırf oyundan zevk aldığı için ona “bubi” muamelesi yapabilirdi. Karşısındakinin yanarken nasıl çığlık attığını duyarak kendini güçlü hissetmek için ateşe itebilirdi. Bir “can” sahibi olma ve o can üzerinde insiyatif kullanma hakkı bakımından eşit yaratılmış insanlar arasında kimin kimden üstünlüğü var? Ama eğer bir eşit diğer bir eşit can üzerinde onu temelden sarsabilecek bir etki sağlayabiliyorsa, bu eşitliği bozup “üstün” sıfatıyla ödüllendirilir. Onun canını yakabilmiş olma durumu, ve hatta onun canını “sonlandırabilme inisiyatifinin” gücü, sınırsız bir ihtirasla insanı çeker. Kendini kendine ispat etme yolu olarak bu “can alma” rolünü seçen insan, aynı zamanda kendini Tanrı’ya eş koşmuş, kudret bakımından denklik kurarak üstün benliğini beslemiştir. Huzur, sadece bu ispat oyununda varoluşsal bir gereksinime dönüşebilir. Oyun, canlı türünün kurgulama ihtiyacını giderebileceği tek yöntem. Kişi rol dağıtacak, senaryo yazacak ve yazdığı senaryoyu diğerlerine zorunlu dayatma yöntemiyle, kurgusal başlayan rolleri gerçekleştirecek. Kendini gerçekleştirecek. Büyük bir hırs.

Artık gerçek, sadece sezgilerden oluşan dengesiz bir tahterevalliden ibaretti. Tahtanın hangi ucunun “gerçeğe” basacağını Tanrı bilirdi. Gilda'nın, kendisine yalan söylendiğinde nükseden o kararsız tedirginlik hissi parmak uçlarına kadar indi, vücudu iyice gerildi.

“Orada merdiven yok…”

“Hmm.. Öyle mi dersin?”

“…”

Morris gözlerini kıstı.

Bir çeşit basınç kafatasına hücum etti.

Bir Tanrı olarak yücelmişken, hangi kuluydu bu; onun sözlerini inkar edebilme cüretini gösteren?? Sahnedeki oyuncular birden işi bırakma hakkına sahip değiller! Yazmış olduğu senaryoyu eleştirme hakkı oyuncuların değil, yazarındır! Nasıl, yani bir isyan mı bu? Morris’in kimyası hareketlendi. Bir reddediş, onun gücünü? Kim, kim bu güç oyununda kendisine meydan okuyan, sistemi bozup, büründüğü ve iyiden iyiye inanmaya başladığı egemen rolüne tehdit getirebilen?

Yumruklarını sıktı, elleri gücünü emen bir paratonermiş gibi, akışı durdurmak için.

(…devamı yarın.)

6 Ekim 2007 Cumartesi

Hayatın Fotoğrafı


Hayat böylesine karmaşık, bir o kadar da renkli bir yer..


Hayatın ortasına gelmeden, insanın kendisine iyi geleni seçebileceğini ve ortam-şartlar-insanlar-aileler-kültür-tabular-gelenekler ne dayatırsa dayatsın, onun peşinden koşabileceğini farketmiş olması çok önemli. Sorumluluk sahibi insanlara ve -ması gerekenleri yerine getiren insanlara büyük saygım var. Ama carpe diem bugün demek, şu an demek. Bir filmdeki gaza getirici bir anlamdan çok daha fazlası.

Filmi izlerken begenip alkışlayan, fakat aklına yatsa dahi, oradaki fikri hayata geçirme gücünü kendinde bulamayarak hayatına kalıplar içinde devam eden insanları.. ne yaptıklarını düşünmeleri için düşünmeye çağırıyorum. Hayat ne çok dikkate alınacak, ne de ipin ucu salınacak kadar hafife alınacak birşey.

Şurası kesin ki, sahip olduğumuz en şımarık, en bilge, en eğlenceli, en hüzünlü şey.

Kısacası herşey.

Ben bunun tadını çıkarmayı düşünüyorum.


Geçmiş günü beyhude yere yad etme

Bir gelmemiş an için de feryad etme

Geçmiş gelecek masal bütün bunlar hep

Eğlenmene bak ömrünü berbad etme

Niceleri geldi, neler istediler,

Sonunda dünyayı bırakıp gittiler.

Sen hiç gitmeyecek gibisin değil mi?

O gidenler de hep senin gibiydiler !

...Dünya da ne var kendine dert eyleyecek

Bir gün gelecek ki can bedenden gidecek

Zümrüt çayır üstünde sefa sür iki gün

Zira senin üstünde de otlar bitecek..


Ömer HAYYAM

5 Ekim 2007 Cuma

Çakra Kartlarındaki Fahişe Tapınağı


Açık günce haline gelmekten ne zaman vazgeçti sevgili blogum? Hatırlamıyorum bile. Ama yazmayı, hem de öylesine, aktığı gibi, beynimden geçtiği düzlükte yazmayı çok özledim.

Bugünlerde ilgiç şeylerle uraşma hevesim yeniden baş gösterdi ve kendimi arkadaşımdan "aura kartları" ödünç alırken buldum. Önceleri hermetik çalışmalarıma tarot kartları alarak başlamak istiyordum fakat tarot için en az 4 yıl dualarla vesairelerle zihni ve bedeni terbiye etmek gerekiyormuş. Çünkü enerji alışverişi çok fazla olduğundan, yola korumasız çıkarsanız, kaza yapma olasılığınız da artıyor. Buna sizi ele geçirmeye çalışan farklı canlı enerjilerden tutun da, sizi hasta edecek kadar enerjinizi kaybetme olasılığınız da dahil.
Bu nedenle "Çakra Aura Kartları" çok daha -modern tabirle light- hafif ve tam bana göreydi. Destede hatırladığım kadarıyla 128 (ya da daha fazla) kart var ve hepsinde değişik bir renk ve semboller var. Ayrıca altlarında mesajlar yazıyor. Çakraların rengi ve enerjisine göre düzenlendiği söylenen edilen bu kartlar ve mesajlar, yoğunlaşıp sizin ihtiyacınız olan yanıtları bulmanızda size ilham vereceği ve "sağaltıcı" olarak kullanılabileceği iddasındalar. Oldukça hoş bence!
Yatağın üstüne oturdum, birkaç dakika kalp atışlarımı dinlemeye çalıştım. Kafamdan öyle çok sabit fikir aynı anda geçiyor ki, farklı şeyler düşünmek bir yana, çok elzemleri bile düşünemiyorum bu aralar. Birkaç dakika bile olsa sakin sakin hiçbirşey düşünmemek çok iyi geldi. Malum, karışık bir dönemdeyim.( Hiçbir zaman çok sakin dediğim bir dönemim olmaması da ironik tabi..)
Desteyi yarım ay şeklinde yüzleri kapalı şekilde dizdim. sağ elimi hepsinin üstünde yavaş yavaş dolaştırdım.
İşte beni bulan ilk kart:























"Kadınlığımı sevgiyle kabul ediyorum"
Hmm..
Bir derdim olduğunu hatırlamıyorum kadınlığımla. Acaba saçıma tırnağıma daha çok mu dikkat etmem gerekiyordu?
peh..

SIra ikinci kartta:























"Bedenimin bana sunabileceği tüm cismani mutluluklar içinde bilinçli bir şekilde ve şükran duyarak zevk alıyorum"

Hmm..
Bu kart beni düşüncelere itiyor.

Çünkü daha çocukluk yıllarımı atlatır atlatmaz bedenin erdemsel gelişmede beni ne kadar ve nasıl ileriye taşıyabileceği üzerinde düşünmeye başlamış, tao ile başlayan kitaplara düşmüştüm. Yıllar sonra böyle bir mesajla karşılaşmak, acaba bıraktığım yerden öğrenmeye devam etmem gerektiğini mi işaret ediyor?...
VE son kart:


Nihayet, sağaltımla ilgili bir kart denk geldi.
Bu kart gayet açık, ve seriyi bütünledi. Şimdi mesaj gayet açık.
Çok eski zamanlarda, tapınaklar, kutsal fahişelerle dolu kutsal yerlermiş. Bu kadınlar öyle saf beslenir ve manevi olarak da öyle temiz olurlarmış ki, bu kadınların vajina sularının bazı hastalıklara iyi geldiğine bile inanılırmış. Nasıl ermişler üflerken "nefes" kullanıyorsa, bu kadınlar da "kadınlıklarını" kullanıyorlarmış. Saflıklarını meditasyona, okült ilimlerde ilerlemişliklerine, beslenmelerine ve kalplerinin temizliğine borçluymuşlar.
Kartlar bana 1-kadınlığımı gelişmişlik yolunda kullanmak için gelişmemi 2- bunun için önce bedenimle ilgili keşiflerde bulunmaya devam etmemi 3- bu şekilde dünyaya iyileştirici enerjiler yayabileceğimi söylüyor.
:) Sevindirik oldum.
kihkih..

27 Eylül 2007 Perşembe

Cengiz Bey, Kadınlar Gerçekten Sever

Cengiz Semercioğlu Hürriyet'in Kelebek ekinde bugünkü yazısında Emre Altuğ'un Çağla Şıkel'le çıkmaya başladığında hakkında "tek gecelik ilişki diye görüyordum" lafına Çağla'nın bozulması gerektiğini, Ayşe Arman'ın dünkü yazısında kadınların affediciliğinin gerçek bir durum olmadığını savunmuş ve kadınlara sormuş. Bir kadın hakaret yediğinde bunu ömrü boyunca unutmaz mı diye.

http://kelebek.hurriyet.com.tr/yazarlar/7369136.asp?yazarid=105

İşte Cevabım:
Kadınlar tuhaftır Cengiz Bey. Tanrı vergisi mi bilinmez, hisli yaratılmışız. İçimizde öyle bir sevgi arayışı var ki.. Belki parçalanmış ailelerimizin, ya da parçalanmayan ama mükemmel olmayı başaramayan ailelerimizin sevgi eksikliğiyle yürüyen ilişkilerinden mirastır bize, belki de sevginin en yüce değer olduğunu yaradılışta içimizde -biliçaltı düzeyinde- hissettiğimiz içindir. Ne olursa olsun, bizi besleyen şey, sadece sevgidir.
Öyle hastalıklı birşey ki bu, eğer gerçekten seversek, gerçekten; sevdiğimiz adamdan hakaret yediğimizde canımızdan can kopar. Bizi "kendi gerçeğimize yakınlaştırabileceğine" inanıp bağlandığımız adam, varlığımızı değersizleştirip, özel olduğumuzu bir zamanlar hissettirdiği benliğimizi sıradanlaştırıyordur. Bunun ağırlığını duyumsayabiliyor musunuz? Parçalamıştır artık, nasıl tekrar affedelim, değil mi?
Ama öyle olmuyor işte.
İçimizdeki, bizi böylesine sevgiye iten güç, değerli bir şeyle karşılaştığında aynı ölçüde onarıcı, kendini yenileyiverici oluyor. Burada değerli olan, sevdiğimiz adam. Bizi keyfiyetle parçalarken gözünü kırpmayan adam, sadece bir mahzun bakışla dahi geri döndüğünde içimiz eriyor, hep o istediğimiz "sevgi dolu adam" karşımızda bitiveriyor. Canımız yandığı için gözlerimiz doluyor, fakat ona arkasını dönüp gitmesini mi söyleyelim? Muhtemel tüm paylaşımların önünü kesip, densizce ettiği laflar yüzünden kadınlık gururu pelerinimizi takıp, o kişi için görünmez mi olalım?
Hayır, Cengiz Bey, biz kadınız.
Bu öyle büyük bir gerçeklik ki...
Kadınlığımızla, ve doğuştan getirdiğimiz sevgi dolu bağışlayıcı benliğimizle barışmamız zaman alıyor belki, hatta bazılarımız "güçlü" olmanın erkek gibi davranmak olduğunu bir savunma mekanizması haline getirip hiç barışamıyor kadınlığıyla, ama bir defa kendimizi anladıktan sonra, içimizdeki sonsuz sevgiyle bir defa barıştıktan sonra, malesef, erkeğimizi affediyoruz.
Kadın hakları savunucuları tarafından erkekleri kadına hakaret etmeyi meşrulaştırdığım savıyla afaroz edilebilirim, farkındayım, hem de çocukluktan genliğe geçiş dönemlerimde feminist argumanların Nancy Fraser'ların ateşli savunucusu olarak ortalarda dolaştığım halde, evet, duygularımı yadsımamayı öğrendim.
Bundan sonraki hayatımda hakaretleri kabul edeceğimi, ya da "ne yaparsa yapsın" mantığıyla hareket eden erkeğimin her yaptığına ezikçe boyun edeceğimi söylemiyorum kesinlikle. Elbette ki bende yarattığı tahribatın bedelini, mutsuzluğumla yaşayacak, heyecanımı baltalamış olmak durumuyla yüzleşip beni "tam" yaşayamayarak ödeyecek.
Ama kadın affetmez değil, affeder diyorum.
Ha, Çağla Hatun Emre Delikanlıyı böyle bir aşkla seviyor mu bilinmez. Bunlar medyatik işler, ne kadarı gerçek hiç belli olmaz. Dilerim Çağla da kendiyle barışabilmiş bir kadındır. Emre de bunun kıymetini bilir.

İyi çalışmalar,

Sevgiler...

11 Eylül 2007 Salı

Salgın

Virtus çok hasta.. Yemeden içmeden kesildi. Bugün göz damlasıyla merhem aldım. Onu öyle gördükçe içim parçalanıyor.

5 Eylül 2007 Çarşamba

..

:)


4 Eylül 2007 Salı

Psychedelic

Herkese günaydın.
Sabahın en köründe, gözümü açtığım anda bir arkadaşın gönderdiği, bana fraktal movie gibi görünen hayli ilginç bir videoyu izlemenizi tavsiye ediyorum.

Kutsal, Günah ve Gece



Körlerle sağırların birbirini ağırladığı ortamlardan öyle sıkılmışım ki, ilk defa nefes aldığımı hissediyorum. İnsan kendisini hiçbir zaman kapamamalı, çevremde insan olduğunu “fark ediyorum” Şimdiye kadar kimse yaklaşamasın diye çektiğim çitlerden atlayanlar olmuş, ve tatlarını almam için saatlerce,senelerce çiğnemem de gerekmiyor. Çoktan konsantre hale gelmişler, insanlar böyleler!

Dün akşam kutsal alkole methiyeler düzmek istedim. Bir süredir kapalı mekanlara tepkisel yaklaşıyorum. Evde zaten duramıyorum, durup aynı şeyler hakkında düşünmek ise beni bir çarkın içinde boğmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor.


Gece mi?

Ahh…Müzik kulağımda değil beynimin içinde çalıyor. Bir kalabalık var, herkesin gözlerinin içi parlıyor. O parlaklık öyle şahane ki, gözlerinden çıkıp bana kadar ulaşıyor, tüm bedenimi kurdele gibi sarıp sarmalıyor. Soğurmak istiyorum. Güven duygusu. İyi ki çıkmışım. Dudaklarımla müziğe eşlik ediyorum. Neyi söylüyorum Tanrı bilir. Sohbetler, hayret verici eğlenceli yaklaşımlar.. nasıl yapıldığını unuttuğum lezzetli kahkahalar atıyorum, uzun zamandan sonra ilk defa.

Fakat hafiften rahatsızım. Gözlerim etrafta usulca bir şey arıyor. Bir eksiklik var.

Masalara, insanlara, yürüyenlere, oturanlara, sahneye, her şeye usulca bakıyorum. Bir şey eksik. Ortamın verdiği mesaj fazla sert, farkındayım; alkol, çılgın gibi müzik, özgürlüğünü yaşayan gençlerden oluşan kalabalık… Bu ambiyansın verdiği mesajda bir şeyler eksik, hissediyorum. “Tam” değil. Eksiklik duygusu adrenalin gibi tüm vücuduma yayılıyor. Çözememiş olmaktan aşırı rahatsızım.

Gözlerim tavana kayıyor.

Mavi, sarı, yeşil, kırmızı ışıklar. Minik minik. Buzlu bir camın arkasından yansıyan gravürler gibi.
Gravürler.
Beyaz-sarı bir ışık. Bir katedralin aydınlatmaları..gibi..bir kilise..-ymiş, sanki…kutsal çağrışımlar..aydınlığın çekimi..

İşte o!

Bulunduğum mekan yeraltında. Fakat üstünde katedral varmış. Tam olması gerektiği gibi. Dengeyi ancak bu şekilde bulabilirdi iyi ve kötü. Kutsal, ve günah olan. Saf ve kirlenmiş olan. Beyazın siyaha ihtiyacı var, her zaman. Tarih boyunca hep böyleymiş. En sağlam yer altı günahlarının üstüne inşa edilirmiş en kutsal kiliseler. Çünkü en kutsanmış olanın, en büyük günaha ihtiyacı var, dengeyi bulması, erdemini yüceltebilmesi için. Varoluşunu anlamlı kılabilmesi için gerekli bu. En büyük saf güç Tanrı, bir de en kötüyü yaratıyor, kovulmuş İblis, Şeytanı, kendi isteğiyle, insana. İnsan ruhunun buna ihtiyacı var ki! En yüce değerlere ulaşabilmesi için, en ciddi günahlarla baş etmesi, kötü şeyler yaşaması gerekiyor, şeytanla mücadele etmesi gerekiyor! Uğruna mücadele verilen şeyler değerlidir. Saflık için mücadele eden insan, elbette kutsal kilisesinin altına günah mabetlerini de inşa edecek. Gece boyu kendisiyle mücadele edecek. Zehrini akıtacak. Ve sabahın ilk ışıklarıyla ruhunu arındırmak için yukarı çıkacak, kilisesine gidecek, duasını edecek, ve ruhunu dindirecek…


Mekandaki eksiklik, yapının üstünde bir katedral olduğunu “fark etmemle” giderildi. Oradaki gençlerin gözle görülmeyen bir şeyler kaybediyor olduklarını düşünmeme sebep olan o sertlik, sözsüz yapıldığını anladığım kutsallık anlaşmasıyla yumuşadı, masaların arasından süzüldü, ve kapıdan dışarı çıkarak herkesi huzurlu eğlencesiyle baş başa bıraktı.

Foto Kaynak:http://galerieverdun.com/art_cv/oil_paintings/abstract_art/m-the_dance_of_good_and_evil.jpg

3 Eylül 2007 Pazartesi

"I'm a Figment of Your Imagination"


Pixar Animasyon Studyoları, çizgifilmleri gerçek boyuta taşıma ve hedef kitleye çocuklarla büyükleri aynı potada eriterek taşıma başarısı açısından her zaman kalbimde ayrı bir yere sahip olmuştur. Ratatouille sessiz bir dönemin ardından gelen nefis mesajlara sahip bir animasyon film.

Kısıtlı mıyız?
Filmde fare Remy, Paris’in en saygın restoranının kurucusu olan Gustou adındaki bir aşçının yemek programlarını takip ederek yemek konusunda sınırları olmadığını öğrenen, koku alma yeteneği gelişmiş bir fare. Gustou’nun söylediği açık: Herkes yemek yapabilir. Fakat sadece korkusuzlar harika yemek yapar.
Korkusuz demek, kalıpların dışına çıkmayı denemeye cesareti olanların keşif gücüne yapılan bir gönderme. Gustou bir bölümde der ki “yemek bir müzik gibidir. Her tadın kendine ait bir ritmi vardır. Eğer iki farklı ritmi birleştirirseniz, ortaya çok daha renkli bir melodi çıkar. Kendinizi müziğe bırakın…”
Tam bunu söylediği sırada remy eline bir parça peynir alır, gözlerini kapar ve yavaşça ısırır, tadı almaya çalışır. Arka plan simsiyahtır ve bom,tri,bom,tri diye bir ritm duyulur. Sonra remy diğer elindeki havuçtan bir parça ısırır, bu defa yumuşak bir melodi dolaşır siyah ekranda. İkisini birden ağzına attığında ise remy, ortaya iki ritmin birleşmesinden doğan bambaşka bir şey çıkar. Remy heyecanla gözlerini açar. Dünyada bu ritmlerin birleşmesinden ortaya çıkabilecek sınırsız sayıda müzik vardır!

Bir sahne de Remy’nin kapana kısıldığı kafeste, hayalindeki Gustou’yla yaptığı konuşmadan.
Gustou ortaya çıkar ve “remy, yoksa vaz mı geçiyorsun?” diye sorar. Remy umutsuzdur. “Buraya kısıldım, ne yapabilirim ki. Ama SEN özgürsün. SEN bir şey yapabilirsin!”
Gustou haykırır: “Ben senin hayal gücünün bir ürünüyüm remy. Ben senin beni hayal ettiğin kadar özgürüm…yani, sen de o kadar özgürsün!”

Çocuklarla aramızdaki korkunç fark işte burada devreye giriyor.
Etraftaki bilgi akışını seçerek alması öğretilmiş bizler için her izlediğimizde farklı bir şey yakalamamız, ya da bir kitap okuduktan sonra izlediğimizde “bunu da kaçırmışım, şimdi anlıyorum” dememiz muhtemel. Öncesinde sadece “duymaya hazır olduklarımızı” duyuyor, “görmeyi seçtiklerimizi” görüyoruz. Fakat çocuklar bilgiyi –Tanrı’ya şükür!- seçerek almıyorlar, bilinçaltlarına tüm bilgi yerleşiveriyor. Sevgili çocuk, şu an çok farkında olmasa da bu filmden sonra hayal gücüyle ilgili bir şey konuşulduğunda aklına “insanların hayal edebildikleri kadar özgür” olduğu gelecek. Ve bir nebze daha özgür olacak.

Çok çizgi film izleyen insanların neden daha neşeli olduklarını anlıyorum. Sınırsızlığımızı besliyorlar.

Unutulmaması gereken şey o. Hayal ettiğimiz kadar özgürüz..

23 Ağustos 2007 Perşembe

Durgun

Telefon çalıyor.
Bense plan yapıyorum.
Çalmaya devam ediyor.
Ben de plan yaptığım kâğıda kaydırıyorum gözümü, duymazlıktan geliyorum sesi. Aşırı rahatsızlık veriyor konuşmak istemediğim zamanlarda öten telefonun sesi. Ne kendi sesimin tonunu ayarlama tadımdayım, ne de tek kelime için nefes harcama.. Konuşsam zaten değişim geçirmemiş hulk gibi çıkacak sesim, gerçek formunda. Ha bi de obezite var.
Vefasız olmanın tadını çıkarıyorum.
Hala çalıyor.
Sesini kapatıyorum, arayanın azmine saygı duyarak. Nasılsa bir süre sonra o da aramayacak. Ve başkası, diğerleri. Belki, kalan herkes. İnsan sayılı nefesle doğarmış, fazladan nefes kazanmış gibi seviniyorum, garip bir şarap tadı damağımda. “Comfortably Numb” kulaklarımda.
--
Uzun uzun seneler boyu dikkatimi toplayamamaktan yakınan ben, artık, en ufak bir soruya saatlerce takılıp, araştırmanın göbeğinde göbeğim çatlayana kadar kayboluyorum. Nasıl oldu bu değişim? Göktaşı da çarpmadı oysa, elimde beyzbol sopamla atışı beklerken. Bu sefer “aşırı konsantrasyon” yuttu beni. Çırpınmak nafile. Yemek yemeği unutuyorum. Anlamsızlaştı. Telefonu cevaplamak gibi.
--
Kocası ölen kadının bir ay sonra bir düğünde göbek atmasını abes, ya da evlenirken evlenmekten havalara uçan, yüzünde tek damla hüzün olmayan, neşeyle dans eden gelini hoppa bulduğum için mi böyle “durgun”um acep..? Sadece ahmaklık.

Neşeli yazı yazmayı maske gibi kullanıp kendini saklayarak ikiyüzlü davrananların bu davranışlarının ne kadar acınası olduğunu, yazıya gelen ilk tehditle birlikte çözünmesinde gördük zaten.

21 Ağustos 2007 Salı

Limondan Kuantuma; The Secret'a varan Yol

İki ay önce kadar, bir arkadaşımın tavsiyesiyle tanıştım onunla. İlk gördüğüm anda ilgimi çekmişti, çünkü renkliydi, değişik bir enerjisi vardı. Her gün ona ayırdığım zamanın arttığını fark ediyordum. Referansı çok kuvvetli olduğu için değil, içimden geliyordu. Hep bildiğim şeyleri anlatıyordu, yeni bir şey yoktu. Ama öyle etkileyiciydi ki, hayatla ilgili ilham almaya başladım. Her sabah görmek istemeye başladım onu. Her akşam. Her fırsatta.

Dünya’nın ve şuan Türkiye’nin en çok satan kitapları arasında ciddi ciddi uzun süre zirvede kalacağı belli olan şu müthiş “hayatınızı değiştirmek elinizde” kitaplarından biri olan, THE SECRET’ tan bahsediyorum.


Şimdiye kadar %100 Düşünce Gücü başta olmak üzere, insanın ana yaratım kaynağı olduğunu anlatan sayısız kitap okuduk, sosyal belleğimizde kim bilir nelerin nelerin alt yapısı var. Her günün aslında bugün olduğu ve “bugün”ü yaşamamız gerektiğiyle başlayıp, her alanda başarı için kendimize güvenmemiz gerektiğiyle biten.


Dale Carnegie’nin 1976 basımlı Üzüntüyü Yen Şen Olmana Bak kitabındaki –o zaman için pek çok insana ilham kaynağı olan- “limonu gördüğünde ondan limonata yapmayı düşünebilmelisin, tüm güç sende” tarzı mesajlar insanların gelişim için referans noktası olarak kendilerini almayı düşünmeleri açısından ciddi bir devrim sayılabilir. Ayrıca 70lerde Hippiler ortalıkta dolaşıyor, bugünün ideal prensiplerinden sayılan insan merkezli yaklaşım, o zamanlar sadece tepkisel gençlerin kendilerini marjinal ifade yollarından biri olarak ortaya konuluyordu. Pek çok insan içine düştüğü sıkıntılardan kendini motive etmeye çalışarak çıkma yolunu denemeye başladı ve Carnegie de güzel bir servet sahibi oldu.


Fakat insanlarının sadece kısa süreli bir “vay be” yaşadıkları ve hayatlarını öyle 7 adımda, 12 basamakta değiştiremedikleri görüldü süreç içinde. 80lerin ikinci yarısında sayısız kişisel gelişim kitabıyla doldu taştı raflar. Yeni bir şey söylemeyen.


Esas devrim, insanların pozitivizmin “nesnellik” saçmalığından biraz kurtulma çabalarıyla gerçekleşti. Bu da ilk defa görünmez boyutta bir şeylerin varlığının –neredeyse- bilimsel olarak kabul etme eğilimine girilmesiyle oldu. Öyle ya, insanın beyninin ürettiği enerji görülebilir bir şey değil, fakat “var”. O halde haydi beynimizi çalıştıralım! Ne düşünürsek o olur! Zaten new age insanları ele geçirdi, herkes kendi gerçeğini yaratsın!


Bilimsellik eğilimleri 2000lerin “what the bleep do we know” filmiyle meşruiyet kazandı ve rüştünü ispat etti. Viva kuantum!


İşte the secret, bu yolculukta varılan en son nokta. Post-pozitivizmin bize sağladığı özgürlüklere bayılıyorum. Kitabın dediği şey şu, Alaaddin’in sihirli lambasına sahipsiniz, o da evren. Ve sayısız dilek hakkınız var. O halde azıcık okşayıp, doğru şekilde istemeye başlayın!


Fazlasıyla motive edici.

14 Ağustos 2007 Salı

The Martyrdom of Saint Agatha


Giambattista Tiepolo

Saturn Devouring His Son




Goya (y Lucientes), Francisco (José) de

9 Ağustos 2007 Perşembe







Simbiot’un Oğlu

Dün akşam paralel bir evrendeydim. Öyle böyle değil, ne yaşadığımı bir ben bilirim, bir Allah!

Benim bir arkadaşım (Eddie Brock kılıklı) Örümcek adamla bir kayalığın üstünden, içi simbiot (ortakyaşar) plazması dolu bir krater gölüne atlamak zorunda kaldılar. Birlikte birşeyden kaçıyorlardı. Daha onlar simbiot plazmasına dalarken, örümcek adamın bununla başa çıkabileceğini ama arkadaşımın çıkamayacağını anlamıştım.

Gölden üstlerindeki bulaşmış sıvıları silkeleyerek çıktılar. Örümcek temizlenmek üzere hızla gözden kaybolurken, arkadaşım metroya bindi. Ama iyi değildi.
Kafası sallanmaya başladı. Sağa sola, öne arkaya doğru micro-titreşimler yayacak şekilde sallanıyordu. Saçları bir uzadı, bir kısaldı. Bir yaşlandı bir gençleşti. Simbiot vücuduna uyum sağlamaya çalışıyor olmalıydı. Yanında oturan yaşlı teyze endişeli gözlerle arkadaşımı süzüyordu…

Ertesi gün, buluşup alışveriş merkezine gittik. Onun yanında çok mutlu ve huzurluydum. Her şey yolundaydı, keyfimiz yerindeydi. Neredeyse önceki gün yaşadıklarını unutmuştu. İçeri girerken kapıda üstümüzü aradılar, biraz sinirlenir gibi oldu ama geçti. Reyonlar arasında dolaşmaya başladık.

Almak istediğimiz şeyleri birbirimize gösteriyor, arada gülüp kahkaha atıyorduk. Bir görevli yanımıza gelip bizi sert ve küstah bir şekilde uyarınca, arkadaşım sinirlenmeye başladı. İçimden bir ses kesinlikle sinirlenmemesi gerektiğini söyledi, Bu benim sonum olabilirdi, sanki. Yapabileceğim ne varsa yapmalıydım.

“-Dur, sakin ol..” demeye kalmadı, parmakları siyahi gümüş bir renkte nano pullarla kaplanmaya başladı. Kum tanecikleri gibi, bu yeni madde hızla parmaklarından ellerine, bileğinden koluna doğru çıkıyordu. Korkmaya başladım. Çünkü bizi uyaran görevliyi çoktan fırlatmış olduğu halde yatışmıyor, burnundan soluyordu. Bana öfkeyle gözlerini diktiğinde, benim kalp atışlarım da dışarıdan duyulur hale gelmişti.

Ona güzel yatıştırıcı sözler söylemeye çalışarak hızlıca binadan çıktım. Beni takip ediyordu. Yüzünün yarısı o pullarla kaplanmıştı. Koşmak istiyordum, attığım on adıma karşın, sadece iki adımda soluğu enseme geliyordu. Bir şey yapmam lazımdı, ölmeme az kalmıştı.

Aniden döndüm ve bağırmaya başladım “-Sen bu değilsin! Kendine gel! Sen sevgi dolu bir adamsın ve kimseye zarar vermek istemiyorsun!! BENİ HATIRLA!! BENİ HATIRLA!! KİM OLDUĞUNU HATIRLA!!”
Ben bağırırken yüzündeki pullar geri çekilmeye başladı. İçinde ciddi bir mücadele verdiğini görebiliyordum. Yere bakıyor, bir şekilde düşünmeye çalışıyor, teslim olmak istemiyordu. Koca adamın koca yüzünden acı okunuyordu. Ve mücadele terleri saçlarının dibinde.

Hava kararmıştı. Şımarık Simbiot, arkadaşım üzerinde kullandığı gücü son seviyeye çıkarmış olmalıydı. Ben yürümeye çalışıyordum önden, kaçabileceğimi umarak. Çünkü pullar yeniden artmış, arkadaşım da gözlerini yerden kaldırarak üzerimde sabitlemişti. Duvarlara baktım, ipler vardı. İplere tırmanmak istedim, ama hepsinin başında beliriveriyordu bu yeni simbiot canlısı. Kendisinden kaçmaya çalıştığımı anlaması, bana karşı kin beslemesine sebep olmak üzereydi, bana artık arkadaşça yaklaşmadığını anlayacak kadar tanıyordum mimiklerini. Kesinlikle öfke okunuyordu artık o gözlerde. Arkamdaydı, yaklaşıyordu. Ben de terlemeye başlamıştım. Yapabileceğim ne vardı?

Kendimi zorlayarak yatağımdaki huzurlu dünyaya dönmeye çalıştım. Başardım! Gözlerimi açarken tüy gibi hafiflediğimi hissettim. Tüm o stresi arkamda bıraktığımı deneyimleyerek derin nefes aldım. Nefesi verirken gözlerimi kapattım.
Gözlerimi yeniden açtığımda, simbiotun ele geçirdiği arkadaşımla bizim evdeydik. Benim odamda.

Çılgınca öpüşüyorduk ki, annem geldi. Basıldık. Utancın etkisiyle sanırım, simbiot kısmı biraz geri çekildi.
Annemin yanına açıklama yapmak için giderken onu düşündüm. Demek ki ahlaki değerler karşısında verdiğimiz duygusal tepkiler çok kuvvetli. Bu da şu demek oluyor. Aslında insan simbiotu vücudundan atacak kadar kudretli. Fakat bunun farkında değil, ya da sadece nasıl yapacağını bilmiyor. Kendisine güvenmiyor. Kendisine güvense, simbiotu “-Eeeh, s.ktir git vücudumdan” diyerek atabilir. Sinir anında simbiot tarafından ele geçirilmesinin de tek bir anlamı olabilir. Güçlü hissetmemizi sağlayan öfke, sanılanın aksine insan vücudunu en fazla zayıf düşüren, gücünü emen, güçsüz bırakan duygu. Simbiot da, insan öfkelendiğinde bu nedenle rahatlıkla ele geçiriyor insanı. Çünkü insan korumasız, güçsüz kalıyor öfke duygusu karşısında. Demek ki öfke de bir çeşit simbiot. Öfkelenmeyecek kadar güçlü olsak, ya da öfkenin bizi ele geçirerek gücümüzü ortak bir yaşam formu gibi emmesine ve bizi güçsüz bırakmasına engel olsak keşke. Simbiot da insana bir defa yapıştı mı, onun vücudundan beslenerek yaşamıyor mu? Öfke de üstümüze kostüm gibi yapışıp bizi ele geçirmiyor mu? GÖZÜMÜZ DÖNMÜYOR MU?
Keşke aslında güçlü olduğunu fark etse. Sakin iken.

Annemin yanına geldiğimde annem feci söyleniyordu. “-Bunun burada ne işi var, ne yaptığını sanıyorsun..Nasıl..” Heyecanla annemi durdurmaya çalıştım. Neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu. Mesele ölüm kalım meselesi.
“-Anne, sana yalvarırım sesini çıkarma, sinirlenirse bir canavara dönüşür ve hepimizi öldürür. N’olur, n’olur söylenme, SİNİRLENDİRME ŞUNU!”

O sırada yarı mahçup, yarı ne fısıldaştığımızı anlamaya çalışır şekilde rahatsız edici bir ifadeyle simbiot arkadaşım salona geldi. Yüzümüze tuhaf tuhaf bakarken ben hemen ayağa kalkıp onu karşıladım, annem ise ne olduğunu anlamadığı halde tehlikeye karşı tedbir alma içgüdüsüyle söylenmeyi bırakarak gülümsedi. Ortada ciddi bir şeyler olduğunu sezmişti.

Ortam çok rahatsız edici olduğundan ve kalbim bu ölüm korkusuna dayanamayacağından kendimi benim dünyaya geçiş yapmak için zorladım. Gözlerimi açmak istedim. Açtım.
Hafifleme- huzur- güven- gözleri kapama döngüsü.

Gözlerimi açıyorum ki, simbiot-sevgilimin olduğu paralel evrende sadece bir gün geçmiş. Ve bir çocuk doğurmuşum. Hızlı hücre yenilenmesi, simbiotun dünyadaki güçlerinden biri olmalı. Ayrıca Simbiot’un bir oğlu var. BENİM OĞLUM!

Kahvaltı sofrasındayız. Çocuğum hızla büyüyor, 6-7 yaşlarına gelmiş. Benden bir bardak süt istiyor. Sütü koyuyorum, ama süt az kalmış. Bardağın ancak yarısını doldurabiliyor. Ben az umursar şekilde her şey yolunda diye arkamı dönecekken, ÇOCUĞUN GÖZLERİ SİYAHLAŞIYOR. Olamaz! Aynı gümüşi kurşun rengi, aynı pullaşma. İris filan kalmadı. Beyazı da artık simsiyah. Gözlerini öfkeyle bana dikiyor. Onu KASTEN beslemiyor olduğumu mu düşünüyor? Ne de olsa genleriyle aktarılan hafızasında, zamanında, babasından korkarak kaçmaya çalışmışlığım var. Demek ki onu SEVMİYOR OLABİLİRİM. Ve bu yüzden beslemiyorumdur? Annesinin onu sevmeme ihtimalini kaldırabilir mi? Ya da organizmaları yok olsun diye onları KASITLI OLARAK BESLEMİYORUM...? Öz oğlum nefret içinde gözlerini bana sabitlemiş, simbiota dönüşüyor.

İster paralel evrende olsun, ister gerçek hayatta. İster venomla simbiotla, canavarların kralıyla boğuşsun, ister sadece sıradan insanlarla. Kadın tüm boyutlarda kadındır. Ve bir kadın, verdiği tepkilerden mesul değildir, tutulmamalıdır! Ben de o kadar şey yaşamışım, hem de paralel evrende olduğumu biliyor, geçişler yapmaya çalışıyorum. Arkadaşım önce simbiot tarafından ortak yaşamlı bir forma dönüşmüş, sonra sevgilime ve çocuğumun babasına. Fakat n’apayım! Ben sadece bir kadınım! Kahvaltı masasında oturan babasına dönüyorum ve psikopat şekilde beni süzen siyah gözlü oğlumu işaret ederek, homurdanma eşliğinde, sadece bir kadının vereceği tepkiyi veriyorum:

“- Al işte, oğlun da sana çekmiş!!”








Yok, yok ben evlenmemeliyim bence. Hiçbir boyutta!

6 Ağustos 2007 Pazartesi

31 Temmuz 2007 Salı

My Dream Boat

Özlem..Anılarla bağlantı kurduğumuz aciz anlar.
Heyecanlı kalp atışları. Her defasında sıkıntılı geçmesine rağmen "hayır, yolculuk süperdi, bomba gibiyim" demek . Havanın tuz kokması, yazlık yerde "gibi" olma hissinin kişiyi ele geçirmesine izin vermek, tüm stresin yok olması . Her defasında artık adım adım ezberlenmiş de olunsa da o hep "ilk defa" ve "nev-i şahsına münhasır" şeyler yaşanacağı heyecanıyla dalgalar arasında beklemek... Terle dolu tırmanışlar, artık gelenekselleşen küf ve bozulmuş yemek kokusunun, açılan kapının hemen ardından yüze çarpması, bünyeyi rahatsız etmeyecek bir aidiyet geliştirmek.

Güneşin doğmasının anlamlı olduğu tek yerde olmak.. Güneşe yetişememek.

Zamanı durdurmak için ıkınmak, işe yaramaması.

Özlem.

Ulaşım araçlarına yetişmenin hayati anlam taşıdığı, bir tanesini kaçırmanın bile en az 40dk zaman kaybettirdiği bu yenidünyada, kaybedilen zamanı zevkle değerlendirme anları.
Ele geçirilmek..
Kaçış mı/ hapis mi sorunsalı üzerine gizliden gizliye düşünmek..
Akşam oldu mu düşüncelerin gıdıklanmasını.
Gıdıklanarak uyanmak.
Bitmemesi için yalvarmak.
Bitmesi.
Özlem.

24 Temmuz 2007 Salı

Kendinin Doktoru


Hayata Dair, Bugünler…

Hayatımdaki her şeyi düzene sokmak adına, bir hevesle spora başladım. Biliyorum ki davranışlarını değiştirmeden tutumunu değiştiremezsin. İlk zamanlar spora ayırmak istediğim zaman dilimini –iş sonrası saatlerimi- hayatımdan çalmak isteyen milyon tane ıvır zıvır şey olduğunu fark ettim ve boş olduğunu sandığım hayatımın pek de boş olmadığını fark ettim. Kendimle ilgili ilk teşhisim, kafamda gerçekleştirmeyi düşündüğüm şeyleri yapmadığım sürece hayatımdaki kalan her şeyi aşağılama eğiliminde olduğum. Bu, kendime yapılan bir haksızlık mı, tembelliğimin haklı sonucu mu karar veremedim. Zaman kaybediyorum.

Bulmam lazım. Önce zaman bulmam lazım. Bir arkadaşım “yeni insanlar” bulmamı tavsiye ediyor. Yeni eş dost arkadaşlar.. Haklı olduğuna karar verip, önceliği kendime verdim. Önce kendimi bulacağım. Arayanın bir yüzü, ortaya çıkmayanın…

Ne kadar kötü durumdaysa o kadar rahat davranmalı insan. Kendi kendinin doktoru olacaksın J Mesela son 3 haftadır her sabah taksiyle gidiyorum işe. On katı fazla para (tam on), her sabah. Ama boş versene, otobüste yer bulamayınca üstüme gelen asabiyet bulutlarını yaşamamaya değer! Sonra, bana indirimli gelen bir markadan, maaşımın 2 katı tutarında kozmetik malzemesi aldım. Nasıl iyi geldi, nasıl.. Bankadan 2 defa kredi çektim, hiç dokunmadı, pek mutluluk verdi. İşin kötüsü tam bir promosyon canavarına dönüştüm. Evden deterjan almak için çıkıp, abartmıyorum, yanında kenarında köşesinde “indirim” ya da “bir alana bir bedava” gördüğüm her temizlik ürününden aldım! Renkliler için domestos ultra 4 kg alana 4 kg BEDAVA, kosla oxy beyazlar için %20 EXTRA, vernel 8kg’larda İNDİRİM, Tursil bembeyazlar için migroscard İNDİRİMİ… Bunlar ilk adımda aklıma gelenler. Çeşit çeşit ev kokuları ve aptal aparatlarını, ya da klozetin 3 ayrı tarafına takılabilen şu hijyen budalalığı ürünler ile, bi de rezervuara atılan mavi toplardan avuç avuç aldığımı saymıyorum. İndirimli kireç sökücüler, parlatıcılar, ah’lar of’lar.. Her şey. Ohh ne güzel harcadım.

İhtiyacımız olan neydi?
Deterjan.
Suçlu kim, bilemedim.

Soğuk su içirip kısılmasını sağladığım içseslerden biri kırçıllı sesiyle fısıldıyor:
“-Şu parayı akıl doktoruna verseydin ya, akılsız…”


17 Temmuz 2007 Salı




Gece, gündüz.
Birkaç zamandır düşünceli zihnim. Belli kalıplarda kendini tekrarlayan sıradan döngü görüntüsünün altında tarih yazılıyor. Tecrübelerimin gayri resmi tarihi. İnsan ilişkilerinin küçüklüğü, bu küçüklüğe fazla gelen bünyenin çözülmesine uzayan yol.

Sabah 7:00, uyanıyorum. Syler beni nasıl buldu? Kaçamayacağımı anladığım noktada gerçekten uzlaşmacı mıyım? Kendisinde zaten varolan özelliğimi neden almak istiyor… Beynimi yiyecek mi? Onunla flört ederken aklımdan ne geçiyordu..?

Kaplumbağalarımın suyu buharlaşarak azalmış. Eh, mikrodalga fırının içinde güneşlenmek kolay olmasa gerek.

Artık olayları çok da ayıramayan zihnim, nefes aldığım gerçek dünyayı algılayabilmek için, gerçekliği dokunabildiğim ve dokunamadığım durumlara göre ayırt etmeye başladı. Dokunma hissini yaşamama rağmen olayların her gün kaldığı yerden devam ettiği statik zamanın olduğu dünyada değilsem, uçmayı deniyorum. Her gerçeklikte uçamazsın. Uçamıyorsam güvendeyim.

İşyerine geliyorum. Varlığımın yanında kendisini aşağılık biri gibi hissettirdiği canlı türü bana yanaşmaya cesaret edemezken, bilgisayarda ne yaptığımı merak ediyor. Bakıyorum, trojanlar ve wormlar göndermiş. Bunun anlamı korku. Merakı tetikleyen.Komik geliyor. Siliyorum. Hoşlanmadığım duygularla dolu bir balonda yaşayan canlı türü.

Herkes kahraman olmaz.

Hani bütün güç içimizdeydi?

10 Temmuz 2007 Salı


Kaçışımı kendi ellerimle tıkayışımın, nemiyle boğduran hikâyesi bu.
Kaçış.




Büyük bir mikrodalga fırının içinde kaplumbağalarımı güneşlenmeye bıraktım. Fırın çok geniş ve yüksekti, İngiliz metrolarına benziyordu. Salonun tam ortasında duran fırından kafamı dışarı doğru çıkardım, baktım kimse gelmemiş daha. Tekrar içeri girince, şok oldum. Bir sürü güvercin, başımı çevirmemi fırsat bilmişler ve kaplumbağalarımın kollarını bacaklarını yemişler. Bir tanesi hala aç gözlülükle kabuğunu gagalıyor. Eksik kol ve bacaklarıyla, kaskatı kesilmiş kaplumbağalarım. Bir tanesinin kabuklarının kenarından tutuyorum ve havaya kaldırıyorum, uçan güvercinlere nefretle küfrederken. Ölmüş.
Huzursuz şekilde fırından dışarı çıkıyorum, kapağı kapatıyorum.

29 Haziran 2007 Cuma

V




“Ortamın gerginliği, hiç konuşulmayan, bana büyük bir zevk veriyordu. İngilizlerin havadan sudan konuşma anlamında kullandıkları “small talk” safhası da pek çabuk geçtikten sonra, gözlerinin içine derin derin baktım. Ne söylediğim sözler, ne bir şey. O konuşurken gözlerinin içine kadar girmiş olmamdı benim intikamım. O siyah, ufak gözler küçüldükçe küçülüyordu. Kaçacak yer arama sıkıntısında, velakin kıpırdayamayacak kadar hapsedilmişti karşısındaki iri ela gözler tarafından. Engin, derin bir hapishane bu. Okuyor bu küçük gözlerin beyne ilettiği küçük düşüncelerden örülü hayatın en incelikli çıkar hesaplarını. Dolabında kirli çamaşırları olanlar için fazla şeffaf bir ayna olur gözler. Yüreği gözlerindeydi şimdi. Ve çırpınışını görüyordum. Sıkışmasını, düzensizleşen atışını. Aşağılık hesapların bedelini ödemek için oradaydı. “onur” maskesinin altına sığınacaktı; kaçmamış gelmişti, hala “bir kez daha görme” isteğinin kendisini getirdiği basitlik noktasının açıklaması gerektiğinde.”

14 Haziran 2007 Perşembe

Cui Bono? [ArşivOxy]

“Dürüst bir insan arıyorum” -----Sinop’lu Dyojen


İnsanlar ne garip.

Zihnim inanılmaz yorgun ama çalıştığım yerde herkese –ilginç bir şekilde- içimden gelerek gülümsemeyi başarabiliyorum. Gerçekten Ben olduğumu hissediyorum gözlerim gülerken. İçimden bir ses “işte!” diye bağırıyor. “saklayacak kadar korktuğum hiçbir şey taşımıyorum içimde, açık ve netim, tüm saflığımla ne varsa, karşındayım!”


Ama karşıdakinin içinde saklayacak çok şeyi oluyor bazen. Ben zihnim yorgun diye mızlanırken bile, onun kendi ufak hesaplarının kendi ruhunu yorduğu kadar yorulmuyor ruhum. O benden çok daha dik ve kararlı görünüyor, ama bendeki içtenlik onun varoluşunu rahatsız ediyor. Önyargıları kişilik kazanmış nerdeyse, öz kişiliğini her geçen an ele geçiriyor. Farkında değil belki, bir süre sonra yaradılıştan getirdiği bir öz-cevher değeri kalmayacak naçiz varlığının. Rengi solmak üzere.


Kendine güvenini toplumun onay verdiği şeyler üzerinden kurmaya kalkan zavallılar çocuk sahibi olmamalılar. Bunların; İnsanı özgürleştirmekten alıkoyan deneyimlerle zehirlemeye hiçbir hakları yok yenidoğanları, değerleri. Bu kirlenmişlik toplumu zehirleyen gaz partikülleri halinde yayılacak, yayılacak ve sonra üzerine güzel şeyler inşa edilecek saf şeyler kalmayacak.


Bendeki bu umut da nereye kadar yahu. Güzel bir şeyler inşa edileceğine dair bu umudu nerden kapmışım, bir türlü kurtulamadığım? “güzel” bir şeye sahip olmanın bununla alakası olabilir mi?


Fakat burada da şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz; “güzel” bir şeye sahip olmadığı halde inanılmaz saflıkta değerlere sahip olan harika insanlar var. Bu da, güzel bir şeye sahip olduğu için içinde saflık barındıran insanları olgunluk-değer hiyerarşisinde ilk basamaktan ikinciye itiyor. Güzel insanların daha çook olgunlaşması gerekecek.




Erdem.


Kafamı kurcalıyor.


Kavramlara bağlanmanın insanı özgürleştirmekten alıkoyduğuna olan inancım silinmeye başladı. İnanmayı seviyorum. İnandığım “şey”in “doğruluğu”nu sorgularken “hislerime” başvurmaktan hoşlanıyorum. Fazlasıyla öznel ve bilim dışı olsa da, “gerçeğin” nerde olduğunu kim bulmuş. Hahh. Belki ben bulurum.


İçimde.