23 Ağustos 2007 Perşembe

Durgun

Telefon çalıyor.
Bense plan yapıyorum.
Çalmaya devam ediyor.
Ben de plan yaptığım kâğıda kaydırıyorum gözümü, duymazlıktan geliyorum sesi. Aşırı rahatsızlık veriyor konuşmak istemediğim zamanlarda öten telefonun sesi. Ne kendi sesimin tonunu ayarlama tadımdayım, ne de tek kelime için nefes harcama.. Konuşsam zaten değişim geçirmemiş hulk gibi çıkacak sesim, gerçek formunda. Ha bi de obezite var.
Vefasız olmanın tadını çıkarıyorum.
Hala çalıyor.
Sesini kapatıyorum, arayanın azmine saygı duyarak. Nasılsa bir süre sonra o da aramayacak. Ve başkası, diğerleri. Belki, kalan herkes. İnsan sayılı nefesle doğarmış, fazladan nefes kazanmış gibi seviniyorum, garip bir şarap tadı damağımda. “Comfortably Numb” kulaklarımda.
--
Uzun uzun seneler boyu dikkatimi toplayamamaktan yakınan ben, artık, en ufak bir soruya saatlerce takılıp, araştırmanın göbeğinde göbeğim çatlayana kadar kayboluyorum. Nasıl oldu bu değişim? Göktaşı da çarpmadı oysa, elimde beyzbol sopamla atışı beklerken. Bu sefer “aşırı konsantrasyon” yuttu beni. Çırpınmak nafile. Yemek yemeği unutuyorum. Anlamsızlaştı. Telefonu cevaplamak gibi.
--
Kocası ölen kadının bir ay sonra bir düğünde göbek atmasını abes, ya da evlenirken evlenmekten havalara uçan, yüzünde tek damla hüzün olmayan, neşeyle dans eden gelini hoppa bulduğum için mi böyle “durgun”um acep..? Sadece ahmaklık.

Neşeli yazı yazmayı maske gibi kullanıp kendini saklayarak ikiyüzlü davrananların bu davranışlarının ne kadar acınası olduğunu, yazıya gelen ilk tehditle birlikte çözünmesinde gördük zaten.

21 Ağustos 2007 Salı

Limondan Kuantuma; The Secret'a varan Yol

İki ay önce kadar, bir arkadaşımın tavsiyesiyle tanıştım onunla. İlk gördüğüm anda ilgimi çekmişti, çünkü renkliydi, değişik bir enerjisi vardı. Her gün ona ayırdığım zamanın arttığını fark ediyordum. Referansı çok kuvvetli olduğu için değil, içimden geliyordu. Hep bildiğim şeyleri anlatıyordu, yeni bir şey yoktu. Ama öyle etkileyiciydi ki, hayatla ilgili ilham almaya başladım. Her sabah görmek istemeye başladım onu. Her akşam. Her fırsatta.

Dünya’nın ve şuan Türkiye’nin en çok satan kitapları arasında ciddi ciddi uzun süre zirvede kalacağı belli olan şu müthiş “hayatınızı değiştirmek elinizde” kitaplarından biri olan, THE SECRET’ tan bahsediyorum.


Şimdiye kadar %100 Düşünce Gücü başta olmak üzere, insanın ana yaratım kaynağı olduğunu anlatan sayısız kitap okuduk, sosyal belleğimizde kim bilir nelerin nelerin alt yapısı var. Her günün aslında bugün olduğu ve “bugün”ü yaşamamız gerektiğiyle başlayıp, her alanda başarı için kendimize güvenmemiz gerektiğiyle biten.


Dale Carnegie’nin 1976 basımlı Üzüntüyü Yen Şen Olmana Bak kitabındaki –o zaman için pek çok insana ilham kaynağı olan- “limonu gördüğünde ondan limonata yapmayı düşünebilmelisin, tüm güç sende” tarzı mesajlar insanların gelişim için referans noktası olarak kendilerini almayı düşünmeleri açısından ciddi bir devrim sayılabilir. Ayrıca 70lerde Hippiler ortalıkta dolaşıyor, bugünün ideal prensiplerinden sayılan insan merkezli yaklaşım, o zamanlar sadece tepkisel gençlerin kendilerini marjinal ifade yollarından biri olarak ortaya konuluyordu. Pek çok insan içine düştüğü sıkıntılardan kendini motive etmeye çalışarak çıkma yolunu denemeye başladı ve Carnegie de güzel bir servet sahibi oldu.


Fakat insanlarının sadece kısa süreli bir “vay be” yaşadıkları ve hayatlarını öyle 7 adımda, 12 basamakta değiştiremedikleri görüldü süreç içinde. 80lerin ikinci yarısında sayısız kişisel gelişim kitabıyla doldu taştı raflar. Yeni bir şey söylemeyen.


Esas devrim, insanların pozitivizmin “nesnellik” saçmalığından biraz kurtulma çabalarıyla gerçekleşti. Bu da ilk defa görünmez boyutta bir şeylerin varlığının –neredeyse- bilimsel olarak kabul etme eğilimine girilmesiyle oldu. Öyle ya, insanın beyninin ürettiği enerji görülebilir bir şey değil, fakat “var”. O halde haydi beynimizi çalıştıralım! Ne düşünürsek o olur! Zaten new age insanları ele geçirdi, herkes kendi gerçeğini yaratsın!


Bilimsellik eğilimleri 2000lerin “what the bleep do we know” filmiyle meşruiyet kazandı ve rüştünü ispat etti. Viva kuantum!


İşte the secret, bu yolculukta varılan en son nokta. Post-pozitivizmin bize sağladığı özgürlüklere bayılıyorum. Kitabın dediği şey şu, Alaaddin’in sihirli lambasına sahipsiniz, o da evren. Ve sayısız dilek hakkınız var. O halde azıcık okşayıp, doğru şekilde istemeye başlayın!


Fazlasıyla motive edici.

14 Ağustos 2007 Salı

The Martyrdom of Saint Agatha


Giambattista Tiepolo

Saturn Devouring His Son




Goya (y Lucientes), Francisco (José) de

9 Ağustos 2007 Perşembe







Simbiot’un Oğlu

Dün akşam paralel bir evrendeydim. Öyle böyle değil, ne yaşadığımı bir ben bilirim, bir Allah!

Benim bir arkadaşım (Eddie Brock kılıklı) Örümcek adamla bir kayalığın üstünden, içi simbiot (ortakyaşar) plazması dolu bir krater gölüne atlamak zorunda kaldılar. Birlikte birşeyden kaçıyorlardı. Daha onlar simbiot plazmasına dalarken, örümcek adamın bununla başa çıkabileceğini ama arkadaşımın çıkamayacağını anlamıştım.

Gölden üstlerindeki bulaşmış sıvıları silkeleyerek çıktılar. Örümcek temizlenmek üzere hızla gözden kaybolurken, arkadaşım metroya bindi. Ama iyi değildi.
Kafası sallanmaya başladı. Sağa sola, öne arkaya doğru micro-titreşimler yayacak şekilde sallanıyordu. Saçları bir uzadı, bir kısaldı. Bir yaşlandı bir gençleşti. Simbiot vücuduna uyum sağlamaya çalışıyor olmalıydı. Yanında oturan yaşlı teyze endişeli gözlerle arkadaşımı süzüyordu…

Ertesi gün, buluşup alışveriş merkezine gittik. Onun yanında çok mutlu ve huzurluydum. Her şey yolundaydı, keyfimiz yerindeydi. Neredeyse önceki gün yaşadıklarını unutmuştu. İçeri girerken kapıda üstümüzü aradılar, biraz sinirlenir gibi oldu ama geçti. Reyonlar arasında dolaşmaya başladık.

Almak istediğimiz şeyleri birbirimize gösteriyor, arada gülüp kahkaha atıyorduk. Bir görevli yanımıza gelip bizi sert ve küstah bir şekilde uyarınca, arkadaşım sinirlenmeye başladı. İçimden bir ses kesinlikle sinirlenmemesi gerektiğini söyledi, Bu benim sonum olabilirdi, sanki. Yapabileceğim ne varsa yapmalıydım.

“-Dur, sakin ol..” demeye kalmadı, parmakları siyahi gümüş bir renkte nano pullarla kaplanmaya başladı. Kum tanecikleri gibi, bu yeni madde hızla parmaklarından ellerine, bileğinden koluna doğru çıkıyordu. Korkmaya başladım. Çünkü bizi uyaran görevliyi çoktan fırlatmış olduğu halde yatışmıyor, burnundan soluyordu. Bana öfkeyle gözlerini diktiğinde, benim kalp atışlarım da dışarıdan duyulur hale gelmişti.

Ona güzel yatıştırıcı sözler söylemeye çalışarak hızlıca binadan çıktım. Beni takip ediyordu. Yüzünün yarısı o pullarla kaplanmıştı. Koşmak istiyordum, attığım on adıma karşın, sadece iki adımda soluğu enseme geliyordu. Bir şey yapmam lazımdı, ölmeme az kalmıştı.

Aniden döndüm ve bağırmaya başladım “-Sen bu değilsin! Kendine gel! Sen sevgi dolu bir adamsın ve kimseye zarar vermek istemiyorsun!! BENİ HATIRLA!! BENİ HATIRLA!! KİM OLDUĞUNU HATIRLA!!”
Ben bağırırken yüzündeki pullar geri çekilmeye başladı. İçinde ciddi bir mücadele verdiğini görebiliyordum. Yere bakıyor, bir şekilde düşünmeye çalışıyor, teslim olmak istemiyordu. Koca adamın koca yüzünden acı okunuyordu. Ve mücadele terleri saçlarının dibinde.

Hava kararmıştı. Şımarık Simbiot, arkadaşım üzerinde kullandığı gücü son seviyeye çıkarmış olmalıydı. Ben yürümeye çalışıyordum önden, kaçabileceğimi umarak. Çünkü pullar yeniden artmış, arkadaşım da gözlerini yerden kaldırarak üzerimde sabitlemişti. Duvarlara baktım, ipler vardı. İplere tırmanmak istedim, ama hepsinin başında beliriveriyordu bu yeni simbiot canlısı. Kendisinden kaçmaya çalıştığımı anlaması, bana karşı kin beslemesine sebep olmak üzereydi, bana artık arkadaşça yaklaşmadığını anlayacak kadar tanıyordum mimiklerini. Kesinlikle öfke okunuyordu artık o gözlerde. Arkamdaydı, yaklaşıyordu. Ben de terlemeye başlamıştım. Yapabileceğim ne vardı?

Kendimi zorlayarak yatağımdaki huzurlu dünyaya dönmeye çalıştım. Başardım! Gözlerimi açarken tüy gibi hafiflediğimi hissettim. Tüm o stresi arkamda bıraktığımı deneyimleyerek derin nefes aldım. Nefesi verirken gözlerimi kapattım.
Gözlerimi yeniden açtığımda, simbiotun ele geçirdiği arkadaşımla bizim evdeydik. Benim odamda.

Çılgınca öpüşüyorduk ki, annem geldi. Basıldık. Utancın etkisiyle sanırım, simbiot kısmı biraz geri çekildi.
Annemin yanına açıklama yapmak için giderken onu düşündüm. Demek ki ahlaki değerler karşısında verdiğimiz duygusal tepkiler çok kuvvetli. Bu da şu demek oluyor. Aslında insan simbiotu vücudundan atacak kadar kudretli. Fakat bunun farkında değil, ya da sadece nasıl yapacağını bilmiyor. Kendisine güvenmiyor. Kendisine güvense, simbiotu “-Eeeh, s.ktir git vücudumdan” diyerek atabilir. Sinir anında simbiot tarafından ele geçirilmesinin de tek bir anlamı olabilir. Güçlü hissetmemizi sağlayan öfke, sanılanın aksine insan vücudunu en fazla zayıf düşüren, gücünü emen, güçsüz bırakan duygu. Simbiot da, insan öfkelendiğinde bu nedenle rahatlıkla ele geçiriyor insanı. Çünkü insan korumasız, güçsüz kalıyor öfke duygusu karşısında. Demek ki öfke de bir çeşit simbiot. Öfkelenmeyecek kadar güçlü olsak, ya da öfkenin bizi ele geçirerek gücümüzü ortak bir yaşam formu gibi emmesine ve bizi güçsüz bırakmasına engel olsak keşke. Simbiot da insana bir defa yapıştı mı, onun vücudundan beslenerek yaşamıyor mu? Öfke de üstümüze kostüm gibi yapışıp bizi ele geçirmiyor mu? GÖZÜMÜZ DÖNMÜYOR MU?
Keşke aslında güçlü olduğunu fark etse. Sakin iken.

Annemin yanına geldiğimde annem feci söyleniyordu. “-Bunun burada ne işi var, ne yaptığını sanıyorsun..Nasıl..” Heyecanla annemi durdurmaya çalıştım. Neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu. Mesele ölüm kalım meselesi.
“-Anne, sana yalvarırım sesini çıkarma, sinirlenirse bir canavara dönüşür ve hepimizi öldürür. N’olur, n’olur söylenme, SİNİRLENDİRME ŞUNU!”

O sırada yarı mahçup, yarı ne fısıldaştığımızı anlamaya çalışır şekilde rahatsız edici bir ifadeyle simbiot arkadaşım salona geldi. Yüzümüze tuhaf tuhaf bakarken ben hemen ayağa kalkıp onu karşıladım, annem ise ne olduğunu anlamadığı halde tehlikeye karşı tedbir alma içgüdüsüyle söylenmeyi bırakarak gülümsedi. Ortada ciddi bir şeyler olduğunu sezmişti.

Ortam çok rahatsız edici olduğundan ve kalbim bu ölüm korkusuna dayanamayacağından kendimi benim dünyaya geçiş yapmak için zorladım. Gözlerimi açmak istedim. Açtım.
Hafifleme- huzur- güven- gözleri kapama döngüsü.

Gözlerimi açıyorum ki, simbiot-sevgilimin olduğu paralel evrende sadece bir gün geçmiş. Ve bir çocuk doğurmuşum. Hızlı hücre yenilenmesi, simbiotun dünyadaki güçlerinden biri olmalı. Ayrıca Simbiot’un bir oğlu var. BENİM OĞLUM!

Kahvaltı sofrasındayız. Çocuğum hızla büyüyor, 6-7 yaşlarına gelmiş. Benden bir bardak süt istiyor. Sütü koyuyorum, ama süt az kalmış. Bardağın ancak yarısını doldurabiliyor. Ben az umursar şekilde her şey yolunda diye arkamı dönecekken, ÇOCUĞUN GÖZLERİ SİYAHLAŞIYOR. Olamaz! Aynı gümüşi kurşun rengi, aynı pullaşma. İris filan kalmadı. Beyazı da artık simsiyah. Gözlerini öfkeyle bana dikiyor. Onu KASTEN beslemiyor olduğumu mu düşünüyor? Ne de olsa genleriyle aktarılan hafızasında, zamanında, babasından korkarak kaçmaya çalışmışlığım var. Demek ki onu SEVMİYOR OLABİLİRİM. Ve bu yüzden beslemiyorumdur? Annesinin onu sevmeme ihtimalini kaldırabilir mi? Ya da organizmaları yok olsun diye onları KASITLI OLARAK BESLEMİYORUM...? Öz oğlum nefret içinde gözlerini bana sabitlemiş, simbiota dönüşüyor.

İster paralel evrende olsun, ister gerçek hayatta. İster venomla simbiotla, canavarların kralıyla boğuşsun, ister sadece sıradan insanlarla. Kadın tüm boyutlarda kadındır. Ve bir kadın, verdiği tepkilerden mesul değildir, tutulmamalıdır! Ben de o kadar şey yaşamışım, hem de paralel evrende olduğumu biliyor, geçişler yapmaya çalışıyorum. Arkadaşım önce simbiot tarafından ortak yaşamlı bir forma dönüşmüş, sonra sevgilime ve çocuğumun babasına. Fakat n’apayım! Ben sadece bir kadınım! Kahvaltı masasında oturan babasına dönüyorum ve psikopat şekilde beni süzen siyah gözlü oğlumu işaret ederek, homurdanma eşliğinde, sadece bir kadının vereceği tepkiyi veriyorum:

“- Al işte, oğlun da sana çekmiş!!”








Yok, yok ben evlenmemeliyim bence. Hiçbir boyutta!

6 Ağustos 2007 Pazartesi