20 Mayıs 2010 Perşembe

Ejderlerin Mağarası (Dragons' Den)

Bloomberg  Türkiye’de yayına başladığından beri, izlediğim 4 kanala bir yenisi eklenmiş oldu.  Dragons’ Den (Ejderlerin Mağarası) adlı programdan bahsetmek istiyorum.
İngiltere’de, bizim koçumuz, sabancımıza denk gelen ayarda beş yatırımcının, ülke çapında her konudaki girişimcinin ihtiyacı olan para karşılığında hissesinden pay alması yöntemiyle çalışan bir sistem. Örneğin benim bir şirketim var, patentini aldığım bir ürünüm var ve sırf maddi imkansızlık nedeniyle veya çevrem olmadığı için piyasaya giremiyorum. 100 bin ihtiyacım için karşılarına çıkıyorum ve olayımı anlatan bir sunum yapıyorum. Karşılığında da kazancımdan belli bir kar payı teklif ediyorum. %10, 15 gibi. Eğer gelecek vaat ediyorsa ürünüm, ana ihtiyacımın tamamını veya belli bir kısmını  veriyorlar ve benimle pazarlık ediyorlar.  Anlaşırsak, ben paramı alıyorum, onlar da uzun vadeli yatırım yapmış oluyorlar. Bir de Wiki alıntısı yapalım hemen: 
Dragons' Den (Türkçe:Ejderlerin Mağarası) Japonya kökenli formatına Sony ve kısmen Microsoft'un sahip olduğu risk sermayesi konulu televizyon programı. Programa katılıp fikirlerini açıklayan girişimler Ejderha denilen iş uzmanları tarafından yaratılan finansmanla güvenceye alınmayı hedeflerler.Yarışmacılar genellikle ürün tasarımcıları ya da potansiyel olarak çok karlı uygulanabilir iş fikri olan hizmet sağlayıcılarıdır fakat fon ve yönetim eksiklikleri vardır. Her birinin kendine has iş sahası olan, kendilerine ejderha adını veren beş zengin iş adamı bu ürünleri ve fikirleri değerlendirmektedir.
Bu programın en sevdiğim yanı, 1-Değişik fikirlerle çıkan insanlar, 2- Kaliteli bir sunumun inceliklerini gözlemleme fırsatı.Bazen biri çıkıyor ve işte ürünüm bu ben buyum bana yatırım yapın diyor. Ejderlerin ilk iki sorusuna cevap veremez durumda oluyorlar. Bazen de biri çıkıyor ve akla ilk aşamada gelecek tüm soruları cevaplayacak şekilde bir sunum yapıyor, üstelik olası yıllık bilançoyu bile çıkarmış neredeyse. 
İşte keyif, insanın o anda hayal kurmasıyla başlıyor. Oradaki yatırımcının yerine kendinizi koyun ve düşünün. Sunacak kadar değerli bir fikir ürettiniz mi? Fikrinizi nasıl anlatırdınız? Uçmak serbest, limit gökyüzü. 

Bu program şimdi Türkiye'de de çekilmeye başlanacak. Belki uçmak için beklemeye çok da gerek yoktur:)

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Anlamsız Hastane Diyalogları 1

Annem bugünlerde biraz ızdıraplı. Sağ kol altındaki lenflerden birkaç tanesini aldılar. Ameliyat ertesi herhangi dikkat çekici bir komplikasyonla karşılaşılmadı derken önce vücudu bir maddeye karşı alerji duyduğu için şişti, apar topar gittiğimiz hastanede minicik bir hapla normal boyutlarına döndü, ardından yalnızca kol altında su birikmeye başladı. Tekrar hastaneye gittik.
Saat 22 civarı. Acil girişinden girdik ve derdimizi ilk deskteki ilgisiz bakışlı hemşiremsi kıza anlatmaya çalıştık.
“Sorun nedir?”
Annem başladı: “Şimdi ben önce ameliyat oldum, ardından vücudum enjekte edilen bir maddeyle şişti, şimdi de kolumun altından göğsüme doğru inanılmaz bir şişlik var ve çok acıyor”
“Doktorunuz kim?”
“Filanca Bey”
“Şişme ne zaman oluştu?”
“4 gün önce yumurt kadardı..sonra..”
“Aa, çok üzgünüm ama 4 gün önce niye gelmediniz? Burada acil vakalara bakıyoruz. Doktorunuzla konuşmadan bişey yapamayız.”
Ben müdahale ettim, “Ama bakın u geceyi geçirecek durumda değiliz, çok ağrısı var, birşeyler ters.”
Kız hiç ayırmadığı bakışlarını bilgisayar ekranından kaldırıp birkaç saniye için beni süzdü. Suratımdaki endişe acaba onda “bu kadın ağrıdan bağırıp duruyor, nasıl uyuyalım” etkisi mi yaratıyor diye düşünmeden edemedim.  Ses tonumu biraz yumuşatıp “Bir acil doktorumuz görse olmaz mı? Eminim verebileceği talimatlar vardır, en azından” dedim.
Bakışları yine ekrana kaymış, kayıtsızlığı yeniden yüzüne yerleşmişti. “Peki, bir tane acil doktorumuz var zaten, o da ileride. Pek sanmıyorum ama belki yardımcı olur. Sonuçta o bir acil doktoru..”
Son cümleyi açıktan açığa belli olacak bir küçümseme ifadesiyle söylemişti. bir “acil doktoru” olmak, buradaki hiyerarşide hafife alınacak birşeydi herhalde. Ya da arası bozuktu doktorlarla, veya yorulmuştu.. Otomatik empati kuran düğmeyi kapamaya karar verdim zihnimdeki ve annemle ilerlemeye başladık uzun, tuhaf kokulu koridorda.
Koridorun sonu, bir başka alanın başıydı, ve yeni bir desk, gürültülü insanlar, hastalarla doluydu. Bilgisayar başında bir hastabakıcı, yeşil kıyafetiyle oturmuş, yüzünde aynı kayıtsızlıkla, birşeyler yapıyor. Bu defa söze ben girdim. “Acil doktoru ne taraf..”
“Birazdan gelir.”
birazdan, gelmedi. Ayakta beklemek, gecenin ilerleyen saatleri, hastaların acılı inlemeleri, o tuhaf iğrenç koku. Annemin yüzündeki ızdıraplı ifade.
“Doktor bir hastayla mı ilgilen..”
“Buralardaydı, gelir şimdi.”
Şimdi de gelmedi. Epeyi bekledik. Ayakta. Yoruldum. Dayanamadım, alabildiğine sert bir tonda aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Üçüncü kattaki genel cerrahi bölümünde bir nöbetçi doktor olmalı değil mi? Olmalı olmalı. Derhal onu arar mısınız, ayrılmasın, yanına çıkıyoruz!”
Aptallaştı. Yüzümü ve beni de o an farketti. Birkaç saniye bakıştık.Aklım durmuş, kendimi yükselen adrenaline teslim etmiştim. Hani ilk kelimesinde saldıracak gibi hissediyordum. Ve hiç beklemediğim, aklımdan hiç geçmeyen birşey oldu; kahkalarla gülmeye başladı!
Kafasını az ileride onun yazdığı şeyi bekleyen beyaz önlüklü bir intern'e çevirdi. Ve ben de o çocuğu o an farkettim. Çocuk beni farketti. Annem çocuğa baktı. Ben anneme baktım. Çocuk bana baktı. Hepimiz aynı anda tiksintiyle hastabakıcıya baktık.
“Ben cerrahide asistanım. Minik bir dosya için buradayım. İsterseniz işim bitene kadar siz bana sorun nedir anlatın, ve birlikte yukarı çıkalım.”
O huzurlu yeşil gözleri unutmayacağım.
Annem olanları teker teker anlattı, çocuk sevgiyle dinledi. Hem ben sakinleşmiştim, hem annem. Az sonra elimde annemin dosyası, çocuk ileride biz bir adım arkada uzun koridorların sonundaki asansördeydik.
...
Sonraları geldi aklıma. Ben hala o çocuk meymenetsiz suratlı hastabakıcı niye güldü, anlayamadım. Hastaneye ne zaman gitsek düşünürüm, o adam niye güldü. 

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Günlerden…1

Cumartesi
Henüz 14-15 yaşlarında, tatarları andıran hafif çekik gözleri ve teninin beyazlığına inat simsiyah saçlarıyla, yaşının tüm masumiyetiyle camdan dışarı bakıyor. Üzerinde omuzu düşük beyaz bir bluz var. Çantasını dizlerinin üzerine koymuş, elinden çekip alıvereceklermiş gibi sımsıkı tutuyor.
Ben arka sıradayım. Güneş ışığını görenin tüm ter kokularıyla birlikte kendisini dışarı attığı otobüsün arka sıralarından birinde oturuyorum. Boğazdan gelen hırıltılı harflerin “k” gibi keskin kelimeleri mutasyona uğratışını dinliyorum. Tersine yerleştirilmiş koltuklardan birine oturan  küt siyah saçlı çekik gözlü masum kız tam karşımda, görüş alanımda. Biletçinin hemen ilerisinde. Sıcak, ağır ter kokusu, hırıltılı sesler ve kentin en iyi semtlerinden birindeki otobüste; içimdeki huzura bir tek bu kız hitap ediyor o an için. Dalgın düşüncelerle gözüm akamayan trafiğe takılıyor. Benden başka kimse farketmiyor onu. Beni de. Sıradanlıklarda kaybolmuşuz.
Ufak çantasından daha ufak bir çanta çıkarıyor, ve onun içinden parmak kadar süslü bir ayna. Bembeyaz aklı gözlerine bakıyor, etli dudaklarını kontrol ediyor. hızlı hareketlerle, açılmaktan bitmek üzere olan küçük bir göz kalemi çıkarıyor ve otobüsün sarsıntılarına aldırmayarak dikkatlice önce tek gözüne, sonra diğerine sürüyor. Eğlendim bu davranışı karşısında. Hoşuma bile gitti. Üzerine yapışmış 15 yaş ezikliğine isyankar bir davranış olarak yorumladım.
Kalemi yerine koyduktan sonra yine parmak kada bir silindir çıkardı, ucundan anladım ki, göz altı kapatıcısı. Hızlı hareketlerle tek elinde süslü ayna olduğu halde hiç de örtülmeye gerek olmayan göz altlarına savaş boyası gibi sürdü onu, bastırarak ve sahip olduğu taze cildin kıymetini bilmez şekilde, hunharca dağıtarak yedirdi kapatıcıyı. Anlam veremedim, hatta biraz hayal kırıklığına uğradım.. içimde onunla kurduğum şeffaf özdeşlik, belli belirsiz hale geldi. O ise devam etti, sıra hiç ummadığım bir yere, kirpiklerine geldi. bir rimel çıkardı, ve hala nasıl denk getirdiğini bilemediğim bir zamanlamayla kırmızı ışıktayken otobüs, teker teker kirpiklerini boyadı. Zordur. hatasız başarması, işleri ilginç hale getiriyordu.. İnsanlar yavaş yavaş onu farketmeye başlamasına rağmen, o; etrafında hiç kimse yok gibi davranıyordu. Bir odada, bir arabada, bir tuvalette tek başına gibi, kimseyi görmeyerek devam etti. İçimden artık durmasını diliyordum, kimbilir neden. Bir allık fırçası çıktığında o küçük çantadan, hakkındaki hırıltılı fısıltılar ve çakmak bakışlı gözlerle çoktan sarmalanmıştı.
Ve bir ruj çıktı bu defa. Küçük çantası bir karadeliğin diğer tarafı gibi, daha önceden atılımış herşeyi püskürtüyordu. Bir an o çantayı açıp, önce ellerini, sonra kafasını ve sonra tüm bedenini sokarak kaybolacağını sandım. bir an o çantanın tüm otobüsü, tüm yolcularıyla yutacağından korktum. sonra tüm şehri yutabilirdi, ve dünyayı, ardından.
Yüzüne baktım. Değişiyordu. Her hamlede güzelliği gittikçe değişiyordu. çirkinleşmiyordu hayır, fakat, sanki artık birkaç sıra ötede oturan 15 yaşındaki beyaz tenli siyah küt saçlı utangaç kız, Singapur’daki çocuk fahişelerden birine dönüşmüştü. Bu düşünceyle sersemleyip hem bakışlarımı hem fikirlerimi kaçırmaya çalışırken büyük bir gürültüyle durdu otobüs. Diğerleri gibi ayağa kalktı, sadece kafasını görebiliyordum artık. açılan delikten hacetini gören otobüs sessizleşirken, o da dışarı aktı. Ne giydiğini o zaman görebildim. Bileklerine yapışan dar bir pantolon, ayaklarında bir takım elbisenin altından çalınmış hissi veren siyah ince topuklu yüksek ayakkabılar. Yürüyemiyordu bile, taşıyamıyordu o havayı. Profesyonelmiş, büyümüşmüş havasıyla yürümek için verdiği o çaba, yaşının son havasını da söndürdü. İçimde başta yarattığı huzur karmaşık bir ızdıraba dönüştü, derin sıkıntılarla barsaklarını yeniden dolduruşunu izledim otobüsün.. Bir sonraki durakta beni de atacaktı nasılsa, düğmeye bastım…
Keşke, dedim. Keşke o çanta sahiden yutsaydı hepimizi. Başka bir dünyada, başka şeylere uyansaydım. Otobüs gerçek olmasaydı..

6 Mayıs 2010 Perşembe

Irkçılık Üzerine

Bu olay 14 ekim 1998 de kıtalar arası bir uçuş esnasında gerçekleşmiş. "Bir kadın, uçakta zenci bir adamın yanında oturuyordu. Durumdan rahatsızlığını belli edercesine, hostesten başka bir yer bulmasını istedi, zira öylesine antipatik birinin yanında oturamazdı. Hostes, tüm uçağın dolu olduğunu fakat birinci sınıfta yer olup olmadıına bakacağını söyledi. Diğer yolcular şaşkınlık ve tiksintiyle olayı izliyorlardı, bu kadının sadece terbiyesizliğine değil, bir de birinci sınıfta yolculuğu devam edeceğine şahit oluyorlardı. Zavallı adamcağız çok kötü bir durumda olmasına rağmen cevap vermemeyi tercih etti. Bu yüksek tansiyondaki durumda kadın, birinci sınıfta ve o adamdan uzak uçabileceğinden tatmin olmuş, hostesin dönmesini bekliyordu. Birkaç dakika sonra geri gelen hostes, kadına: "Çok özür dilerim geciktim.Birinci sınıfta bir yer buldum… Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı, sonra yer değişikliği için pilottan izin almam gerekiyordu. 'Hiç kimse sorun yaratan bir diğerinin yanında oturmak mecburiyetinde tutulamaz' dedi ve bu izni verdi." Diğer yolcular kulaklarına inanamıyorlardı, bu esnada kadın da bir zafer kazanmış gibi yerinden kalkmaya hazırlandı. Aynı anda hostes, oturmakta olan zenciye dönerek: "Beyefendi, sizi uçağın birinci sınıfındaki yeni yerinize götürmem için beni takip eder misiniz lütfen? Seyahat firmamız adına kaptan pilotumuz sizden böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bırakıldığınız için çok özür diliyor." Tüm yolcular hep birlikte, bu olayı iyi bir biçimde sonuçlandıran uçak personelini alkışlayarak tebrik ettiler. O yıl, kaptan pilot ve hostes uçaktaki davranışlarından dolayı ödüllendirildiler. Aşağıdaki mesaj, tüm ofislere personelin görebileceği bir biçimde iletildi: "İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler. İnsanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler. Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar."