Karşımda
o.
Tanrı kimseye kaldırabileceğinden fazla yük vermezmiş ya.. Onun sırtına bakıyorum, şaşırıp kalıyorum. Öyle büyük ki küfeleri, şimdiye kadar kimsede böyle derin, böyle dünya içinde dünya taşıyan küfeler görmemiştim. Bir de kendiminkine bakmak istiyorum, göremiyorum. Bir tek onu göremiyorum zaten. Herkes, tüm ağırlıklarıyla karşımda. Çıplak görmek bir ruhu, zevk değil, acı verir. Acılar içindeyim..
Sohbet ediyoruz. Zaman daima bizi baltalayan bir Pan oldu etrafımızda. Eline mesafe flütünü alıp çalmaya başlamaya görsün. Hareket etmesek bile, ayaklarımızın altındaki toprak kaymaya, gündüzler gece olmaya başlar ve olduğumuz yerde kıpırdamadan uzattığımız ellerimiz, bir an sonra birbirine değmemeye başlar. Anlarım ki, insanların “haftalar geçti” dedikleri şey gerçekleşmiş. Ama oradayızdır.
Elimde bardak, içinde tadına doyamadığım çay. Çay mı bilemediğim şey, tadına doyamamak. Rüzgarın esintisi, çevrede hafif insan uğultusu.. Çardak tahtasına dolanmış çiçeklerin oynaşı.. Konuşuyorum, karşımdakinin sesiyle, duyuyorum onu, kendi sesimle.. Çoktan tek yürek ve tek zihin, bağlamdan uzaklaşmışız bile.. Kimbilir hangi senfoninin, kaçıncı albümünde, hangi yaprağı çeviriyoruz..
Derken bir kadın geliyor yanımıza. Bir ışıltı. Bembeyaz ve kupkuru, buruşuk tenine bakıyorum. Dişleri dökülmüş bir köylü kadın. Gagavuz Türklerine benzer kendisi. Yüzünde saflığın içtenliği, elini uzatıyor aldırmadan mesafelere ve bireyselleşmiş dünyanın koyduğu korkak sınırlara. Elini uzatıyor, benim sırtıma, ha, hayır, onun sırtına. Pat,pat vuruyor ve simsiyah gözbebekleriyle bembeyaz ışıklar saçarak ninni gibi konuşuyor: “Ne güzel kadınsın sen.. Seni izliyorum bir süredir.. Çok güzel kadınsın sen, çok!”
Ben duruyorum, nefesim duruyor. Oynaşan çiçekler duruyor. Bardağı yerine koyarken zıplattığım damla havada duruyor. Rüzgar duruyor, ve O da duruyor. Kadın, elini O’nun omzunda bırakıp gidiyor sanki. Her şey, her şey o yaşlı, köylü kadını saygıyla bekliyor, selamlıyor akışına devam etmek için. Benden izin almaksızın kanım bile akmaktan vazgeçerek duruyor, selam ediyor kadına.
Kadın uzaklaşmış, fark etmiyoruz. Belki de bir anda yok oldu?.. Emin olamıyoruz. Hatta, bunları konuşamıyoruz. Akış; kadının gitmesiyle yeniden başlasa bile, bu defa biz devam edemiyoruz, bir süre.
“Ah!” diyor, “Keşke fotoğrafımızı çekseydin.”
Elime bakıyorum. Farkediyorum makinemi. Ama bir şüpheyle sarsılıyorum, acaba böyle bir şey, görüntülenebilir miydi?
“Acaba gerçek miydi..?”
Bu soru pek çokları tarafından ciddiye alınmayacak, ama O büyük bir ciddiyetle düşünüyor sorumun cevabını. Çünkü o da emin olamıyor.
Etrafa bakıyoruz, her şey normal. Herşey, belki birkaç saniyede gerçekleşen olaydan önceki gibi. Bir tek biz, eskisi gibi değiliz. Birkaç saniye öncekinden çok farklı, hayatında bir mucize yaşamış insanlar gibi, bambaşkayız. Kaç kişi hayatında bir mucizenin öznesi olabilir ki?
Veya, kaç kişinin hayatında, koruyucu meleğinin eli onun omzuna değer ki..? Kaç kişi, bir meleğin kendisini göstermeyi seçeceği kadar üzüntülü, bu mucizeye nail derecede kıymetli olabilir ki..
Ve şu anda, siz de biliyorsunuz.