29 Haziran 2007 Cuma

V




“Ortamın gerginliği, hiç konuşulmayan, bana büyük bir zevk veriyordu. İngilizlerin havadan sudan konuşma anlamında kullandıkları “small talk” safhası da pek çabuk geçtikten sonra, gözlerinin içine derin derin baktım. Ne söylediğim sözler, ne bir şey. O konuşurken gözlerinin içine kadar girmiş olmamdı benim intikamım. O siyah, ufak gözler küçüldükçe küçülüyordu. Kaçacak yer arama sıkıntısında, velakin kıpırdayamayacak kadar hapsedilmişti karşısındaki iri ela gözler tarafından. Engin, derin bir hapishane bu. Okuyor bu küçük gözlerin beyne ilettiği küçük düşüncelerden örülü hayatın en incelikli çıkar hesaplarını. Dolabında kirli çamaşırları olanlar için fazla şeffaf bir ayna olur gözler. Yüreği gözlerindeydi şimdi. Ve çırpınışını görüyordum. Sıkışmasını, düzensizleşen atışını. Aşağılık hesapların bedelini ödemek için oradaydı. “onur” maskesinin altına sığınacaktı; kaçmamış gelmişti, hala “bir kez daha görme” isteğinin kendisini getirdiği basitlik noktasının açıklaması gerektiğinde.”

14 Haziran 2007 Perşembe

Cui Bono? [ArşivOxy]

“Dürüst bir insan arıyorum” -----Sinop’lu Dyojen


İnsanlar ne garip.

Zihnim inanılmaz yorgun ama çalıştığım yerde herkese –ilginç bir şekilde- içimden gelerek gülümsemeyi başarabiliyorum. Gerçekten Ben olduğumu hissediyorum gözlerim gülerken. İçimden bir ses “işte!” diye bağırıyor. “saklayacak kadar korktuğum hiçbir şey taşımıyorum içimde, açık ve netim, tüm saflığımla ne varsa, karşındayım!”


Ama karşıdakinin içinde saklayacak çok şeyi oluyor bazen. Ben zihnim yorgun diye mızlanırken bile, onun kendi ufak hesaplarının kendi ruhunu yorduğu kadar yorulmuyor ruhum. O benden çok daha dik ve kararlı görünüyor, ama bendeki içtenlik onun varoluşunu rahatsız ediyor. Önyargıları kişilik kazanmış nerdeyse, öz kişiliğini her geçen an ele geçiriyor. Farkında değil belki, bir süre sonra yaradılıştan getirdiği bir öz-cevher değeri kalmayacak naçiz varlığının. Rengi solmak üzere.


Kendine güvenini toplumun onay verdiği şeyler üzerinden kurmaya kalkan zavallılar çocuk sahibi olmamalılar. Bunların; İnsanı özgürleştirmekten alıkoyan deneyimlerle zehirlemeye hiçbir hakları yok yenidoğanları, değerleri. Bu kirlenmişlik toplumu zehirleyen gaz partikülleri halinde yayılacak, yayılacak ve sonra üzerine güzel şeyler inşa edilecek saf şeyler kalmayacak.


Bendeki bu umut da nereye kadar yahu. Güzel bir şeyler inşa edileceğine dair bu umudu nerden kapmışım, bir türlü kurtulamadığım? “güzel” bir şeye sahip olmanın bununla alakası olabilir mi?


Fakat burada da şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz; “güzel” bir şeye sahip olmadığı halde inanılmaz saflıkta değerlere sahip olan harika insanlar var. Bu da, güzel bir şeye sahip olduğu için içinde saflık barındıran insanları olgunluk-değer hiyerarşisinde ilk basamaktan ikinciye itiyor. Güzel insanların daha çook olgunlaşması gerekecek.




Erdem.


Kafamı kurcalıyor.


Kavramlara bağlanmanın insanı özgürleştirmekten alıkoyduğuna olan inancım silinmeye başladı. İnanmayı seviyorum. İnandığım “şey”in “doğruluğu”nu sorgularken “hislerime” başvurmaktan hoşlanıyorum. Fazlasıyla öznel ve bilim dışı olsa da, “gerçeğin” nerde olduğunu kim bulmuş. Hahh. Belki ben bulurum.


İçimde.

Waking Life [ArşivOxy]


İlk filmimiz, işyerinde izlediğim ve alt yazı eklemeyi başardığım ilk film olma özelliğini de taşıyor J


Rüyalar.. Ne kadar uyanığız? Ya da hala uyuyor muyuz? Rüyada uyandığını gören bir adam, yaşamı boyunca bir şekilde sormadığı fakat içten içe merak ettiğini fark ettiği soruların cevaplarını anlatan bir çok insanla karşılaşıyor. Tekrar tekrar uyanıyor, başka rüyaların içinde. Acaba gerçekte mi uyuyor ve yeni uyanıyor?



Farklı çekim teknikleriyle dikkati çeken bu yarı animasyon film, sizi kendiniz, kimliğiniz, hayatın anlamı, gerçeklik ve yaşam üzerine sıkı bir düşünce yumağına sokmakta. Anlamları arayan insanların pek çok hoşuna gideceği gibi, kafalar daha da karışıyor. Net şekilde söyleyebilirim, bu bir “cevapların” filmi değil, soruların filmi. Esas olan da bize soru sorduracak çağrışımları yakalamak değil mi?



Yapacağın en kötü şey, hayatın bekleme odasında uyuyorken,


gerçekten yaşadığını sanmaktır.


Kurnazlık,


Senin uyanıkkenki akıl yeteneklerinde,


Düşlerindeki sonsuz olanakları birleştirmektir.


Eger bunu yapabilirsen her şeyi yapabilirsin!”



***

Bu film üzerine konuşulacak çok şey var.



13 Haziran 2007 Çarşamba

Dorothy ve Yapı(söküm)cü Çete [ArşivOxy]

Dünya Joker'in dev gülümsemesinden ibaret. Yaşam dudak ve burun kıvrımlarından inip çıkmak. Mücadele kırık dişlerin arasından atlamaya çalışmak. Neden? Adam gülümsüyor oysa?



Doroty, gerçek saman adam, teneke adam ve aslanla tanıştı. Çevresinde dolaştığı fakat filtreler nedeniyle ilerisini göremediği saydam bir kapıya yaklaşıp zili çaldı. Kapıyı teneke adam açtı.



Teneke adamın içi peynirle doluydu. Paslanmıyordu.


Saman adam bütün samanları derliyordu. Saman adamın içi peynirle doluydu.


Aslan, Doroty'nin sırtını sıvazladı. Aslan'ın içi peynirle doluydu.



Bir doğum gerçekleşti. Dünyaya başından beri içinden çıkmadığı bir zarla gelmiş, ve onun içinde büyümüş olduğunu “gördü”. Zar yırtıldı. Nefes almaya çalıştı. İlk adımı atmak için hamle yaparken, daha önce hiç adım atmadığını “fark etti” Doroty. Nasıl kullanacağını bildiğini zannettiği gözleri beyne anlamları iletemiyordu. Beyin anlamdan bağımsız kurgulara girişmişti. Doroty ellerine bakıyordu. Doğum gerçekleşti.



Önce çarlinin meleklerini andıran özel tim, kapıyı elinde içinde çikolatadan bir cop bulunan pizza kutusuyla kapıyı çaldı, ardından Avanak Avni sıkıştığı dergiden fırlayıp"biziz abi, ne vardı" diye kapıyı açtı. Yapısökümcü Aslan ve Teneke adam Doroty'yi konuşturmak istediler. Dorothy "Enola Gay"a dönüşmüştü.



İçinde bulundukları odanın ve içindekilerin aslında projektörden yansıtılan bir görüntü olduğunu duyumsadı..Fakat beyaz bir perdeye değil, dans eden zenci bir kadının vücuduna yansıtılıyordu görüntü. Otantik kokularla yağlanan vücudu parıltılar içinde Fransız bir kadın bu. Ayağındaki halhal göz alıyor.



Doroty Joker’in kahkahasını duydu. Hoşbulmuştu.



Olasılıkların ve maddenin özündeki fikirlerin kendisi için hazırladığı birleşime minnet duygusu hissediyordu. Kendisine minnet hissediyordu.. Yaratıma gücünün farkında olmayan Tanrı, Tanrı sayılır mı? Yaratım gücünü alkışladı.



Drakula -sadece fikir ile- maddeye sahip olmazken dahi bedene kavuşmak için olasılıkları lehine kullanmayı başarabiliyor, Köstebeğin kanının damlama gerçekliğini yaratabiliyorsa, her gün yüzlerce fikir üretebilen insan-tanrı’nın yaratabileceklerinin sınırı için dünya yetmez, diye düşünüyordu Doroty. Aslan kahkaha atıyordu.



Suç olmazsa düzenleyici olmaz…?? Ya Batman olmazsa, ortada koruyacak bir şey kalmazsa suç kalır mı? “Düzen” aslında “korunduğu” için mi yıkmaya çalışanlar var? Suç kelimesi sözlükten çıkarılırsa…



Doroty’nin daha önce işitme görevini yerine getirmeyen kulaklarına, çok içten bir adamın duygu dolu sesi geliyor. Yumuşak bir yağmur, ya da ağlamaktan ıslanmış. Sadece ıslak bir çağrışım. Duyguları gerçek. Bu Özcan Deniz. Doroty adamın yanında, o ağlarken başını dizlerine koyuyor. Doroty ilk defa “duyuyor” olduğu fark etti.



Peynir.



Doroty’nin içi peynirleşmeye başlamıştı.



Ve o anda, Doroty topuklarını birbirine vurdu. Sonra tekrar, ve bir kez daha. Gözlerini kapattı.



Tekrar açtığında eski dünyasında olmadığını anladı. Şaşkınlık?


Ve o anda Doroty ayakkabılarını fark etti.


Ayakkabıları artık Kırmızı değildi.



Doroty, hoş bulduJ



Dorothy ve Yapı(söküm)cü Çete [ArşivOxy]

Dünya Joker'in dev gülümsemesinden ibaret. Yaşam dudak ve burun kıvrımlarından inip çıkmak. Mücadele kırık dişlerin arasından atlamaya çalışmak. Neden? Adam gülümsüyor oysa?

Doroty, gerçek saman adam, teneke adam ve aslanla tanıştı. Çevresinde dolaştığı fakat filtreler nedeniyle ilerisini göremediği saydam bir kapıya yaklaşıp zili çaldı. Kapıyı teneke adam açtı.

Teneke adamın içi peynirle doluydu. Paslanmıyordu.

Saman adam bütün samanları derliyordu. Saman adamın içi peynirle doluydu.

Aslan, Doroty'nin sırtını sıvazladı. Aslan'ın içi peynirle doluydu.


Bir doğum gerçekleşti. Dünyaya başından beri içinden çıkmadığı bir zarla gelmiş, ve onun içinde büyümüş olduğunu “gördü”. Zar yırtıldı. Nefes almaya çalıştı. İlk adımı atmak için hamle yaparken, daha önce hiç adım atmadığını “fark etti” Doroty. Nasıl kullanacağını bildiğini zannettiği gözleri beyne anlamları iletemiyordu. Beyin anlamdan bağımsız kurgulara girişmişti. Doroty ellerine bakıyordu. Doğum gerçekleşti.

Önce çarlinin meleklerini andıran özel tim, kapıyı elinde içinde çikolatadan bir cop bulunan pizza kutusuyla kapıyı çaldı, ardından Avanak Avni sıkıştığı dergiden fırlayıp"biziz abi, ne vardı" diye kapıyı açtı. Yapısökümcü Aslan ve Teneke adam Doroty'yi konuşturmak istediler. Dorothy "Enola Gay"a dönüşmüştü.

İçinde bulundukları odanın ve içindekilerin aslında projektörden yansıtılan bir görüntü olduğunu duyumsadı..Fakat beyaz bir perdeye değil, dans eden zenci bir kadının vücuduna yansıtılıyordu görüntü. Otantik kokularla yağlanan vücudu parıltılar içinde Fransız bir kadın bu. Ayağındaki halhal göz alıyor.

Doroty Joker’in kahkahasını duydu. Hoşbulmuştu.


Olasılıkların ve maddenin özündeki fikirlerin kendisi için hazırladığı birleşime minnet duygusu hissediyordu. Kendisine minnet hissediyordu.. Yaratıma gücünün farkında olmayan Tanrı, Tanrı sayılır mı? Yaratım gücünü alkışladı.

Drakula -sadece fikir ile- maddeye sahip olmazken dahi bedene kavuşmak için olasılıkları lehine kullanmayı başarabiliyor, Köstebeğin kanının damlama gerçekliğini yaratabiliyorsa, her gün yüzlerce fikir üretebilen insan-tanrı’nın yaratabileceklerinin sınırı için dünya yetmez, diye düşünüyordu Doroty. Aslan kahkaha atıyordu.


Suç olmazsa düzenleyici olmaz…?? Ya Batman olmazsa, ortada koruyacak bir şey kalmazsa suç kalır mı? “Düzen” aslında “korunduğu” için mi yıkmaya çalışanlar var? Suç kelimesi sözlükten çıkarılırsa…


Doroty’nin daha önce işitme görevini yerine getirmeyen kulaklarına, çok içten bir adamın duygu dolu sesi geliyor. Yumuşak bir yağmur, ya da ağlamaktan ıslanmış. Sadece ıslak bir çağrışım. Duyguları gerçek. Bu Özcan Deniz. Doroty adamın yanında, o ağlarken başını dizlerine koyuyor. Doroty ilk defa “duyuyor” olduğu fark etti.


Peynir.

Doroty’nin içi peynirleşmeye başlamıştı.

Ve o anda, Doroty topuklarını birbirine vurdu. Sonra tekrar, ve bir kez daha. Gözlerini kapattı.

Tekrar açtığında eski dünyasında olmadığını anladı. Şaşkınlık?

Ve o anda Doroty ayakkabılarını fark etti.

Ayakkabıları artık Kırmızı değildi.

Doroty, hoş bulduJ


Ahmak ve Bilge [ArşivOxy]

Ahmak ve Bilge

Bir rüya gördüm.

Bir ahmak ve bir bilge vardı. Ahmak, Bilge’den kendisine tokat atmasını istedi. Fakat bilge elini kaldırır kaldırmaz Ahmak ona yumruklarını savurmaya başladı.

“Ahmak çok açtı. Karnı gurulduyordu. Çevredeki diğer ahmaklar arasında, onlar gibi yaşamaktan sıkılmıştı. Her gün bir ağacın altına gidip ağızlarını açıyorlar ve dökülen meyveleri ağacın döktüğü şekliyle yiyorlardı. Üstelik ağızlarının boyutuna göre, içine ne kadar düşerse öylece kabul ediyorlardı, ne fazlasını ne eksiğini istemiyorlardı.

Ahmak, çok açtı. Midesi mi daha büyüktü acaba? Ne tadı, ne miktarı tatmin etmiyordu meyvelerin?

Bazen diğerlerinin arasında ağzına biraz daha çok meyve almak için sağa sola hareket etmeye çalışan başka ahmaklar oluyordu. Ahmak bunu gördüğünde heyecanlanmıştı. Belki birlikte daha çok yemeyi başarırlar diye. Ama bu hevesi çabuk sönmüştü. Her şeyden önce 1- sallanan ahmaklar kısa sürede vazgeçip ağızlarına düşen meyveye odaklanmışlar ve daha fazlasını düşünmeyi unutmuşlardı, 2- herkes aynı büyük ağacın altındaydı, kimse başka meyveleri düşünmüyordu.

Ahmak o gün aç kalmayı göze alarak etrafta yürüyüşe çıkmak istedi.

Büyük ağacın yanından etrafa bakıldığında görünen tek şey, verimsiz, kurak bozkırlardı. Adım attıkça daha çok sertleşeceği hissini uyandıran kahverengi toprak ve sıcağın bulandırdığı görüntü. Belki ahmakları durduran tek şey budur, diye düşündü.

Ahmak karnını tutarak, derin bir nefes aldı ve, büyük ağacın yanından boş görünen topraklara doğru yürümeye başladı. Henüz birkaç adım atmıştı ki, üstünde büyük bir ağırlık ve ufukta siluetler belirmeye başladı. İnce cılız ağaçların karaltıları gibiydi. Verimsiz kokmaya devam eden.

Ağırlık artıyor.

Ahmak bu yürüyüşe tek başına çıkmak istememişti. Fakat diğerlerine açılırken bile sorun yaşamıştı. Birkaç defa, en azından şu sallanan ahmakların yanına gidip onlara yolculuk teklifinde bulunduysa da kimse gelmemişti. Ahmaklar genel olarak hareketsizlikten memnundular. Belli zaman aralıklarında belli meyvelerle belli noktalarda zaten doyuruluyorlardı. Bazen çoğu ağzını açmakta bile zorlanıyor, sallanmak onlara külfet geliyordu. Adım nasıl atarlardı?! Ağaç nasılsa ihtiyaçları olan meyveleri onlara veriyordu… ötesi?

Adımları ağır da olsa belli bir ritim kazanmaya başlamıştı.

Etrafta, zamanında çok ihtişamlı olduğu belli olan fakat bugün yaşamayan ağaç kalıntıları, dal parçaları ile karşılaşıyordu. Meyvelerinin tadı nasıldı kim bilir, diye düşündü. Neden bu ağaçlar yaşamamışlardı? Sistem neden belli bir zaman aralığında sadece tek bir ağacın güçlenmesine izin veriyordu? Herkes neden aynı ağacın meyvesini yemek zorundaydı?

Biraz daha yürümekten vazgeçip dönmekle, yerdeki dalları eşeleyip kalan kurumuş meyvelerin tadına bakmak arasında gidip gelirken birden ilginç bir şey gördü.

Yalnız değildi!

Oradaki kendisi gibi bir ahmak değildi kesinlikle. Bir Bilge’ydi o.

Gücünü toparlayıp Bilge’nin yanına yaklaşırken çevrede başka ahmaklar olduğu görmeye başladı. Bu ilginçti, “neden daha önce göremediğini” merak etti. Bilgenin yanına gelip aynı kütüğe oturdu.

Bilge bir parça peynir uzattı.

Çevredeki kurumuş olduğunu sandığı ağaçlar, büyük ve ihtişamlı olmasa da meyve veriyorlardı. Altlarındaki ahmak sayısı çok azdı. Ve daha da ilginci, ahmaklar sadece ağızlarını açıp beklemiyorlardı! Ağacı seviyorlar, meyveleri topluyorlar, sonra başka bir ağacın altına gidip başka meyveler toplayıp bunları eliyorlardı. Kalan meyveler arasında bazılarını saf haliyle yiyor, bazılarını da aynı kapta ezip özlerin karışmasını sağladıktan sonra içiyorlardı. Bu ne şaşırtıcı bir durumdu? Kendi ahmak topluluğu –ki bahçeden oluşan dünyalarının tek besinini veren ağacın alında toplanan kalabalık- daldan koptuğu haliyle yetinemeyen bu yeni grup ahmağı görse, önce cılız ağaçları keser sonra da bu “farklı” ahmakları öldürürdü kesin! Ağacın meyvesinin bilgisini sorgulamak kimin haddine? Hele bir çeşit işlemden geçirmek..

Ahmak bunları görmesini sağlayan şeyin Bilge’nin etkisi olduğunu düşündü.

Ahmak gidip o meyveleri toplamak, o özleri karıştırmak, yeni tatlarla midesini beslemek için yanıp tutuşuyordu! Hayatı boyunca özlediği bir tat olduğunu biliyordu!

Fakat hiç gücü kalmamıştı. Kıpırdayacak güç ancak Bilge’nin tokadıyla gelebilirdi. Bu da sadece ayağa kalkıp seçtiği ağaçlardan birine yaklaşıp yeni meyvenin bilgisiyle tanışmak için. Heyecanlıydı, işte bu diyordu.

Ahmak Bilge’den kendisine tokat atmasını istedi. Bilge elini kaldırdığında ise birden Bilge’ye yumruklar savurmaya başladı!


Bir ahmağı ahmak yapan şeylerden en temel olanı, keşfi ve bilgisi ne olursa olsun daha fazlasına yaklaştığı halde bir anda kendisini durduracak bahaneler bulması ve tembelliğini meşrulaştırıcı rasyonel sistemler geliştirmesidir. Kendi yarattığı sisteme hayran kalarak kendisini durdurduğu yerde saplanır. Adım atacak gücü kalmadığı halde onu halkanın dışına çıkarabilecek olanaklara da –kendi sistemine dışardan gelen bir yanlışlama/tehdit olduğu için- büyük tepki duyar. Yumruklarını sıkar.

Ahmak, yaşamını sadece sürdürmek değil büyümek de için kendisinin yeni tat ihtiyacı olduğunu fark etmiş, bunun için yürümeye cesaret edip diğerlerinden ayrılmış, yalnızlığı göze almış, açlık çekmiş, başka ağaçlar(meyveli) olduğunu görene kadar ilerlemiş olduğu halde, tam meyveye ulaşacakken kendi kendisini durduruyordu.

Bu ahmaklıktan başka bir şey değil.

Ahmak, ahmak olmaktan kurtulup tüm meyvelerin bilgisine sahip olan bir Bilge olmak için, harekete geçmek zorundadır.”

Bu esnada alarm öttü ve ben alarmı kapatmak için tanıdık baş ağrılarım eşliğinde telefona doğru uzandım…

Morissey-Taksi Şöförü [ArşivOxy]

İmkansızlık/taksi şöförü

1- “Morrisey Türkiye'ye geliyor” söylentileri arasında hoş bir sohbet esnasında, hayatımın en mükemmel imkansızlık tanımıyla karşılaştım. Morrisey'den bahseden arkadaşım heyecanla anlattı: "Dipnot kitapevindeyim. Dergileri karıştırıyorum. Morissey’le ilgili yazı gözüme takıldı. Adam eski grubu -----‘a dönmektense kendi taşaklarını yemeyi tercih edeceğini açıklamış. Tam bunun ne kadar imkansız olduğunu düşünürken, haberi yazanın notuyla karşılaştım. Oxy,bunun gerkeçten “imkansız” olduğunu başka nasıl anlatabilir; adam vejeteryanmış!!”

:))))))

2- Taksiyle eve dönüyorum. Sıkılmışım, kafam dolu, bir an önce eve varmak istiyorum. Şoföre eğilip rica ettim, “çok acelem var da, biraz hızlı gitmemiz mümkün mü??

Yola sabitlenmiş gözleriyle mekanik bir izlenim veren asık yüzlü şoför hoşsohbet biri oluverdi birden. Bana Çorumlu ağzıyla “Kendin evme, işin evsin” diyor. Anlamaya çalışan bakışlarımı yakalayıp açıklıyor, “sen acele etme, işin acele etsin”.

O noktada kendimi zamanı doğrusal bir çizgi olarak açıklayan kuramın “üstünde” düşünürken buldum. Ciddi ciddi, tam üstünde. Kutsanmış olduğu için altın sarısı ve beyaz ışıklar saçan bir çizgi üstünde hızlı ve hoşnutsuz bir ifadeyle yürüyen bir çocuk var. Dizlerine kadar gelen tek parça mavi-beyaz çiçekli bir elbise giymiş ve acele ediyor olduğu için her adımda homurdanıyor. Sonra taksi şoförünün cümlesiyle, iki boyutlu ışık saçan çizgi önce genişliyor yer oluyor, sonra çevredeki her şey oluveriyor. Bir rüzgar. Zaman, yürüdüğü çizginin ters yönünde, ona doğru “gelmeye” başlıyor. Çocuk artık yürümüyor, gülüyor. Ve ben kahkahayı basıyorum!. Neden acele ediyorum? İşim de acele edebilir J


İstanbulAlgısı-Çekirdek-Hafıza [ArşivOxy]

Pazar günüm özlemle beklenen bir tatil havasında geçiyor. Hafta boyunca çok çalışmış(!) ve çalışma yoğunluğum ne olursa olsun “yorulmuş” olduğum şartlaması beni ele geçirmiş. Cumartesi gecesinden uykusuz kalmanın verdiği bir tadı da bu haftasonu fikrinin üstüne serpiştirince, sabah mahmurluğu zevk vermeye başlıyor. Hayattan daha çok tat aldığıma inanmak istiyorum..

Önce cumartesi.

Hatırlamıyorum..

Çok unutkan olmaya başladım. Çok uykuya kaçmam gibi.

Çok uyumaya başladım. Çok unutmak istemem gibi.

Yurtdışında yaşayan teyzem ve yeğenlerim geldi. Üç tane dünya tatlısı canavar. En küçüğü sünnet oldu ve 6 yaşın taşıyabileceği maksimum olgunlukla annesinden yeni bir talimat gelene kadar sırt üstü salonda yattı. Kendi kendine oyunlar icat ederek. Bizim için küçük, doğumunda rahatsızlık geçirdiği için hep yüzüstü uyuyan bir çocuk için çok büyük bir azim.


Yeni nesil kendisine zarar vermeme konusunda benden çok daha istekli/bilinçli.


Sanırım Cumartesi onlara gittim.. Yoksa niye anlatayım..?


img206/8272/koyukahvefalks8.jpgGece uykusuz.


Sabaha kadar beni bu dünyada anlamayı başarabilmiş olma meziyetini fazlasıyla takdir ettiğim Elo ile televizyon satıcılığının en son noktasına ulaştığının kanıtı olan şişme portatif yatak üstünde cips-kahve-sigara+çikolata yaptık. Aperatif olarak sohbet vardı.


Bir de blumik davranışlar.


Bkn. Stupid girls.


Parça parça görüntüler de var.

İzmir caddesi. Gün ortası. Teyzem hararetle tuvalet arıyor. Bir cafe var, kademe kademe aşağı iner şekilde yapmışlar. İçi kahvehane, dışı kafe. Olanca sevimliliğimizle lavaboyu kullanıp kullanamayacağımızı soruyoruz. Humprey Bogart edasıyla kaşlarının üstünden bize bakan mekan sahibi, yumuşak bir gülümsemeyle yolu gösteriyor. Nezaket görmenin verdiği tatminle yolu bulup işimizi hallediyoruz. Dışarı çıkarken, ben yine zaman ve mekandan kopup dondurma istiyorum. Çıktığımız kafenin bir de külah dondurma makinesi var. Ama ben Maraş usulü istiyorum. Çok seçiciyimdir. Tam kapıdan çıkarken makineye şöyle bir göz atıp sesimin ne kadar kuvvetli çıktığını fark etmeden zihnimde konusuyorum: “-Buradan almayalım çok bayat görünüyor ıyk!”


Başımı çeviriyorum ve Humprey’le göz göze geliyoruz. Tüm iğrenç duyguları o an bana yönelmiş, okuyorum.

Pazar anılarım daha az utanç verici.

Kemal amca ziyarete geldi. Babam yarısı, yakın arkadaşı muhteşem insan.

Beni hayata güldürüyor, sonrasında söylediği her şeyi ne kadar totaliter de olsa alıp içselleştiresim geliyor.


1970-90 arası ünlü Fransız , İngiliz ve amerikan aşk şarkılarını dinliyoruz. Annem hergün dinlemesine karşın bir türlü bıkmıyor. Ben çoktan tükettim.


“Bu şarkılar bana muz gibi geliyor anne. İlk yediğim muz nefistir, ikincisi yine süperdir. Üçüncüde sıradanlaşır,doyarım. Dördüncüde midem yorulur. Beşinci muzu yiyemem anne.”


Kemal amca müdahale etti. “Bizim kuşak için bu şarkılar çekirdek çitlemektir, Oxy.”


Ben iptal.


**


Ortada yeniyetme bir mezun olunca, sohbet malzemesi olmaması işten değil.


Hayatımdan, hayata bakışımdan, yaptıklarımdan ve tatilden bahsettik. Ada’dan bahsettim. İstanbulluların “ya İstiklal(cadd.) ya ölüm!” mantığını nasıl çözdüğümü anlattım.


Bir Ankaralının İstanbul algısının, kar dışarıda buz gibi lapa lapa yağarken perdeyi sıyırıp sıcak battaniyenin altında sütlü nescafeyle camdan onu izlemek olduğunu söyledim. İstanbul inanılmaz özgün tadı olan fakat tehlikeli bir yer.


Tehlike sınırları Ankara’da çok yumuşaktır ve süprize mahal vermeyecek sinyallere sahiptir. Güvenli muhitten tehlikeliye giden istikamet birkaç kilometre alır ve değişen sosyo-ekonomik yapı/ insan profili belli bir homojeniteyle sakince değişir. (ÇankayaàKızılayà Sıhhiyeà Ulusà Altındağ…vs) her adımda neyle karşılaşacağınızı bilirsiniz.


Oysa istanbulda bir ayağınız güvenli sarıdayken, diğeri siyaha basıyor olabilir. Sadece tek sokak mesafesiyle dünyanız değişebilir.


İstanbul kardır. İstanbullu karda yürümeyi, oynamayı, karın zevkini çıkarmaya aşıktır. Dünya kendisine bu muhteşem zevki bahşettiği için müteşekkirdir.


İstanbul Ankaralı için sadece “kaçılası” bir yerdir. Yaşanası değil.

Anakara’lı soğukta donmayı, kulağına su kaçmasını göze almaz. Çok isterse eldiveni ıslanana kadar bir iki kar topu yuvarlar. Sonra hemen güvenli evine döner, tatmin olmuş şekilde, sıcak battaniyesi altında , beyazın güzelliğini takdir ederek ayağını kalorifere dayar. Yüzünde güvende olmanın verdiği huzur , camda parmaklıklar.

Medya ve Demokrasi

Toplum medya aracılığıyla tabi tutulduğu mesaj akışı karşısında tümüyle edilgen ve güçsüz konumda tasavvur edilir. İzleyicilerin medya karşısındaki mutlak güçsüzlüğü ve edilgenliği “epidermik iğne” kavramıyla ifade edilmektedir(Lasswell). Medya mesajları adeta izleyicilerin derilerinin altına şırınga edilir, bu biçimde BİLGİ doğrudan ve olduğu gibi özümsenir.


img204/3424/chemotherapyinjectionxh9.jpg


Bu teori ortaya atıldığı zaman(1920’li ve 30’lu yıllar) dünya siyasetine damgasını vuran gelişme Avrupa’da faşizmin yükselmesiydi. Irkçı ve aşırı milliyetçi ideolojilerin iktidarda olduğu rejimler başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinde büyük halk desteği bularak iktidara gelmişti. Almanya’da Nazi partisi radyo ve film aracılığıyla sistematik propaganda yapabilmekte ve böylece faşist ideolojiyi geniş kitlelere yayma ve benimsetme olanağı bulmaktaydı. Bilgiyi enjekte etti.


Lasswell’in “epidermik iğne” metaforuna benzer bir şekilde Douglas Rushikov, Media Virus adlı kitabında medyanın kendisinin bir “virüs” olduğunu söyler. “Virüs” kelimesinin “metafor” olarak kullanılmadığını, çünkü medyanın virüsler gibi davranmadığını, medyanın doğrudan bir virüs olduğunu söyler. Tıp dünyasının aşina olduğu gibi, virüsler bakteri veya mikrop gibi yaşayan bir şey olmadığını anlatır. Virüsler, genetik materyal taşıyan basit protein canlılarıdırlar. Sağlıklı bir hücreye saldırarak kendi genetik kodunu bu yeni sağlıklı hücreye enjekte eder. Virüs kodu hücrenin kendi genetiğiyle kontrol için bir savaşım içine girer ve eğer kazanırsa, sağlıklı hücrenin tüm fonksiyonlarının yeniden üretildiği bir süreci başlatır. Yani onu dönüştürür. Hastalıklı virüs bir hücreyi ele geçirdikten sonra hücre üretiminin yapıldığı fabrikayı dönüştürerek artık virüslü hücreler üreten bir yapı haline getirecektir. Bir defa virüs bulaşan hücrenin zayıf ya da şaşırmış olması önemli değildir. Hatta, zayıf bağışıklık sistemine sahip bir hücre için durum daha içler acısıdır. Çünkü bir etkiye maruz kaldığının dahi farkında olmayacaktır. Bu nedenle kendini savunmak da aklına gelmez.


img204/44/injectiongallerypm1.jpg


Ruhskhoff’a göre medyanın insanlara yaptığı da tam olarak budur. Medya virüsleri bilgi alanında (datasphere) yayılmış durumda kendisine dönüştürebileceği sağlıklı hücreler aramaktadır. Medyanın bu “protein canlıları” bir olay, keşif, düşünceler sistemi, bir şarkının nakarat kısmı, görsel bir imaj, bilimsel kuram, seks skandalı, giyinme tarzı, hatta bir pop kahramanı bile olabilir –dikkatimizi çektiği sürece. Bir defa bize iliştiğinde virüs, sahip olduğumuz bilgi kümesine özenle gizlenmiş maddeler enjekte etmektedir. Bu alan bizim ideolojik kod alanımızdır, genlerimiz değil. Kavramsal olarak anlamlandırdığımız alan. Medya virüsleri çıkarlarımızı harekete geçirebildiği sürece hızla yayılırlar ve popüler kültürdeki yerinin güçlü olup olmamasına bağlı bir hızda yeniden üretim sürecine başlarlar .


Demokrasi bir idealse, görev şu:


Sürekli bilgi bombardımanına tutulduğumuz bu çağda, bu bağlamda, bireylerin demokrasiye karşı sorumlu olduğunu düşünüyorum. Artık kişilerin yanlış bilgi almama sorumluluğu vardır. Gerçek demokrasi, kanımca ne Rushikoff’un deyimiyle “medya virüsü” tarafından hastalanan, ne de medyanın “hipodermik iğnesi”ne maruz kalan bireyler sayesinde gerçekleşebilir. Düşünmeyi kendisine amaç edinen, ve kendisini ortada dolaşan sanal bilginin akışına kaptırmayan bireyler tarafından gerçekleştirilecektir, yaşanacaktır ve korunacaktır

12 Haziran 2007 Salı

Aforizmalar [ArşivOxy]

Aforizmalar.*

86.
İlk günahtan beri İyi ve Kötü’yü ayırt etme yeteneğimiz aşağı yukarı birbirine eşittir, ama yine de bu konuda hemcinslerimizden üstünlüğümüzü burada ararız. Ama işte gerçekte bu İyi ve Kötü bilgisinin çok ötesinde gerçek farklılıklar başlar. Bunun aksi bir görünüm olması şuna dayanıyor: Kimse sadece bilmekle hoşnut olamaz, aynı zamanda bilgisine uygun davranmak ister. Ancak bunu yapabilecek güçte donatılmamıştır, dolayısıyla kendisini yok etmeye yazgılıdır, gerekli gücü ele geçirememe riski bile onu engelleyemez, ama son denemeyi yapmaktan başka bir şey de kalmamıştır ona. (Bilgi Ağacı’nın yemişlerini yeme yasağının çiğnenmesine karşı ölümle tehditte yatan saklı anlam budur; belki eceliyle ölümün, başlangıçtaki anlamı da budu.) Şimdi bu yapmaya korktuğu bir hamledir; İyi ya da Kötü hamlesinden vazgeçmeyi bile yeğler(“İlk günah terimi kaynağını bu korkudan alır); ama bir kere olmuş olan iptal edilemez, sadece belirsizleştirilebilir. İşte bu amaçla bir takım mazeretler uydurulur. Tüm dünya böylesi mazeretlerle doludur, hatta gözle görülür bütün dünya bir anlık huzur arayan insanların kendini haklı çıkarmasından başka bir şey değildir belki de. Bilgi’nin önceden verildiği gerçeğini bozma, bilgiyi ulaşılacak bir amaca dönüştürme çabası.



· İyi ve Kötü’yü ayırt etme yeteneğimiz aşağı yukarı birbirine eşittir
· Gerçekte bu İyi ve Kötü bilgisinin çok ötesinde gerçek farklılıklar başlar
· Kimse sadece bilmekle hoşnut olamaz, aynı zamanda bilgisine uygun davranmak ister. Ancak bunu yapabilecek güçte donatılmamıştır
· Bilgi’nin önceden verildiği gerçeğini bozma, bilgiyi ulaşılacak bir amaca dönüştürme çabası


Kafka beni etkilemektedir. Ama an itibariyle son cümle beni sarsmıştır.

*Kafka, F. Aforizmalar,(çev. Osman Çakmakçı) Bordo Siyah Klasik Yayınlar(İstanbul:2006)

Hayalet Sürücü [ArşivOxy]

Ghostrider- Hayalet Sürücü Hakkında


Bu devirde, bu kadar imkan ve akıllı adam ortalarda dolaşırken, böylesine kötü bir kurguyla film çekmeyi nasıl başarmışlar, anlayamıyorum. Evet, fragmanını izlerken Spiderman tadında çizgifilmsi ve çocuksu fakat güçlü bir yapımla karşılaşmayı bekliyordum. Oysa marvel bu filmde çok kötü tökezlemiş.


Hayalet Sürücü filmini izlemekle, serviste okula giderken veya otobüste işe giderken kulaklığınızla müzik dinlemek arasında pek fark yok. Tek fark; dinlediğiniz parça için 2 saatlik bir klip çekmişler, ona da süper-ötesi görsellik diyebiliriz (efektleri saçmalamak, efekt manyağı olmak). Bütün konuşmaları unutun, ve tabii boşluklarda gözünüzü kapatın dinlendirin, ya da sevgiliyle öpüşün filan (bkn.sinemaya öpüşmek için gitmek). Hayat akıyor zaman kaybetmeye değer mi? Erkek izleyiciler o sırada silikonları izleyerek vakit geçirebilirler. Çünkü esas oğlanın kız arkadaşı 2 adet silikon. Hepsi bu. Hiç öyle cool durduğuna bakmayın Johnny Blaze'in, sadece poz o. King kong ayarında, izlerken “nasıl yani bu mu?” dedirten bir film. İlk sahnelerde “acaba motosiklet reklamı için mi çekilmiş” demiştim, ama o bile değil.

Çizgifilm delisi biri olarak, the mask filminde aldığım görsel tadı almaya çalıştım. Hatta çabaladım.


Karşısındakinin günahlarından beslenebilecek kadar güçlü bu karaktere yazık etmişler.


YAZIIK!



Çekil kenara ateş kafalı manyak!


This is Sparta! [ArşivOxy]


Burası Sparta!



Film başlıyor. Ruhu okşayan sanatsal bir büyü renkli sis dalgaları halinde beyaz perdeden çıkıyor ve derideki gözeneklerden içeri sızıyor. Gözlerinizi açtığınızda hissettiğiniz şey, bir dünyaya, sizinkine değil, yeni dahil edildiğiniz bir evrene geçtiğiniz.


Sizi sıkı bir görsel şölen bekliyor.


Tüccar gibi izlemeyin, mayası Bakır.



Çok enfes bir film. Miller yapmış yapacağını. Son derece olumsuz eleştiriler okuyarak gitmeme rağmen (atom önyargı); çıktığımda etrafa “THIS// IS// SPARTAA!!!” diye bağırarak tekmeler savuruyordum. İçimdeki pek açığa çıkmasına izin ver(e)mediğim Mars gezegeni etkisine hitap ediyordu film. İçimdeki savaşçıya, mayası Gümüş.



Onur, şeref gibi değerler; hayatın hayat olmasının kaçınılmaz acısının kaçınılmaz olarak biriktirdiği kan ve insanın doğası olarak vahşet, bunların erdemli bir kelimeyle dışarı çıkarılmasını öğütleyen cesaret. İnsan doğası sorunsalına geri dönüyorum. İçimdeki bilgeye. Mayası Altın.



Burası Sparta.



***


Toprak! Teslim et bağrındakilerden, dışarı


Spartalı şehitlerimizden bir kalıntı


Yeter üçyüz devin üç tanesi


Yaratmak için yeni bir Ateş geçidi




Lord Byron, Don Juan:Canto The Third. Çev:Oxy


http://www.geocities.com/~bblair/canto3.htm


Resim : http://spartanwarband.com/albums/modernart/Thermopylae.jpg

post: 08.03.2007

Hırs Üzerine Çözümleme


Çizik Bir Elmas, Çizik Olmayan Bir Çakıl Taşından Çok Daha Kıymetlidir.

Conficius

Ahh, hırs.. İnsanları ne kadar da alçaltıyor çoğu zaman…

Bir laf vardır, tam hatırlayamadım şimdi. Aşağılık komplekslerinden sıyrılamamış ezik insanlara makam verilmesiyle ilgili. Hazımsızlık yaşamalarıyla ve çevreye karşı kendilerini bir şey zannetmeleriyle ilgili bir laftı.
Hani hepimiz görmüşüzdür, etrafta dolaşıp emir yağdırmaya çalışırlar. “Ben de buradayım, beni de sayın” mesajıdır aslında bu. Hayatları boyunca adam yerine konulmamışlardır ve bunun ezikliği onlara “emir veren” olmanın doğru bir şey olduğunu düşündürmüştür. Adam yerine konulmamaları, aslında, bir türlü insan olma becerisini kazamamış olmalarından, “yeterli” olmamalarından kaynaklanmaktadır. Ama yetersiz olmayı kendilerine yediremezler, içlerinde bir hırs oluşur: Kendilerinden üstün olanı ezme hırsı. Kendilerini içten içe değersiz hissederler ama dışarıya bunun tam tersini vermeye çalışırlar. Bu nedenle makam budalası oluverirler. Bunun asıl adı “hazımsızlık”tır.


Karakteri yerleşmemiş insanlardan çoğunu etki altına alabilirler belki, ama geri kalanlar bu davranışın altında yatan pisliği görür ve, en amiyane tabirle, yemezler. Kendi varlığını, diğerlerini ezme üzerinden kurmaya çalışan bu hastalıklı insanlar, aynı hırsların kölesidirler. Efendi gibi görünmeye çalışma istekleri buradan gelir. İçlerindeki karaltıyı örtme telaşıdır bu. Belli etmemeye çalışırlar. Belki görmemişlik vardır temelinde, belki sevgisizlik. Ama bu da onun hayat dersidir. Nasıl diğerleri öğreniyor ve “insan” olma yolunda yıpranıyorsa, onlar da yıpranmayı ve zorluklara hoşgörüyle yaklaşmayı öğrenmek zorundadırlar. Değerli bir insan olabilmek için emek harcamak zorundadırlar!
“İyi” olmayı “seçmeyen” zavallılar ise, ömürlerinin sonuna kadar samimi ilişkiler kuramayacak, yıllar sonra da, yatağında da yalnız ölecek olanlardır. Karaltıları tüm dünyalarını sarmıştır, ve o karanlık dünyada hala ezikliklerini örtmeye çalışıyorlardır. Artık tamamen tek başlarına, ama hala kendilerini kabul ettirme kavgası veriyor olacaklardır. Diğer insanlar çoktan kendi gelişimlerini tamamlama yönünde ciddi yol kat etmişken, bunlar başlangıç noktasında, daha ilk kendini aşma sınavında tökezlemiş, beklemektedirler.. Hayatın amacı mümkün olduğunca gelişmek, hayatı insanları anlamak ve erdemli değerler kazanarak “büyük insan” olmakken, bu zavallılar hırslarından ördükleri kafese kendilerini kilitlemişler ve ilk karanlık duygularını yaşarken anahtarı ateşle eritmişlerdir. Zavallı insanlardır bunlar, zavallı. Paylaşım kadar haz veren, anlaşılmışlık kadar insanı sarmalayan muhteşem bir duygu var mıdır? İnsan neden arkadaş edinir? Yakınlık kurabilme, yalnızlığı paylaşma duygusu, insana bahşedilmiş böylesine mucizevi bir duyguyken, bu insanlar “elde etme” hırslarına öyle boğulmuşlardır ki, ne biçim bir ucubeye dönüştüklerinin farkına varamazlar. Nasıl yalnız olduklarının. Ve sevginin büyüsünü asla uzun vadede yaşayamayacaklardır. Çünkü kendilerine sevgi ile yaklaşmaya çalışanları farkında olmadan uzaklaştırırlar. Kendilerine yaklaşan diğer insanlar da zaten tamamen çıkarları nedeniyle “-mış gibi” davrananlardır. Kullanmak için yaklaşanlar. Bir noktada bu insanlara sadece kullanmak için yaklaşılır. Paylaşım kurulabilecek değerli nesi vardır artık??


İlginç olan, sevgi dolu insanları kendilerinden uzaklaştırmada çok net hırs, azim ve şiddet gösteren bu insanlar, kendilerine çıkarları için yaklaşan insanları ayırt etmede o kadar başarılı değillerdir.


Ucube.
Sadece ucubeler.
Zavallılar..

11 Haziran 2007 Pazartesi

Uğurum



Sabah evden homurdanarak çıkıp, yol boyu benim gibi uykulu insanların yüzüne bakarak işe geldikten ve “beni bu saatten sonra profiterol bile neşelendiremez” diye düşünürken, beni burada kızı gibi gören sevgili odacımızın o gülümseyen yüzüyle karşılaştığım anda sihirli bir şeyler oldu.


Evet, işe ancak bu şekilde motive oluyorum. Her insanın totemleri vardır. Bazılarımız cebimizde eski bir beş lira taşırız uğur getirsin diye, kimimiz bir anahtarlık… bir oyuncak, bir taş. Babam senelerce bana küçük şeylere anlam yğkleyerek “uğur” yaratmaya çalışsa da ben hep bir şekilde bunları ya kaybettim, ya sürekli taşımama rağmen anlam yüklemediğim için faydasını görmedim. balıktan bir anahtarlık getimişti bir gün. Babası hediye etmiş. Senelerce taşımış. Kaybettim. Başka bir gün minik tahta bir palyaço getirdi. "Bu çok uğurludur kızım, yanından hiç ayırma" dedi. Hangi çantamın yırtık astarından içine kaydı Allah bilir.. Ama hem sihre (!) hem uğura inanıyorum. O halde benim uğurum ne?


Kahvemi elime alıp bilgisayarımın başına oturana kadar bunu düşünmemiştim. Kafeinin sihrine de her zaman inanmışımdır; olmadık anlarda kafamın birden çalışmasını sağlayıverir. Yine öyle oldu ve tüm uykusuzluğuma ve meymenetsizliğime rağmen beni “canım ne kadar dinlenmişsin, güzelleşmişsin” diye karşılayan odacımın bende yarattığı ışıltıyı düşünmeye başladım. İki kızı olan bu dünya tatlısı sevgi yumağı kadın, benim uğurumun ta kendisi!
Ne taş, ne yüzük, ne anahtarlık, ne başka bir şey! Benim uğurum resmen kanlı canlı, etli butlu canlılar! Bana sevdiğim insanlar uğur getiriyor!


Hahahahah!
Keşke onları yanımda taşıyabilsem!

10 Haziran 2007 Pazar

Geçmiş Zaman Olur ki.. [ArşivOxy]

Bugün 27 Aralık. Atatürk’ün Ankara’ya ayak basışının bilmem kaçıncı yıldönümü. Cumhuriyet tarihini hatırlamakta tembellik eden hafızam bu tarihi asla unutamaz. Tam bir senemi, ilkokul beşinci sınıfımı 27 Aralık İlköğretim Okulu’nda okudum, yılda bir defa bu tarihte tören yapardık.

Okulumu hatırlayınca öyle hoş anılarla karşılaşıyorum ki. Annemlerin “sıkıntılı” olarak niteleyebilecekleri bir dönemdi belki, ama ben çocuktum ve çevremdeki –istisnasız- her şeyden tat alıyordum. Çocuklar öyledir ya, yanlarında bomba patlasa ne harika ışık yayılıyor derler.

Kocaman bir alan hatırlıyorum. Üzerini bozkırın otlarının kapladığı, yer yer kel, yer yer çimli bir arazi. Ben apartman çocuğuyum, ne yapılır bilmezdim bu arazide.

Babam oraya taşınmamızın 2. haftasında elinde yavru bir köpekle geldi eve. Köpek öyle tatlı, öyle masum ve burnu öyle siyahtı ki, annem dayanamadı ve ömründe köpek lafı geçse yolunu değiştiren kadın yavru köpeğe bakmaya başladı. O arazide aylarca köpekle birlikte koştum, yuvarlandım, oynadım.

Çok iyi hatırlıyorum, babam bir gün elinde esnek ince çıtalar ve defter kabıyla gelmişti eve. Bana renkli kağıtlar verip nasıl kesileceğini gösterdikten sonra oturup tahtaları birleştirmeye başladı. 2-3 saat sonra boyum kadar uzun, muhteşem, rengarenk bir uçurtmam vardı artık. Kuyruğunu da ben yapmıştım. Mahallenin en büyük uçurtmasıydı. Çok mutluydum.

Küçük bahçemizde boş bir kümes vardı. O gün kiraz ağacının tepesinde kendi kendime şarkı söylüyordum. Annemle babamı gördüm az ileride, ellerinde uzun çubuklarla 5-6 tavuktan oluşan küçük ve mütevazi bir orduyu bahçeye yönlendirmeye çalışıyorlardı. Çok komiktiler, çünkü çok acemiydiler!
Tam ağacım yanında geçerlerken sürünün tam ortasına zıplayıverdim! Korkudan uçarak (!) kaçışan tavuklar ve annemle babamın yaşadığı şoku ömür boyu unutamam! Cezam, ta öteki mahalleye kadar kaçan tavukların her birini bulup getirmek oldu. Ben de komşuların otlayan tavuklarından birer birer sürümü tamamlamıştım. J(Çok ayıp Oxy!) Hiç anlamadılar, hala gülerim..

Bir gün uçurtma beni sürüklemişti. Yere çökmüştüm, ona rağmen esinti öyle kuvvetli ve uçurtmam öyle büyüktü ki, toprakta sürükleniyordum. Ama inatla da bırakmıyor, çığlıklar atıyordum. İlk köpek ısırığımı o zaman yedim. Bizim siyah beyaz çoban köpeği Topak benim o halimi görünce sırtımdan kalçamdan nereyi yakalarsa oradan ısırmaya çalıştı. Beni durdurmayı düşünmüş olmalı. Benim için acı dolu bir deneyim, onun için de esaretin başlangıcı oldu. Annem köpek beni delirdi de ısırdı zannedip bahçeye bağlamaya başladı Topağı.

Akşamları bahçede çay içip günü bitişini ve günün en tatlı saatinde açmayı seçen “akşamsefası” çiçeklerimizi izlerdik. Yemekten sonra mahalle çocuklarıyla maç yapardım ben. Kardeşim de “sütten” sayılır, oynatmazlar, köşeden izlerdi. Saklambaç oynardık, birbirimizi korkuturduk. En çok kim zıplar yarışması düzenlerdik. Dolunaylı gecelerde mutlaka ruhların kaçırdığı ya da delirttiği bir adamın öyküsü anlatılır, herkesin evine sessiz, sakin, biraz da ürkek gitmesi sağlanırdı. Bizden yaşça büyük çocuklar, hani şu hayran hayran baktığımız, hep “her şeyi” bilirlerdi ve ne derlerse inanırdık. Onlar ruh kaçırır derse doğrudur, kaçırmıştır mutlaka. Aman biz kızdırmayalım.

Evet evet, bunları ben ilkokul 5.sınıfta yapardım, aklım nerdeyse artık…

Geçmişi özlüyorum..

9 Haziran 2007 Cumartesi

Sihirli Kalem Rüyası

Evdeyim. Dışarısı aydınlık mı aydınlık. Güneş salonun her bir köşesine kadar yayılıp aydınlık ve huzur veriyor insanın içine.
Açık pencerenin önüne bir grup sarışın, hafif kırsal kesimli kadın geliyor ve sesleniyorlar.
“-Geel kız, gel.”
Aman diyorum kendi kendime, nerden çıktı bunlar, bakalım ne yumurtlayacaklar.
Açık penceremin önüne geliyorum, sevgiyle gülümsüyorum.Ellerinde iki tane kurşun kalem var. Biri yarısına kadar kullanılmış, ikisinin de ucu açılmış kalemtraşla.
“- Al, bu senin payın. Allah bunu gökyüzüne senin için asmış, aldık getirdik.” Diyorlar.
Gözümün önüne mavi gök yüzünden aşağı kadar uzanan bir sicimin ucuna bağlanmış 2 tane kalem geliyor. Alüminyum folyo ile sarılmış ve asılı bir şekilde alınmayı bekliyorlar.
İçimden hak veriyorum. Hakikaten gökyüzüne asılmış olabilir.
Zaten ihtiyacım vardı, işyerinde böyle bir kalemim yok. Kurşun kalemle yazmayı seviyorum nasılsa.
Alıyorum.

Uyanıyorum.
--
Anlamı, benim kalemim sihirli. Warner Bros’un “The Never Ending Story”si beni zaten çok etkilemiştir hep.
Kalemimden çıkan her şey gerçekleşiyor.
Ne dilediğime dikkat etmeliyim.

7 Haziran 2007 Perşembe

İnsan-Kurt-Hırs. [Merhaba]


Homo Homini Lupus.
Hobbes

Art niyet nedir?
Sorunun zihnimde yarattığı beyin fırtınası bana hızlı hızlı çeşitli sorular daha sorduruyor:
Kendini tatmin etme duygusunun altında neler yatıyor?
Yalnızlık korkusu mu insanı “kötü” olmaya zorluyor?
Yalnızlıktan kimler korkar?
Emir vermeyi keyfiyete dönüştüren güdünün altında ne yatıyor?
Hazımsızlık..nedir?
Ayağı tökezleyen kişiye neden güleriz?
Ha bir de şey var. Bana dokunmayan yılan kırk yıl yaşasın.
---
Yok, ne yapayım, yaradılış icabı olsa gerek, haksızlığı kaldıramıyorum. BANA yapılsın ya da yapılmasın. Dayanamıyorum. Bununla ilgili yazmazsam, kendimi eksik hissederim. Okuyun, ya da okumayın.

Hırs Pandora’nın kutusundaki çok tehlikeli bir kötülük.
Ben inanamıyorum, hırstan alev alev yanan gözlerle karşılaşıp, hırsın yılanlaştırdığı dilin kıvraklığı altında zorla dansettirilen cümleler duyduğumda. Bir insan tüm yaşam enerjisini neden böyle işler çevirerek harcasın? Hani düşüncelerimiz kuruyordu evreni, inançlarımız. Başkalarının yıkımı düşünüp başkaların yıkılmasından haz duyan aciz ruhlarla baş etmek zorunda değiliz! Böyle insanlarla değil uğraşmak, kıymetli nefesimi harcamaya bile niyetim yok. Sadece, üzülüyorum.
Hırsından kudurup çatlayan insanlara münasip yerlerinden iyi çatlamalar diliyor, ilk blog yazımla kaçtığım dünyama geri dönüyorum.