27 Mart 2010 Cumartesi

Zamanın Başlangıcından Beri-Lost

  • · Lost’un Ab Aeterno bölümünde olayı insanın iyi oluşuna güvenerek özgür iradeye karışmayı reddeden bir Tanrı(Jacob), İnsanların doğası gereği kötü olduğunu ona kanıtlamaya çalışarak kendi özgürlüğünü isteyen bir Şeytan(Flocke), Yaşlanmayan ve Tanrının müdahale etmediği iradeyi Tanrı adına iyiye yönlendirmekle görevli bir Peygamber (Ricardo)(burada Richard’ın yaşlanmıyor olması İsa Mesih’in “aslında” ölmemiş olmasıyla örtüşüyor), Adayı da Cehennemin tıpası olarak bağladılar ya…
  • · Titus Welliver için izlenebilir. Zaten senede bir kez görebiliyoruz dizide.

22 Mart 2010 Pazartesi

Alice Harikalar Diyarında


“Kafası o kadar kocaman ki, içinde bir şeylerin büyüdüğünü düşünmeye başladım”(Beyaz Kraliçe, Kızıl Kraliçe hakkında konuşurken)

Alis harikalar diyarında, kendi düş dünyasından gerçek hayat yüzünden ayrı kalıp, kim olduğunu unutmaya başlayanların, düşlerini ve kendisini hatırlaması için mutlaka izlemesi gereken bir film.

Avatar bütün 3d sinema salonlarını doldurduğu için Alice maalesef 2d olarak gösterime girmişti Ankara’da. Alman gazetelerinde bununla ilgili bir haber bile yayınlandı, çünkü kendilerinde de aynı sorun vardı. Neyse ki şuanda boyut sorunumuz ortadan kalktı ve rahatça izlenebiliyor.

Gülümseyen kedili sahnelere dikkat, o sahneler özel çalışılmış ve filmden kopuk bir boyut algısı yaratıyor insanda.

Genel itibariyle de muhteşem. Zaten Tim Burton diyoruz, Johnny Depp diyoruz. Ben de Alice diyorum, Harikalar Diyarı diyorum.

13 Mart 2010 Cumartesi

Öz-ölüm Öyküsü Yazmak

Time Traveller

Dünyada bir şekilde iz bırakmış insanların hayat hikayeleriyle doludur evren, ve ilham verir, rol model olurlar diğerlerine. Bazen ilginç gelir ilginç denilen hayatlar, oysa hiçbir hayat kendi şartlarında normal değildir.

Ölümden bahsedilmez, bitmekten korkan insanın "zamanı" gelinceye kadar kaçtığı, hiç kimsenin deneyimli olamadığı bu konu, psikoterapistlerin de en eğlendiği konudur. Benlik duygusuyla ilintili, alt benlikte yaşamak için varoluş için çılgın savaşlar veren organizmanın "yok olma" fikrine asla yanaşmadığı, kimseyi yanaştırmadığı alandır. Tekeli mistiklerin elindedir. Yaşama içgüdüsüyle dolu insanın tahayyül edemeyeceği bir alan olduğundan, tahayyül edilemeyen alandan gelen bilgilerle aydınlanmaya çalışır insan.

Doğarken sıklıkla aynı şeyleri yaparak doğuyor da insan, ölürken hep farklı farklı ölür, yaşamların asla aynılaşmaması gibi. Herkes poposuna bir şaplak yiyerek doğabiliyor da, kimse ölürken kahkahalı bir şaplak ile uğurlanamıyor.

Düşündürüyor insanı. Yaşam öyküleri yazmaya meraklıyız, hepimiz "hayatımız roman" ile farklılıkları farkettirmeye çalışıyor, farklılaşmışlardaki farkları gözlemliyoruz. Neden öz-yaşam öyküsü yazabiliyoruz da, öz-ölüm öyküleri yazamıyoruz?

Ünlü düşünürlerin, filozofların, başarılı iş adamlarının, ve aslında sıradan ev hanımlarının son sözleri -ultima verbaları- hakkında binlerce yıllık insanlık tarihinde bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az eser yayınlanmış olması, ölüm kavramına karşı insanlığın aldığı temkinli duruşun bir yansıması adeta.

Artık ilkokullarda "ilerideki kendinize mektup yazın" , "olmasını istediğiniz hayatın özgeçmiş'ini çıkarın" temalı yaklaşımlar artıyorken, öz-gelecek tasarımı oluşturuluyor, hayatın olduğu gibi değil de önceden hayallerde inşa edilmiş şekliyle, planlı şekilde yaşanması yönünde cesaretlendiriliyorken, kimse öz-ölüm öyküleri yazmaya yanaşmıyor. Örf ve adetlerdeki alışılagelmiş dua şekli "hayırlı ölümler nasip edilmesi" bu kavramın geçiştirilmesinden başka ne olabilir ki?

Ölümümüz hayal ettiğimiz ya da korktuğumuz gibi gelmez çoğu zaman, ama bazen, yazdığımız gibi gelebilir, der Michel Schneider, Proust'tan Kant'a dek ultima verbalarıyla dolu yazarların ölümleri ve kitapları arasındaki ilişkiye değinirken "Hayali Ölümler" kitabında.

Belki de mümkündür ölümü kurgulamak, kendi ölümünü, kendi son sözlerini… Nasıl ki dünyaya bıraktığı eserlerin sonsuzlukta yankılanacağına inanan insan (Maximus'un askerlerine yaptığı konuşmada söylediği gibi,Gladiator) aynı şekilde bıraktığı eserlerdeki bir ölümü seçebiliyordur?

Bir öz ölüm öyküsü yazmak üzerine cesaretlendirmek istiyorum sizi.

Pek de cesur gördüm, kendimi…

Sevgiler...

10 Mart 2010 Çarşamba

Miskince Kitap Tanıtımı



Çok tembel bir insan olduğum için, yalnızca buradaki kitapları okumanızı tavsiye edeceğim.
Bir de benim gibi tozlandırmayın rafları.
Bir de bana ne okuduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.







1- Deliliğe Övgü (Erasmus)

2- Okumak,Yazmak ve Yaşamak Üzerine (Schopenhauer)

3- Hayatın Anlamı (Schopenhauer)

4- Bir Bilgi Anarşisti:Feyerabend (Der.Cemal Güzel)

5- Hobbit (Tolkien)

6- Yazın Kuramı (Jonathan Culler)

7- Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri (Danell Jones)

8- İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma (David Hume )

9- Görsel Düşünme (Rudolf Arnheim)

10- Söylem ve İdeoloji

11- Eleştirel Bakış (Editör Peter Osborne)



Devamını siz okuyun, eğlenceli olsun:)
Sevgiler...

9 Mart 2010 Salı

Cennetimden Bakarken (Lovely Bones) 2010


Geçtiğimiz haftasonu Cennetimden Bakarken (Lovely Bones) filmine gitme fırsatı bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Çünkü gitmeden önce kamera arkasını izlemiş ve konusu hakkında da fikir sahibi olmuş olmama rağmen, filmin tamamen kendine has çok yumuşak bir dili olduğunu ve beni hayli şaşırtıp konular ilerlerken merak içinde bıraktığını söyleyebilirim. Bu açıdan güzel olan; izleyicinin olaylar hakkında yaptığı tahminlerin (olmasını beklediği şeylerin) doğru çıkmaması ve buna rağmen tatmin eder bir şekilde salonu terk etmesinin sağlanmasıydı. Bu bence önemli bir incelik, çünkü aslında istediğim şeyler bir şekilde oluyor fakat istediğim şekilde olmadığı için merakım sürekli canlı kalıyor. Üstelik bunların hepsi, romandan uyarlanan bir film içinde oluyor.

Bir başka dikkati çeken nokta, 1994 doğumlu Saoirse Ronan’ın doğal oyunculuğuydu. Kendisini 2008 yapımı City of Ember’da Lina Mayfleet olarak izlemiştik. Bu filmdeki başarılı performansını da görünce tebrik etmemek ve insanın o yaşlarda bir sene içinde geçirdiği değişime şaşmamak elde değil.

Bu arada ben epeyi ağladım. Ama emin olun, ağlamadan da izlenebilecek bir film:)

İyi seyirler.

5 Mart 2010 Cuma

Albümdekiler

Nefis, pırıl pırıl bir rüya gördüm dün akşam.

Eski Ankara evlerinin bulunduğu bir semtte, karşılıklı ahşap evlerin bulunduğu o incecik, camdan cama sıcak komşu sohbetlerinin yapılabildiği bir ahşap evde kalıyorduk. Karşıdaki açık mavi sıvaları dökülmüş ahşap eve de, gök rengi gözleriyle tanıdık bir yüz yerleşmişti. Sümbüller vardı pervazda, mor mor, laci laci. Güneş parlarken hüm ihtişamıyla, hayatımda duyduğum en güzel kuş ötüşüyle tanıştım. Sülün gibi uzun, lakin parlak turuncu tüyleriyle uçarak geçti üzerimizden. Kuyruğundaki son 2 santim bembeyazdı. Mutlulukla uyandım.

Sanıyorum bu rengarenk rüyaya sebep, kendisini aynı gerçeklikle içine çeken Gülsen Varol’un Albümdekiler kitabıydı. Roman öyle sıcak, öyle akıcı ve üslup öyle nefis ki, yatmadan önce okuyup okurken uyuyakalınca, romanın içine uyandım. Belki devam etseydi rüya “Mihriban” olacaktım, belki “Sanem”…

Ben, bana düş kurduran gerçeklerle, gerçek gibi hissettiren düşleri çok, ama çok seviyorum.