13 Mart 2010 Cumartesi

Öz-ölüm Öyküsü Yazmak

Time Traveller

Dünyada bir şekilde iz bırakmış insanların hayat hikayeleriyle doludur evren, ve ilham verir, rol model olurlar diğerlerine. Bazen ilginç gelir ilginç denilen hayatlar, oysa hiçbir hayat kendi şartlarında normal değildir.

Ölümden bahsedilmez, bitmekten korkan insanın "zamanı" gelinceye kadar kaçtığı, hiç kimsenin deneyimli olamadığı bu konu, psikoterapistlerin de en eğlendiği konudur. Benlik duygusuyla ilintili, alt benlikte yaşamak için varoluş için çılgın savaşlar veren organizmanın "yok olma" fikrine asla yanaşmadığı, kimseyi yanaştırmadığı alandır. Tekeli mistiklerin elindedir. Yaşama içgüdüsüyle dolu insanın tahayyül edemeyeceği bir alan olduğundan, tahayyül edilemeyen alandan gelen bilgilerle aydınlanmaya çalışır insan.

Doğarken sıklıkla aynı şeyleri yaparak doğuyor da insan, ölürken hep farklı farklı ölür, yaşamların asla aynılaşmaması gibi. Herkes poposuna bir şaplak yiyerek doğabiliyor da, kimse ölürken kahkahalı bir şaplak ile uğurlanamıyor.

Düşündürüyor insanı. Yaşam öyküleri yazmaya meraklıyız, hepimiz "hayatımız roman" ile farklılıkları farkettirmeye çalışıyor, farklılaşmışlardaki farkları gözlemliyoruz. Neden öz-yaşam öyküsü yazabiliyoruz da, öz-ölüm öyküleri yazamıyoruz?

Ünlü düşünürlerin, filozofların, başarılı iş adamlarının, ve aslında sıradan ev hanımlarının son sözleri -ultima verbaları- hakkında binlerce yıllık insanlık tarihinde bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az eser yayınlanmış olması, ölüm kavramına karşı insanlığın aldığı temkinli duruşun bir yansıması adeta.

Artık ilkokullarda "ilerideki kendinize mektup yazın" , "olmasını istediğiniz hayatın özgeçmiş'ini çıkarın" temalı yaklaşımlar artıyorken, öz-gelecek tasarımı oluşturuluyor, hayatın olduğu gibi değil de önceden hayallerde inşa edilmiş şekliyle, planlı şekilde yaşanması yönünde cesaretlendiriliyorken, kimse öz-ölüm öyküleri yazmaya yanaşmıyor. Örf ve adetlerdeki alışılagelmiş dua şekli "hayırlı ölümler nasip edilmesi" bu kavramın geçiştirilmesinden başka ne olabilir ki?

Ölümümüz hayal ettiğimiz ya da korktuğumuz gibi gelmez çoğu zaman, ama bazen, yazdığımız gibi gelebilir, der Michel Schneider, Proust'tan Kant'a dek ultima verbalarıyla dolu yazarların ölümleri ve kitapları arasındaki ilişkiye değinirken "Hayali Ölümler" kitabında.

Belki de mümkündür ölümü kurgulamak, kendi ölümünü, kendi son sözlerini… Nasıl ki dünyaya bıraktığı eserlerin sonsuzlukta yankılanacağına inanan insan (Maximus'un askerlerine yaptığı konuşmada söylediği gibi,Gladiator) aynı şekilde bıraktığı eserlerdeki bir ölümü seçebiliyordur?

Bir öz ölüm öyküsü yazmak üzerine cesaretlendirmek istiyorum sizi.

Pek de cesur gördüm, kendimi…

Sevgiler...

10 yorum:

Atilla Çelik dedi ki...

4 Eylül 2007 yılında 31 yaşındayken yazdığım "33 Age Syndrome" adıyla yazdığım bir yazı gelsin o halde. Gerçi uzun ama..

"Second Life Syndrome" demiş Riverside...

Şizofrenik bir şekilde...



Öte yandan;

"Yaş otuz beş yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider."

demiş Cahit Sıtkı Tarancı...


Yalan...

Külliyen yalan...

Ömrün yarısı 35 değil, 33... Bunu bilir bunu söylerim.

Dirildiğimizde vücuda geleceğimiz yaşmış 33!!! Bu inanışa göre insanlar dirildiğinde her biri 33 yaşında olacakmış. İlginç!

Bir bebe olarak ölseydik 33'teki görünümümüzü görebilmek.

Ya da 80'lik bir dede olarak ölsek 33 olarak dirilebilmek...

Dua edelim de spermler yeniden dirilmiyor. Trilyonlarca 33 yaş spermleri... Öteki dünya kaldırmazdı katrilyonlarca 33 yaş spermlerini...

Yurtdışında yüksek lisans yapabilmek için söz konusu yaş sınırıdır 33...

Ya da bir futbolcunun ve kamu görevlisinin yurtiçindeyse askerliğini en son erteleyebileceği yaş sınırıdır 33...



33 yaş...

Ömrün en olgun dönemi ve yaşı...

Tamamen diğer yaşlardan yalıtılmış bir yaş...



Aynı zamanda bazı büyük hastalıkların başlama evresini gösterebileceği yaş sınırıdır 33...

Kendini öne sürme ve varolma savaşının başladığı yaş sınırıdır 33...

Mantıkların daha da güçlendiği ve duygusallığın azaldığı yaş sınırıdır 33...

Sağlık durumunun artık eskisi gibi kendisini revize edemeyeceği ve artık yaşlanmaya hazır olmanın, ne yapılırsa yapılsın yaşlanmanın önüne geçilemeyeceğinin, koroner kalp hastalığının yüzde ona yükseleceği yaş sınırıdır 33...

İnsan hayatının en önemli 3'lerinden biridir 33... Kendi içlerinde sorunlar barındırır...

Bir balet için dede olmak demek 33 yaş...

33 yaş herşeyin merkezidir.

Ölmek istediğim bir yaştır...

Tam merkezde ve en olgun zamanda ölmek diye buna derlerdi herhalde... 33 sonrası değişimlere şahit olmamak ve üzüntüler içinde kaybolmamak tadıyla...

Aynı zamanda çok sevdiklerimden önce ölme isteği ile ilintili...

Çok egoist ve paranoyakça ama, tüm sevdiklerimden daha önce ölmek istediğim yaş sınırıdır 33...

Bazen "ben 33'te ölücem" diye hissettiğim sürekli...


Heppimiz öllüccez...

Ama ilk önce ben ölücem, hemi de 33'te!

Hem de yalnız başıma... Kimsecikler olmadan...

Tüm insanlar sorunlarıyla baş başa... Yalnız başına...

Ölürken de olacağı gibi...

Tabuta da yalnız başımıza koyulacağımız gibi...

Yalnız başımıza kara toprağa gireceğimiz gibi...


Nasıl ölmek isterdim?

Fantastik!

Kamelot'un "Up Through The Ashes" parçasının 2:46 ve 3:33 süresi arasındaki melodileriyle...

Çığlık ata ata...

Yine karşımıza 33 çıktı...

Parçanın 1:33'üncü süresinde Roy Khan "insanötesinin" çok ama çok içten bir şekilde "You want to die..." demesi, "mesajı al ulan pezevenk!" tadında...


Uzun haftalarımın iç dünyamdaki enerjik sesiyle birebir...

Bu melodilerin etkisi öyle çığlık attırıcıdır ki iç dünyamda; Riverside'ı da, Gojira'yı, Napalm Death'i de, dredg'i de çöpe atarım o an için, sadece o an için, o anki melodiler karşısında...

Ne de fantastik...

:)

33'ü tamamladık sayılır aslında. Ne ironik. :)

Knock Knock dedi ki...

Yazarın kendi ölümünü kurgulaması.. Özyaşam öyküsüyle özölüm öyküsünü birleştirsen mesela..

hasret senfonileri dedi ki...

muoaanyaaaahsınız !

Atilla Çelik dedi ki...

Nasıl öleceğimi aklımda pek tasarlamamışımdır. Gerçi arada, ender zamanlar ölüm fikri oturur beynimin orta yerine. Bazen üzerine dakikalarca düşünürüm. Ne olduğuna dair. Nasıl bir şey olduğuna dair. İster istemez karanlıklar çöker ve o an yaşanan bir çok şeyin önemsiz olduğunu hissettirir. Anlıktır. Geçer.

Ama aslında ölüm çok ciddi bir şey. Çok gerçek. Tıpkı hayat gibi. Ama hayattan en önemli farkı bir umudu temsil etmemesi. Yeni doğan bir yaşam tıpkı bir güneşin doğuşuna benzer. Güneşin doğuşu umut ile birebir. İnsanoğlu güneşin yeniden doğacağı gerçeğini aklında tartarak umut ile her her daim iç içe olabiliyor. Ölüm de güneşin batışı ise eğer bundan nasıl bir anlam çıkarmalıyız?

Karanlık..

Üzücü..

Karabasan tadında?

Ama her batan güneşin ardından saatler sonra tekrar güneş doğar. Fakat ölüm öyle bir şeydir ki. Güneş gibi tekrar doğamıyoruz. Asıl sıkıntı da bu zannedersem.

Her insanın bir öz yaşamı var. Yıllar boyu yaşadıkları var. Beni ben yapan benlikler var. Ama ölüm öyle bir şeydir ki, özyaşamından tamamen farklı olabiliyor. Hayatını nasıl yaşadığın konusu ölüm şeklini çizemiyor.

Ölüm gerçeğin kendisi. Ölüm denen gerçekliği aklımızda tarttığımızda ve düşündüğümüzde yaşamın değerini daha iyi anlayabiliyoruz. Ölüm gerçekliği insanları birbirine bağlayabiliyor. Bir gün öleceğimiz gerçeği..

Özyaşam öyküsü için sayfalar dolusu yazacak materyale sahibiz ama özölüm öykümüz nasıl olabilir ki? Yazmak elimizde midir?

Bence değil. Keşke şöyle ölseydim diye hayal da kuramam ki. Ama olaya kısaca şöyle bakarım;

Ölüm bu. Üzerimize bir konteynır düşebilir. Uçak düşebilir. Ölüm her an gelebilir. Bu kadar basit zannımca. Her konuda yazabilecek materyale sahip olan ben, bu belirsizlik nedeniyle özölüm öyküsü yazamıyorum maalesef.

Knock Knock dedi ki...

@hasretsenfonileri
i beg your pardon??

@Atilla
Neden özölüm öyküsü yazılamayacağı hakkında nefis bir yazı:)

Pixie dedi ki...

Ölüm öyküsünü netleştirebilen en gerçek ölüm intihar türü bir ölüm olurdu herhalde diye dşündüm... ama sonrası yine de yok ki... sadece ölüm anını seçmek ise tamamen kendini kaderin eline bırakıyorsan zor biraz gibi çünkü Atilla haklı ölüm çok basit bir şekilde her yerden gelebilir... Şu yazıyı bitirmeden bana bile uğrayabilir mesela...

Belki de sonrası hakkında pek fikre sahip olmamak ölümü bu kadar gizli, korkutucu veya bahsedilmez kılıyordur. Bir hikaye yazmak onu edebileştirmek için her yanını bilmek ve bence çok iyi betimlemek gerekir... Bir ölüm anı evet betimlenebilir ama yazan kişi betimlediği ölümü yaşayabilir mi bilemiyorum...

oyumben dedi ki...

En kolay ölüm hikayesi en zor yaşam hikayesinden daha zordur.

© Etk Yavrusu © dedi ki...

Hayır hayır reddediyorum. Yazarsam yaşayamam sanki...

Knock Knock dedi ki...

@pixie,
İşte, ölümü hayal ve kurgu dünyasına bırakan da bu bilinemezlik değil mi zaten. Gerçek, olduğu haliyle insanları besleyemiyor. Ne zaman ki içine hayalgücüyle beslenmiş bir gerçeklik giriyor, işte o zaman bizde değişik duygular uyandırıyor. Belki bu şekilde yaklaşabiliriz, ne dersin?

@oyumben,
bilimsel olarak ölçülebilemez bir denklem.

@Etk Yavrusu,
Bu ne cüret, yazdığı her şeyin gerçek olacağına bu güven, ve kendinden korkan bir yarı-tanrı olma durumu..

Pixie dedi ki...

evet haklısın hayal gücüyle beslenmiş bir gerçeklikle anlataılabilir bence de ve böylesi herkesin dilinde farklı br tat bırakır aslen fakat iş yaşamaya geldi mi orda tereddüt içindeyim...

Çoğu insan hayalini kurduğu aşkı bile yaşayamazken ölümden bahsediyoruz, çok daha karmaşık değil mi bilinmezliğinden ötürü...

üstelik ölüm konusunda nasıl bir seçim şansı olabilir ki insanın...