25 Ağustos 2008 Pazartesi

Doğru'nun Kraliyeti

Mantık; Doğru’nun güvenilir baş veziri, Duygu ise şımarık küçük veziridir. Mantığın katılığı, doğruyu besleyen seçimlerin keskinliğindedir. Duygu’nun şımarıklığı, pembe baloncuklu dünyasındaki saflığındandır. Vezirler bilge oldukları için görevdedirler, fakat duygu zaman zaman iktidara oynar. Oyun olarak algılar hayatı, bunu dayatır insanın Doğruluk kraliyetindeki itibarına. Mantığı bağlar, ağzına mendil tıkayıp odaya kilitler. Doğru’nun, gözlerini ise en güçlü iksiriyle kör eder, yanlış aşktır bu, ve tüm kraliyeti sonu olmayan fetihlere taşır. Duygu mantıksız, toy, cahildir. Her şeyi her zaman yüzüne gözüne bulaştırır. Yanlış; yapışsa da doğrunun ışık saçan bedenine, kaplasa her zerresini ve örtse de aydınlığını, doğru efsunlansa, etraf kararsa ve ışığın yansımadığı renkleri farklı görünse de dünyanın , Yanlış kabuk kabuk kurur elbet zamanı gelince ve dökülür pul pul irinini akıttıktan sonra toprağa.

Doğru, ihtişamıyla ortaya çıktığında, Duygu en ağır acıyla cezalandırılır, haklı acıdır bu. Kraliyetin saflığını koruyabilmesi, duygunun acıyla terbiyesine, kendisiyle hesaplaşmasına bağlıdır. Her şeyin bedeli vardır, ödenmek zorundadır. İnsan mantığı beslemeli, doğruya güvenmeli, duyguyu terbiye etmelidir. İktidar oyunu tehlikelidir. Can yakar. Taşkın bir oyundur bu, Duygu ağlar.

İnsanın Sonuçtan başka haberi olmaz kraliyette neler olur biter.. Ama ceremesini bizzat çeker.

Olgunluk ise.. asil, saygıdeğer, baştacı. Belki tek kudret, yanlışı kurutan.

Şu önemliydi, hem de çok:
Bir insanın yanlışlar içine düşmüş olması, doğru’dan vazgeçeceği anlamına gelmez.


Ben, teşekkür ederim...

12 Ağustos 2008 Salı

Gece



Gece. Nefes alamıyorum.

Nefes alamıyorum, sıcaktan mı bu? Sırtüstü yatmak iyi gelmiyor, düşüncelerim beynimden çıkamıyor sanki, yerçekimi hepsini kafatasıma yapıştırıyor. Yapış yapış terliyorum.

Yanımda yatıyor. Yabancı artık. Onu tanıyor muyum? Birini tanıyabilemezsin ki. Onu tanımıyorum. Tamamen yabancı biri olarak yanımda yatıyor. Nefes alışlarımı takip ediyor, uyumamış, uyumuyor. Neden uyumuyor? Nefes alamıyorum, nefesimi tutmaya çalışıyorum. Gözlerim perdenin tam örtemediği aralıktan sızan ışığın aydınlattığı yeni mobilyalarıma yansıyor, o karanlıkta gözümü acıtıyor. Ne kadar sahiplenemediğimi hatırlatıyor. Yattığım yatağa yabancılığımı pekiştirerek.

Güm, güm sesler beynimi patlatmak üzere. Gecenin bu saati, diyorum, beni rahatsız etmeye ne hakkınız var bu gürültüyle, söyleniyorum. Boncuk boncuk oldum, kalbim gümlemeye devam ediyor. Düşünmeden edemiyorum. beni mutlu eden herşey, her şey bir illüzyon.

“iyi misin bebeğim?”

Daha derin nefes alıyorum, daha da derin, olmuyor. Şakaklarımdaki damardan barajlar çatlamaya başlıyor.Kanım dakikada 400 kere atıyor sanki, insanlıktan çıkmak üzereyim. Ölüyorum.

“iyiyim, iyiyim..”

Nefret sızıyor damarlarıma, sinirleniyorum. Sırtımı dönüyorum, sol kolumun üstüne yerleştiriyorum başımı, yastığı da reddediyorum. Daha beter sinirleniyorum. Kolum sırılsıklam oluyor, karıncalanıyor. Sinirime hakim olamıyorum, şimdiye kadar bilinçaltıma giren 3.sınıf ucuz cinayet filmlerinden birinde hissediyorum kendimi, bıçaklı hayal ediyorum ellerimi. Katil oluyorum hayalimde, sessizce öldürmek istiyorum. Bıçağın çeliğine azizler gibi saygı duyuyorum. Kutsal amaçla gönderilmiş her şey saygıdeğerdir, diyorum. Tatlı tatlı sırıtmaya başlıyorum. O sırada hayalimdeki elim terliyor, bıçak kayıyor, beynime saplanıveriyor, kalbim nihayet duruyor, dinleniyor.

Aydınlanma için Salatalık Yemek

Hayatımdaki en büyük kararsızlıklarımda salatalık hep yardımıma koşmuştur ve bana fikir vermiştir.

Ne zaman ilhamım kaçsa hemen salatalığa sığınırım, bir ısırık alırım ve ilham gelir, çünkü salatalık bana fikir verir.

Bildiğim bütün devrimciler bütün kararlarını salatalık yerken almışlardır.

Salatalık bütün bilim insanlarının, bütün mucitlerin, bütün liderlerin en büyük fikir vericisi olmuştur.

Eh, bu durumda, El-Kaide'nin Irak'ta kadınlara yönelik satın alma yasağı getirmesini hiç yadırgamıyorum. Mazallah, bu salatalıklar mutfakta salata yapan zavallı kadınlara fikir filan verir, birden (salatakık bu ya) ayaklanırlar, şu olur bu olur... Kadınlara düşünmek de yasak, pek muhterem fikir verici (.) salatalık da.




http://haber.gazetevatan.com/haberdetay.asp?detay=Irakta_kadinlara_salatalik_yasagi_193283_1&tarih=12.08.2008&Newsid=193283&Categoryid=30
Irak'ta kadınlara salatalık yasağı
Terör örgütü El Kaide'nin Irak'ta uyguladığı sert İslami yasaklar Iraklıların örgüte olan desteğini geri çekmesine neden oluyor. El Kaide, kadınların "fikir verebilen" salatalığı satın almasını bile yasakladı.


DIŞ HABERLER
İngiliz Daily Mail gazetesinin haberine göre Irak'ta sıkı İslami yasaklar uygulayan El Kaide örgütü, Arap aşiret liderlerinin desteğini yitiriyor. Örgüt, son olarak salatalık gibi "fikirler verebilen" sebzelerin erkek, domates gibi sebzelerin de kadın olduğunu öne sürerek, kadınların salata satın almasını yasakladı. Yani ülkenin birçok yerinde artık sadece erkekler salatalık satın alabiliyor.

7 Ağustos 2008 Perşembe

Çay mı, Kahve mi, yoksa Kitap mı Alırdınız?

Odacılarım hep mi ilginç, seçme insanlar olmak zorunda yarabbim? insan çeşitliliğine hayran kalıyorum, bazen tüylerim ürperiyor. Kimden ne öğreneceğimiz belli değil. 25 seneyi devirmeme az kaldı, ama geri dönüp baktığımda en özgün insanların en önemsiz addedilen işlerde çalışan insanlar olduğunu fark etmek korkutmuyor değil beni. Bu insanlar bozulmadan kendilerini bilgi kirliliğinden nasıl koruyabilmişler?

Örneğin kendisiyle yalnızca çay-kahve bahsiyle muhatap olduğumuz şu anki genç odacım beni gözüne kestirmiş olacak ki geçen gün ben merdivenlerden inerken “-şey pardon, birkaç dakikan var mı?” diye durdurdu beni. “tabiî ki, neden olmasın” dedim. “Kuantum nedir?”

Kem küm derken zaman yolculuğuydu, quarklardı, bir yanıp bir sönen yandığı anda var söndüğü anda acaba nerde olan fotonlardan dilim döndüğünce bahsettim. Bunun boyutlarla bağlantılı olabileceğini, zamanın bükülmesini anlattım. İlgiyle dinledi, “deneyler C.E.R.N’de mi yapılıyor?” diye sordu.Dan Brown hatmi vardı belli ki. Eheh, yine gevelemeye başladım. Deneylerin hep yapıldığını, bunun yeni bir şey olmadığını söyledim. 60lardaki rainbow projesinden bahsettim. “hmm..” Sonra cümlemi tamamlamamı bekleyip, verdiğim bilgilerden ötürü teşekkür etti, işine geri döndü.

Etkilenmiştim. Özellikle ilgisinden. Merakından. Aradan geçen bir haftada kendi dertlerime daldım, bu hadiseyi unuttum gitti.

Öğle arasıydı. Yemeğimi yemiş, kitap okuyordum. Rahatsız etmemeye çalışarak yaklaştı. “ne okuduğuna bakabilir miyim?” Elimde “Ölümsüz (Disipline)” var. Uzattım. Kısa bir gözden geçirmeden sonra ilginç olup olmadığını sordu. Paralel boyutlarla ilgisi olan fakat biraz piyasa kitabı olduğunu söyledim. Öyle sorular sordu ki, kendimi çoklu paralel evrenler hakkında gevelerken buldum. Reenkarnasyonu paralel evrenlere bağlayarak konuyu kapadık. Harika bir öğle arasıydı, bu kızın iştahı beni kendimden geçiriyor.

Bir başka gün, çay verirken ona çarptım ve bardaktan fırlayan kaşık havada birkaç kez salındıktan sonra yere düştü. Refleksim kötüydü, tutamadım. Güldü ve “zorlama kendini, olur böyle şeyler. Hiçbirimiz bir profesyonelin reflekslerine sahip değiliz. Ben Şibumi diye bir kitap okumuştum…” diye başlayınca koptum artık. Şibumiyi bile okumuştu.

Üstüne yürüdüm, sıkıştırdım. “konuş!” dedim, korkuttum. Konuştu.

Popüler kitaplardan klasiklere, beyaz serilerden Nobel ödüllülere kadar inanılmaz geniş bir kitap yelpazeye sahipti. Üstelik bir kitabı beğendiği zaman özellikle aynı yazarın başka kitaplarına yöneliyor ve bir süre sonra yazar hakkında konuşacak birikime sahip oluyordu.9 yıldır eline ne geçerse okumuş. Ve öyle hızlı okuyor ki, bir haftada 500 sayfayı bitirmekle kalmıyor, başka kitaplar istiyor.

Kalakalmıştım. Artık kimin kimden bir şey öğreneceği meçhulleşmişti. Anlattığı şeylerden de etkilenmeye başladım, kitap ödünç istedim. İşte o zaman gülümsedi, ince derisinin yüzeye yakın damarlarına kan hücum etti, parça parça pembeleşti. “Bende hiç kitap olmaz..” dedi. “genelde buradakilerden ödünç isterim, okuyup, geri veririm…”

Aldığım derin nefesi uzun uzun verirken “Amaan..” dedim içimden.. “bende var da noluyor…”

5 Ağustos 2008 Salı

Pagan Düğünü [Bölüm 2]

Davetliler ilk kadehlerini bitirmişler, gözleriyle organizasyonda bir hareketlenme arıyorlardı ki mevsimin en tatlı turuncu ve beyaz açelyalarından örülmüş çiçek geçidinin başında göründü Gratchella. Karlar kadar beyazdı teni, saçları açık kumral, yer yer gümüş sarıydı. Başının yanlarından incelikle tutturulmuş papatya tacı, hafif dalgalı saçların bir parçası gibi duruyor, narin yapılı bukleler yaprakların yanından dökülüyordu. Sarı yaldızlı bir kuşak vardı hem belinde, hem de aynı yaldızlı parıltıdan boynunda.

Parlayan gözlerini iri iri açarak çiçek-kapıdan geçti, pembe gülümsemesiyle herkesi büyüleyerek birkaç saniye etrafa baktı. Buna inanamıyordu, bu mutluluğa, bu doğaya şükran ayinine dönüşen kutlamaya inanamıyordu. Her şey hayalindeki gibiydi, her şey rüyasında gördüğü gibi. Parça parça gördüğü rüyalardaki sembolleri birleştirmek düşmüştü ona sadece. İnsanların gördüklerinden heyecanlanmayı seçmediği detaylardan ilham almış, bu muhteşem kutlamayı yaratmıştı. “Tam olması gerektiği gibi..” diye düşündü. Bu onun hayal gücü değil, doğanın olması gerekeni ona gönderdiği ve onun da doğru okuyup uyguladığı şekliydi. Taşları doğru şekilde resme yerleştirmiş, gerisini doğa halletmişti. Şükretmeliydi.

Yanında ruhunun diğer yarısı, el ele tutuşarak ve davetlileri selamlayarak çakıl taşlarıyla döşenmiş yolda birkaç adım attılar.. Bu onların yeni hayatlarına attıkları ilk adımdı. Mesafesi küçük, anlamı büyük. İnsanlar sessizleşmiş, yeryüzünde bir tanrı ve tanrıça görmüşçesine büyülenmişlerdi. Bir bütündü manzara, bir bütündü elbisesinin tülleri. Gelinlik kavramı kendisini çoktan zarif beyaz dantelli ipek varaklı elbiseye bırakmıştı. Derisi olmuştu parıltılar, saçları olmuştu papatyalar. Doğanın kendisi olmuştu Gratchella. Büyük aşkla sevgilisinin gözlerine kaydırdı gözlerini.

Hiçbir şeyden etkilenmeyen bir tek çocuklar vardı. Koşarak çığlık çığlığa oyunlarına devam ediyorlardı. Gelini gördüklerinde kimsenin nefes almaya dahi cesaret etmeden manzarayı sindirmeye çalıştığı o sessiz anlarda kalabalığı kahkahalarıyla yarıp gelinle damatın yanına geldiler. Bir kız çocuğu, büyük ihtimalle oyunda kovalanan kurbandı, koşarak gülümseyen sevgi yumağının kucağına zıpladı ve boynuna sıkıca sarıldı. Gratchella yumuşakça sardı çocuğu, diğer çocuklar çoktan etrafında dört dönmeye başlamışlar, kısa boylarına içerlemeye başlamışlardı. Ufak bir şoktan sonra herkes gevşedi ve alkışlamaya başladılar. Asil arp müzisyeni kaldığı yerden çalmaya devam etti.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

sorgulamalar..

Bugün güzel bir gün. Özellikle güne mini mini elleri yumur yumur ayacıklarıyla pembeler içinde uyuyan bir prenses görerek başladığım için, daha güzel.

Fotoğrafçılık bende iyide iyiye dikkatimi toplamamı sağlayan, hayata bağlanmamı, tutunmamı sağlayan bir aktivite haline gelmiş olmasına karşın, 365 güne sadık kalamayışım, her güne bir fotoğraf koymama durumu beni rahatsız etmeye başladı. O yakalarsın diyor, fakat yakalayabilmem için keyifli olmam lazım ve bu da sadece kendimi evle ve hayatımla bağlantıya geçtiğim anlarda kapımı çalan bir duygu. Kendi içime çok döndüm, yine.

Tatsız bir sabah iri iri açılmış mor ve kanlı gözlere eşlik eden dehşetli bir ifadeyle söylenmiş “Nasıl, rüya ile gerçek farklıymış, değil mi?!” çığlığının ne tiz titreşimlerini çıkarabiliyorum zihnimden, ne de o korkunç yüzün vermeye can attığı mesajı. Eskiden olsa bu tartışmayı “her güne bir dehşet” başlığı altında toplar, alışmışlığın kayıtsızlığıyla çok da etkilenmemiş olurdum, fakat durağan bir huzur ve neşenin ardından gelen can yakma arzusuyla kavrulmuş kıvamlı tepkiyle bir anda karşılaşmak, fotografik hafızayı canlandırdı, ürküttü. Belki de ifadeden çok mesaja takılmalıydım. Ama yapamadım. Bu defa görsellik, kelimelere ağır bastı, beynime kazınıverdi. Ve düşününce, farklı olan rüya ve gerçek değil, insanlar. Hayalimde kurduğum her şey geliyor, fakat hayalime dahil olmayan duyguları da beraberinde taşıyor. Farklı olan o, farklı olan benim.

Bunu ne kadar sorgulayabilirim…?