23 Kasım 2010 Salı

Çok uzun zaman yazmayınca insan, nereden başlayacağını şaşırıyor.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Memento Mori







Wiki alıntısı ile başlayalım:
Memento mori, "fani olduğunu hatırla", "öleceğini hatırla" veya "ölümünü hatırla" gibi şekillerde çevrilebilecek bir Latince deyiş. Ayrıca bu deyiş, aynı amacı taşıyan fakat farklı şekil ve konseptleri kullanan çeşitli sanat eserleri için de kullanılır ki buradaki aynı amaç insanlara faniliklerini, ölümlü olduklarını hatırlatmaktır.
Memento mori, bir başka şekilde, 19.yy yaygın ölü fotoğraflama anlayışına verilen bir isim.  Buradan hareketle, aşağıda Memento Mori başlığındaki bazı çalışmalarımı bulabilirsiniz. Yaşam, yaşamın tadı, ölüm..Üzerine tıklandığında doğrudan flickr hesabıma yönlendir. Sevgiler!
Memento Mori
Memento Mori
Memento Mori
Memento Mori
Memento Mori
Memento Mori

18 Temmuz 2010 Pazar

Günlerden; Gerçek-üstü Kadın

Karşımda o.
Tanrı kimseye kaldırabileceğinden fazla yük vermezmiş ya..  Onun sırtına  bakıyorum, şaşırıp kalıyorum. Öyle büyük ki  küfeleri, şimdiye kadar kimsede böyle derin, böyle dünya içinde dünya taşıyan küfeler görmemiştim. Bir de kendiminkine bakmak istiyorum, göremiyorum. Bir tek  onu göremiyorum zaten.  Herkes,  tüm ağırlıklarıyla karşımda. Çıplak görmek bir ruhu, zevk değil, acı verir. Acılar içindeyim..
Sohbet ediyoruz.  Zaman daima bizi baltalayan bir Pan oldu etrafımızda. Eline mesafe  flütünü alıp çalmaya başlamaya görsün.  Hareket etmesek bile, ayaklarımızın altındaki toprak kaymaya, gündüzler gece olmaya başlar ve olduğumuz yerde kıpırdamadan uzattığımız ellerimiz, bir an sonra birbirine değmemeye başlar. Anlarım ki, insanların “haftalar geçti” dedikleri şey gerçekleşmiş.  Ama oradayızdır.
Elimde bardak, içinde tadına doyamadığım çay. Çay mı bilemediğim şey, tadına doyamamak. Rüzgarın esintisi, çevrede hafif insan uğultusu.. Çardak tahtasına dolanmış çiçeklerin oynaşı.. Konuşuyorum, karşımdakinin sesiyle, duyuyorum onu, kendi sesimle.. Çoktan tek yürek ve tek zihin, bağlamdan uzaklaşmışız bile.. Kimbilir hangi senfoninin, kaçıncı albümünde, hangi yaprağı çeviriyoruz..
Derken bir kadın geliyor yanımıza. Bir ışıltı. Bembeyaz ve kupkuru, buruşuk tenine bakıyorum. Dişleri dökülmüş bir köylü kadın. Gagavuz Türklerine benzer kendisi. Yüzünde saflığın  içtenliği, elini uzatıyor aldırmadan  mesafelere ve bireyselleşmiş dünyanın koyduğu korkak sınırlara. Elini uzatıyor, benim sırtıma, ha, hayır, onun sırtına. Pat,pat vuruyor ve simsiyah gözbebekleriyle bembeyaz ışıklar saçarak ninni gibi konuşuyor: “Ne güzel kadınsın sen.. Seni izliyorum bir süredir.. Çok güzel kadınsın sen, çok!”
Ben duruyorum, nefesim duruyor.  Oynaşan çiçekler duruyor. Bardağı yerine koyarken  zıplattığım damla havada duruyor.  Rüzgar duruyor, ve O da duruyor.  Kadın, elini O’nun omzunda bırakıp gidiyor sanki.  Her şey, her şey o yaşlı, köylü kadını saygıyla bekliyor, selamlıyor akışına devam etmek için. Benden izin almaksızın kanım bile akmaktan vazgeçerek duruyor, selam ediyor kadına.
Kadın uzaklaşmış, fark etmiyoruz. Belki de bir anda yok oldu?.. Emin olamıyoruz.  Hatta, bunları konuşamıyoruz. Akış; kadının gitmesiyle yeniden başlasa bile, bu defa biz devam edemiyoruz, bir süre.
“Ah!” diyor, “Keşke fotoğrafımızı çekseydin.”
Elime bakıyorum. Farkediyorum makinemi.  Ama bir şüpheyle sarsılıyorum, acaba böyle bir şey, görüntülenebilir miydi?
“Acaba gerçek miydi..?”  
Bu soru pek çokları tarafından ciddiye alınmayacak, ama O büyük bir ciddiyetle düşünüyor sorumun cevabını.  Çünkü o da emin olamıyor.
Etrafa bakıyoruz, her şey normal. Herşey, belki birkaç saniyede gerçekleşen olaydan önceki gibi.  Bir tek biz, eskisi gibi değiliz. Birkaç saniye öncekinden çok farklı, hayatında bir mucize yaşamış insanlar gibi, bambaşkayız.  Kaç kişi hayatında bir mucizenin öznesi olabilir ki?
Veya, kaç kişinin hayatında, koruyucu meleğinin eli onun omzuna değer ki..? Kaç kişi, bir meleğin kendisini göstermeyi seçeceği kadar üzüntülü, bu mucizeye nail derecede kıymetli olabilir ki..
Ben bir tane biliyorum..
Ve şu anda, siz de biliyorsunuz.





11 Temmuz 2010 Pazar

5/365 Maskeler


Bazen size hiçbirşey ifade etmeyen bir insanın sözlerine, sırf dikkate alındığını düşünmesini istediğiniz için mimik yaparsınız.
Mimikler elinden geleni yapar, fakat sonuç başarısızdır. Anlatılan karşısındaki "şaşkınlık beklentisi"ne verebildiğiniz tek ifade, donuk bakışlardır.
Tek istediğiniz, nefes almaktır...

Seslendirirsek:
"yaa... ..ilginç.."

6 Temmuz 2010 Salı

3/365 İstediğine Odaklanmak -Kedizooka

Catzooka 3/365

Yoksa hayatında olmasına istediklerine odaklanan ve onları elde etmek için sorumluluk alanlardan mısınız..?

5 Temmuz 2010 Pazartesi

2/365 Hayatın Seyirlik Fırsatları...

Hangi kategoridesiniz? Kendi hayatınızın izleyicisi mi, yoksa...

Flying Opportunuties of Life 2/365

365 Set Projesi 1/365

365 projesi, her gün (genellikle fotoğrafçının kendisini) görüntülediği bir karenin yayınlanması ve fotoğrafla ilgili oluşturduğu konsepti anlatmasından oluşuyor. Bu konuda flickr.com sitesinde çok eğlenceli setler mevcut. 2 sene önce başladığım projeye devam etmemiştim. Bu defa her gün azimle çekmeye ve bu projeyi sonlandırmaya niyetliyim. İnsanın yaratıcılığını kamçılayan zevkli bir uğraş. Her gün burada da anlatacağım. Dün yazmaya zamanım kalmadı. Dünkü fotoğraf:No Escape from a Passionate Lover
" Tutkulu aşk herşeyi görür" veya
"Tutkulu aşıktan kaçış yok"

3 Temmuz 2010 Cumartesi

Pink Martini Konseri, Yaşasın!

Pink Martini 6 Temmuz Salı günü ODTÜ Vişnelik'te!!!
Ruhun gıdası, muhteşem müzisyenler. Ben de orada olacağım. Gelemeyecekler için çerezler, tinleyinis:


30 Haziran 2010 Çarşamba

Deneysel Yaşam

Bugün kahvaltıdan sonra, dün duş sırasında mırıldandığım harika bir şarkıyı paylaşmak istiyorum. La vie en rose. Ama kesinlikle Louis Armstrong versiyonu.
Kendi kendime mırıldanmakla kalmayıp, ortaokuldan kalma blokflütümü elime alıp çalmaya başladım. Ya cazın sihri bu, ya da hala çalabiliyorum.
İçim hüzünlü. Çünkü yaşım genç lakin iz bırakan hatıralarla dolu yüreğim. Bize yalnızca “aman aman can Hatice” yi 3 delikle çalmayı öğreten ve bunu bizlere yeterli gören  müzik öğretmenimize inat, MEB’in o dönem müzik dersleri için hazırladığı 3 yıllık öğrenim programını içeren blok flüt kullanımı ile ilgili kitabını su gibi heyecanla içtiğimi hatırlıyorum. Yaş 13-14. Sıklıkla akşamları, ya da evde yalnız kaldığımda, saatlerce notaları ve şemaları incelerdim. Notaları, delikleri, tutuşu gizli bir karargahta harita inceler gibi anlamaya çalışırdım. Anlamsız seslerden, anlamlı seslere giden yol uzun sürmedi. Birkaç ay içinde kitaptaki tüm ezgileri çalar oldum.  Spora başlayana kadar, gerçek anlamda kendimi kendimde kaybettiğim tek şeydi o krem rengi blok flüt.
Geri dönüp baktığımda hatırladığım kıskançlık anlarım çok azdır da, 90lı yıllarda Melissa Joan Hurt’ın çocuk dizisini izlerken (Clarissa Explains it all) yan flüt resitali verdiği bölümü izlerken hissettiğim kıskançlığı hiç unutmam. Işıl ışıldı, parlıyordu flüt. Özenle kutusundan çıkarıyor, siliyordu. Hemen gidip kendi blok flütümü aldım izlerken. O plastikimsi mat yüzeyine dokundum. Dizinin o günkü bölümünde, resital yüzünden kendini baskı altında hisseden ve bu nedenle rahat hissedip muhteşem çaldığı kendi bölgesine (zone) girmeyen bir kızı canlandırıyordu. Kendimi hayal ettim onun yerinde... "Ben strese girmezdim, sonuçta çok sevdiğim bir şey" diye çıkarımda bulundum. Ve o gün, hayatımda çok sevdiğim şeyleri yaparken asla strese girmeyeceğim konusunda kendimle anlaşma yaptığımı hatırlıyorum, bugün. 
Bir söz de verdim. Hayatım boyunca sevdiğim şeyler yaparak para kazanacaktım. 
Çocukken verilen sözlerin çoğu, ilk dondurmayı görene veya sonraki ilk çikolatayı yiyene kadar kalıyor olsa da akılda, aradan yıllar geçmiş ve ben bu sözümü yeniden hatırlamış olmaktayım. Çünkü insanın kendisiyle yaptığı anlaşmalar akılda değil, kalpte kalıyor. Zihninizden uçup gitse veya size öyle gelse de, anlaşmalara her aykırı adımda bir ince iç sıkıntısı olarak varlık göstermeye çalışıyor. 
Doğrular, "buradayım, aslında.." diye sessiz çığlıklar atarken, insanlar iç seslerine aldırmadan "mantıklı" yaşamlar kurmaya çalışıyor, mantıklı gelen uygunsuzluklarla. Uygunsuzluğu insanın kendi ruhunu beslemeyen, tatmin etmeyen şeyler olarak tanımlayınca, kitleler halinde mutsuzluklar da kronikleşiyor yaşamlarda. 
Birşeyin uygun olduğunu anlayabilmenin tek yolu, deneyimlemek oluyor çoğu zaman, eğer kalpten gelen hisler olumsuz değilse. Mantığa kulak tıkamak aç bıraksa da, asil açlıklarla ölmeyi tercih edebilecek kadar deneysel bir yaşam kurmalı insan.

Yan flüt zevkim, gelişerek kendini klarnet aşkına bıraktı. Hala listemde, öğrenilecekler başlığında ilk sıralarda. Karışık sırayla gidiyorum. Gündemimde bir başka aşkla ilgili proje var. Doğum sancısı çekiyorum. Fotoğraf aşkı, çok yakında büyük bir kutlamayla doğacak, ve ben de bu deneysel yaşama kodlarını özgür bırakarak dünyaya getireceğim bebeğin her aşamasını sizlerle paylaşacağım.

Deneysel kalın!
Sevgiler.




20 Mayıs 2010 Perşembe

Ejderlerin Mağarası (Dragons' Den)

Bloomberg  Türkiye’de yayına başladığından beri, izlediğim 4 kanala bir yenisi eklenmiş oldu.  Dragons’ Den (Ejderlerin Mağarası) adlı programdan bahsetmek istiyorum.
İngiltere’de, bizim koçumuz, sabancımıza denk gelen ayarda beş yatırımcının, ülke çapında her konudaki girişimcinin ihtiyacı olan para karşılığında hissesinden pay alması yöntemiyle çalışan bir sistem. Örneğin benim bir şirketim var, patentini aldığım bir ürünüm var ve sırf maddi imkansızlık nedeniyle veya çevrem olmadığı için piyasaya giremiyorum. 100 bin ihtiyacım için karşılarına çıkıyorum ve olayımı anlatan bir sunum yapıyorum. Karşılığında da kazancımdan belli bir kar payı teklif ediyorum. %10, 15 gibi. Eğer gelecek vaat ediyorsa ürünüm, ana ihtiyacımın tamamını veya belli bir kısmını  veriyorlar ve benimle pazarlık ediyorlar.  Anlaşırsak, ben paramı alıyorum, onlar da uzun vadeli yatırım yapmış oluyorlar. Bir de Wiki alıntısı yapalım hemen: 
Dragons' Den (Türkçe:Ejderlerin Mağarası) Japonya kökenli formatına Sony ve kısmen Microsoft'un sahip olduğu risk sermayesi konulu televizyon programı. Programa katılıp fikirlerini açıklayan girişimler Ejderha denilen iş uzmanları tarafından yaratılan finansmanla güvenceye alınmayı hedeflerler.Yarışmacılar genellikle ürün tasarımcıları ya da potansiyel olarak çok karlı uygulanabilir iş fikri olan hizmet sağlayıcılarıdır fakat fon ve yönetim eksiklikleri vardır. Her birinin kendine has iş sahası olan, kendilerine ejderha adını veren beş zengin iş adamı bu ürünleri ve fikirleri değerlendirmektedir.
Bu programın en sevdiğim yanı, 1-Değişik fikirlerle çıkan insanlar, 2- Kaliteli bir sunumun inceliklerini gözlemleme fırsatı.Bazen biri çıkıyor ve işte ürünüm bu ben buyum bana yatırım yapın diyor. Ejderlerin ilk iki sorusuna cevap veremez durumda oluyorlar. Bazen de biri çıkıyor ve akla ilk aşamada gelecek tüm soruları cevaplayacak şekilde bir sunum yapıyor, üstelik olası yıllık bilançoyu bile çıkarmış neredeyse. 
İşte keyif, insanın o anda hayal kurmasıyla başlıyor. Oradaki yatırımcının yerine kendinizi koyun ve düşünün. Sunacak kadar değerli bir fikir ürettiniz mi? Fikrinizi nasıl anlatırdınız? Uçmak serbest, limit gökyüzü. 

Bu program şimdi Türkiye'de de çekilmeye başlanacak. Belki uçmak için beklemeye çok da gerek yoktur:)

15 Mayıs 2010 Cumartesi

Anlamsız Hastane Diyalogları 1

Annem bugünlerde biraz ızdıraplı. Sağ kol altındaki lenflerden birkaç tanesini aldılar. Ameliyat ertesi herhangi dikkat çekici bir komplikasyonla karşılaşılmadı derken önce vücudu bir maddeye karşı alerji duyduğu için şişti, apar topar gittiğimiz hastanede minicik bir hapla normal boyutlarına döndü, ardından yalnızca kol altında su birikmeye başladı. Tekrar hastaneye gittik.
Saat 22 civarı. Acil girişinden girdik ve derdimizi ilk deskteki ilgisiz bakışlı hemşiremsi kıza anlatmaya çalıştık.
“Sorun nedir?”
Annem başladı: “Şimdi ben önce ameliyat oldum, ardından vücudum enjekte edilen bir maddeyle şişti, şimdi de kolumun altından göğsüme doğru inanılmaz bir şişlik var ve çok acıyor”
“Doktorunuz kim?”
“Filanca Bey”
“Şişme ne zaman oluştu?”
“4 gün önce yumurt kadardı..sonra..”
“Aa, çok üzgünüm ama 4 gün önce niye gelmediniz? Burada acil vakalara bakıyoruz. Doktorunuzla konuşmadan bişey yapamayız.”
Ben müdahale ettim, “Ama bakın u geceyi geçirecek durumda değiliz, çok ağrısı var, birşeyler ters.”
Kız hiç ayırmadığı bakışlarını bilgisayar ekranından kaldırıp birkaç saniye için beni süzdü. Suratımdaki endişe acaba onda “bu kadın ağrıdan bağırıp duruyor, nasıl uyuyalım” etkisi mi yaratıyor diye düşünmeden edemedim.  Ses tonumu biraz yumuşatıp “Bir acil doktorumuz görse olmaz mı? Eminim verebileceği talimatlar vardır, en azından” dedim.
Bakışları yine ekrana kaymış, kayıtsızlığı yeniden yüzüne yerleşmişti. “Peki, bir tane acil doktorumuz var zaten, o da ileride. Pek sanmıyorum ama belki yardımcı olur. Sonuçta o bir acil doktoru..”
Son cümleyi açıktan açığa belli olacak bir küçümseme ifadesiyle söylemişti. bir “acil doktoru” olmak, buradaki hiyerarşide hafife alınacak birşeydi herhalde. Ya da arası bozuktu doktorlarla, veya yorulmuştu.. Otomatik empati kuran düğmeyi kapamaya karar verdim zihnimdeki ve annemle ilerlemeye başladık uzun, tuhaf kokulu koridorda.
Koridorun sonu, bir başka alanın başıydı, ve yeni bir desk, gürültülü insanlar, hastalarla doluydu. Bilgisayar başında bir hastabakıcı, yeşil kıyafetiyle oturmuş, yüzünde aynı kayıtsızlıkla, birşeyler yapıyor. Bu defa söze ben girdim. “Acil doktoru ne taraf..”
“Birazdan gelir.”
birazdan, gelmedi. Ayakta beklemek, gecenin ilerleyen saatleri, hastaların acılı inlemeleri, o tuhaf iğrenç koku. Annemin yüzündeki ızdıraplı ifade.
“Doktor bir hastayla mı ilgilen..”
“Buralardaydı, gelir şimdi.”
Şimdi de gelmedi. Epeyi bekledik. Ayakta. Yoruldum. Dayanamadım, alabildiğine sert bir tonda aklıma gelen ilk şeyi söyledim. “Üçüncü kattaki genel cerrahi bölümünde bir nöbetçi doktor olmalı değil mi? Olmalı olmalı. Derhal onu arar mısınız, ayrılmasın, yanına çıkıyoruz!”
Aptallaştı. Yüzümü ve beni de o an farketti. Birkaç saniye bakıştık.Aklım durmuş, kendimi yükselen adrenaline teslim etmiştim. Hani ilk kelimesinde saldıracak gibi hissediyordum. Ve hiç beklemediğim, aklımdan hiç geçmeyen birşey oldu; kahkalarla gülmeye başladı!
Kafasını az ileride onun yazdığı şeyi bekleyen beyaz önlüklü bir intern'e çevirdi. Ve ben de o çocuğu o an farkettim. Çocuk beni farketti. Annem çocuğa baktı. Ben anneme baktım. Çocuk bana baktı. Hepimiz aynı anda tiksintiyle hastabakıcıya baktık.
“Ben cerrahide asistanım. Minik bir dosya için buradayım. İsterseniz işim bitene kadar siz bana sorun nedir anlatın, ve birlikte yukarı çıkalım.”
O huzurlu yeşil gözleri unutmayacağım.
Annem olanları teker teker anlattı, çocuk sevgiyle dinledi. Hem ben sakinleşmiştim, hem annem. Az sonra elimde annemin dosyası, çocuk ileride biz bir adım arkada uzun koridorların sonundaki asansördeydik.
...
Sonraları geldi aklıma. Ben hala o çocuk meymenetsiz suratlı hastabakıcı niye güldü, anlayamadım. Hastaneye ne zaman gitsek düşünürüm, o adam niye güldü. 

10 Mayıs 2010 Pazartesi

Günlerden…1

Cumartesi
Henüz 14-15 yaşlarında, tatarları andıran hafif çekik gözleri ve teninin beyazlığına inat simsiyah saçlarıyla, yaşının tüm masumiyetiyle camdan dışarı bakıyor. Üzerinde omuzu düşük beyaz bir bluz var. Çantasını dizlerinin üzerine koymuş, elinden çekip alıvereceklermiş gibi sımsıkı tutuyor.
Ben arka sıradayım. Güneş ışığını görenin tüm ter kokularıyla birlikte kendisini dışarı attığı otobüsün arka sıralarından birinde oturuyorum. Boğazdan gelen hırıltılı harflerin “k” gibi keskin kelimeleri mutasyona uğratışını dinliyorum. Tersine yerleştirilmiş koltuklardan birine oturan  küt siyah saçlı çekik gözlü masum kız tam karşımda, görüş alanımda. Biletçinin hemen ilerisinde. Sıcak, ağır ter kokusu, hırıltılı sesler ve kentin en iyi semtlerinden birindeki otobüste; içimdeki huzura bir tek bu kız hitap ediyor o an için. Dalgın düşüncelerle gözüm akamayan trafiğe takılıyor. Benden başka kimse farketmiyor onu. Beni de. Sıradanlıklarda kaybolmuşuz.
Ufak çantasından daha ufak bir çanta çıkarıyor, ve onun içinden parmak kadar süslü bir ayna. Bembeyaz aklı gözlerine bakıyor, etli dudaklarını kontrol ediyor. hızlı hareketlerle, açılmaktan bitmek üzere olan küçük bir göz kalemi çıkarıyor ve otobüsün sarsıntılarına aldırmayarak dikkatlice önce tek gözüne, sonra diğerine sürüyor. Eğlendim bu davranışı karşısında. Hoşuma bile gitti. Üzerine yapışmış 15 yaş ezikliğine isyankar bir davranış olarak yorumladım.
Kalemi yerine koyduktan sonra yine parmak kada bir silindir çıkardı, ucundan anladım ki, göz altı kapatıcısı. Hızlı hareketlerle tek elinde süslü ayna olduğu halde hiç de örtülmeye gerek olmayan göz altlarına savaş boyası gibi sürdü onu, bastırarak ve sahip olduğu taze cildin kıymetini bilmez şekilde, hunharca dağıtarak yedirdi kapatıcıyı. Anlam veremedim, hatta biraz hayal kırıklığına uğradım.. içimde onunla kurduğum şeffaf özdeşlik, belli belirsiz hale geldi. O ise devam etti, sıra hiç ummadığım bir yere, kirpiklerine geldi. bir rimel çıkardı, ve hala nasıl denk getirdiğini bilemediğim bir zamanlamayla kırmızı ışıktayken otobüs, teker teker kirpiklerini boyadı. Zordur. hatasız başarması, işleri ilginç hale getiriyordu.. İnsanlar yavaş yavaş onu farketmeye başlamasına rağmen, o; etrafında hiç kimse yok gibi davranıyordu. Bir odada, bir arabada, bir tuvalette tek başına gibi, kimseyi görmeyerek devam etti. İçimden artık durmasını diliyordum, kimbilir neden. Bir allık fırçası çıktığında o küçük çantadan, hakkındaki hırıltılı fısıltılar ve çakmak bakışlı gözlerle çoktan sarmalanmıştı.
Ve bir ruj çıktı bu defa. Küçük çantası bir karadeliğin diğer tarafı gibi, daha önceden atılımış herşeyi püskürtüyordu. Bir an o çantayı açıp, önce ellerini, sonra kafasını ve sonra tüm bedenini sokarak kaybolacağını sandım. bir an o çantanın tüm otobüsü, tüm yolcularıyla yutacağından korktum. sonra tüm şehri yutabilirdi, ve dünyayı, ardından.
Yüzüne baktım. Değişiyordu. Her hamlede güzelliği gittikçe değişiyordu. çirkinleşmiyordu hayır, fakat, sanki artık birkaç sıra ötede oturan 15 yaşındaki beyaz tenli siyah küt saçlı utangaç kız, Singapur’daki çocuk fahişelerden birine dönüşmüştü. Bu düşünceyle sersemleyip hem bakışlarımı hem fikirlerimi kaçırmaya çalışırken büyük bir gürültüyle durdu otobüs. Diğerleri gibi ayağa kalktı, sadece kafasını görebiliyordum artık. açılan delikten hacetini gören otobüs sessizleşirken, o da dışarı aktı. Ne giydiğini o zaman görebildim. Bileklerine yapışan dar bir pantolon, ayaklarında bir takım elbisenin altından çalınmış hissi veren siyah ince topuklu yüksek ayakkabılar. Yürüyemiyordu bile, taşıyamıyordu o havayı. Profesyonelmiş, büyümüşmüş havasıyla yürümek için verdiği o çaba, yaşının son havasını da söndürdü. İçimde başta yarattığı huzur karmaşık bir ızdıraba dönüştü, derin sıkıntılarla barsaklarını yeniden dolduruşunu izledim otobüsün.. Bir sonraki durakta beni de atacaktı nasılsa, düğmeye bastım…
Keşke, dedim. Keşke o çanta sahiden yutsaydı hepimizi. Başka bir dünyada, başka şeylere uyansaydım. Otobüs gerçek olmasaydı..

6 Mayıs 2010 Perşembe

Irkçılık Üzerine

Bu olay 14 ekim 1998 de kıtalar arası bir uçuş esnasında gerçekleşmiş. "Bir kadın, uçakta zenci bir adamın yanında oturuyordu. Durumdan rahatsızlığını belli edercesine, hostesten başka bir yer bulmasını istedi, zira öylesine antipatik birinin yanında oturamazdı. Hostes, tüm uçağın dolu olduğunu fakat birinci sınıfta yer olup olmadıına bakacağını söyledi. Diğer yolcular şaşkınlık ve tiksintiyle olayı izliyorlardı, bu kadının sadece terbiyesizliğine değil, bir de birinci sınıfta yolculuğu devam edeceğine şahit oluyorlardı. Zavallı adamcağız çok kötü bir durumda olmasına rağmen cevap vermemeyi tercih etti. Bu yüksek tansiyondaki durumda kadın, birinci sınıfta ve o adamdan uzak uçabileceğinden tatmin olmuş, hostesin dönmesini bekliyordu. Birkaç dakika sonra geri gelen hostes, kadına: "Çok özür dilerim geciktim.Birinci sınıfta bir yer buldum… Bu yeri bulmak biraz zamanımı aldı, sonra yer değişikliği için pilottan izin almam gerekiyordu. 'Hiç kimse sorun yaratan bir diğerinin yanında oturmak mecburiyetinde tutulamaz' dedi ve bu izni verdi." Diğer yolcular kulaklarına inanamıyorlardı, bu esnada kadın da bir zafer kazanmış gibi yerinden kalkmaya hazırlandı. Aynı anda hostes, oturmakta olan zenciye dönerek: "Beyefendi, sizi uçağın birinci sınıfındaki yeni yerinize götürmem için beni takip eder misiniz lütfen? Seyahat firmamız adına kaptan pilotumuz sizden böyle nahoş bir olay yaratan kimsenin yanında oturmak mecburiyetinde bırakıldığınız için çok özür diliyor." Tüm yolcular hep birlikte, bu olayı iyi bir biçimde sonuçlandıran uçak personelini alkışlayarak tebrik ettiler. O yıl, kaptan pilot ve hostes uçaktaki davranışlarından dolayı ödüllendirildiler. Aşağıdaki mesaj, tüm ofislere personelin görebileceği bir biçimde iletildi: "İnsanlar onlara ne söylediğinizi unutabilirler. İnsanlar onlara ne yaptığınızı da unutabilirler. Ama insanlar, onlara kendilerini nasıl hissettirdiğinizi asla unutmazlar."

14 Nisan 2010 Çarşamba

Lost 6x12

Alternatif evrenler bağlaması bütün bilim ve mit sevenleri tatmin edebilecek bir olay olarak Lost’a dahil oldu 2 bölümdür. Daha doğrusu anlamamız sağlandı açık şekilde. Bu haliyle her şey hoş, yalnız diğer evrende olan şeyler ana evren olarak açıklanan adadaki hayatı eş zamanlı etkiliyor mu?
Çünkü  kendisine kuralların işlemediği adam Desmond Bro alternatif evrendeki bütün adayların ada evrenindeki olayları hatırlamasına onların sabitlerini (aşklarını) hatırlatarak yardım ediyor fakat adadaki duman-şeytan olan Locke’u ezip geçiyor arabasıyla.
Bu davranışlarıyla bana Jacob’u hatırlatıyor. İnsanları adaya çekmek için aday belirlediği kişilerin hayatlarına bir şekilde müdahale ediyordu. Tam bu noktada Demond’u Jacob’a benzettiğimde, aklıma acaba Jacob da zamanında  kahramanlarımızı seçerken aslında onların yaşadığı evren de ilüzyon gibi bir başka paralel evrendi ve onları bu yüzden tek gerçek evren olan adaya mı çekti diye düşünceler geliyor. Belki ada aslında evrenler arasında geçiş yapan bir gerçeklik ve olağanüstü derecede elektromanyetik güçle çevrilmiş olmasının sebebi bu, geçiş için olağanüstü güce ihtiyaç duyuyor.
Desmond’un Jacob’lığı adada Flocke onu kuyudan aşağı itince anlaşılmış oldu bir anlamda. Yakub’un başına gelen de bu değil miydi dinler tarihinde?


5 Nisan 2010 Pazartesi

Çok Filim Hareketler Bunlar


Çok eleştiri var hakkında… Çok beğeneni, hiç beğenmeyeni… Ama maksat kafa dağıtıp gülmekse, tercih edilebilir.
Çok Film Hareketler Bunlar filminden bahsediyorum. Skeç skeç akan film, kesinlikle dünyada bir ilk. Kategorilendirilemiyor ve bir benzeri, bu şekliyle yok. Her skeç güldürmese de, bazıları biraz uzun tutulmuş gibi düşündürse de, kendi yazdıkları müzikal tadında şarkıları ve çocuksu oyunculuklarıyla, tüm beğenimi topladı.
Sinemaya artık yalnızca 3 boyut teknolojisini yaşamak için gidilebilir gibi kurallar koyduğum için kendi kendime, dvdsi çıkana kadar beklemeyi düşünmeme rağmen, fragmanlarda sık sık dönen sivrisineklerin “ziyuu” diyerek uçtukları ve “bu gece de uyku, yok size” diye dansettikleri sahneyi görünce dayanamadım ve koşa koşa izlemeye gittim.
"Elalem Ne Der" skeci çok eğlenceli, lakin bir "Film Fragmanı" skeci var ki, tek kelimeyle OLAĞANÜSTÜ. Filmi olmayan bir fragman çekmişler. O kadar söyleyeyim. Ve bir de tüm Hollywood klişelerini kullanmışlar. Olamaz böyle bir şey. Muhteşemdi.

Çok memnun kaldım, eğlencelik buldum ve tavsiye ederim :)


Zihinsel Sürtüşmeler - Özgürlük

Hola

Çılgın bir haftasonu ardından nihayet kendime ayırabildiğim şu dakikalarda, rengarenk pek çok duyguyla dolup taşmamı sağlayan herkese ve her şeye minnettarım. Şanslı, pek şanslı hissediyorum kendimi ve bu pek ender bir durumdur benim için. İlham, beyin fırtınası, sorgulamalar, neşe ve bunların yanında tanımlayamadığım hislerle dolu bir haftasonu geçirdim. Maminin kahkahaları hala kulaklarımda…:)

Zeki insanları seviyorum. Normal ve sıradan insanların (evet aşağıladım) yanında beynini kullanmadan da iletişim kurabiliyor insan. Kafayı çalıştırmaya gerek kalmıyor. Zaten fazlasını ne onlar kaldırabiliyor, ne de insan buna “gerek” görüyor. Gayet yüzeysel ve “anlam”dan uzak bir iletişme yolu ile hayatlarını geçirebiliyorlar.

Zeki insanları seviyorum. Onların zekaları, birlikte geçirdiğiniz vakit boyunca, yalnızca kendiniz için çalıştırdığınız zihninizin derinliklerindeki kıvrımları ateşliyor. Bir ateşleme bir diğerini, ve o da başka diğerlerini harekete geçiriyor. Zihin sözlüğünde çoktan karşısına tanım yazdığınız kavramları yeniden ele alıyor, onları n bir gelişmişiyle tekrar yazıyorsunuz. Hatta her koşul ve durumda yeniden yazılması gereken şeyler öğreniyorsunuz. Bazen hiç konuşmadan, yalnızca karşınızdakinin zekasına duyduğunuz heyecandan ötürü zihninizde çılgın roller coasterlar dönüyor, o kişi/kişilerin varlığı bile sizi sizin gerçekliğinize yaklaştırıyor..

İnsan yalnızca güvendiği kişilerin yanında özgür kalabiliyor. Evet özgürlük ezberim bozuldu. Bir süredir nedir insanı gerçekte özgür kılan sorunsalıyla boğuşurken, ilk ışık huzmesini gördüm. Pozitif negatif kuzey güney şu bu tanımlardan bahsetmiyorum. İnsan zihnini özgür bırakan şey, gerçekte, denk veya daha fazlası olan bir insanla kendisini ve dünyayı kadim sırlardan biraz daha arındırabilmek. Bu uğurda verilen çaba, zihni et parçası halinde tutan maddi sınırların kurduğu hapisaneyi her adımda biraz daha transparan hale getiriyor. Bir gün yok olacak o hapisane. Fikirler insanların kafalarında taşıdıkları ve etin glikozla beslendiği uyuşuk hapisaneyi inceltiyor. Ve bu ancak insan kendi fikir döngüsünde boğulmazsa gerçek olabiliyor. Çünkü kişi, yaratım gücüyle oluşturduğu fikri hiçbir denk fikrin eleştirisine açamadığında, etten olan hapisane bu defa kendi düşüncelerinin yarattığı girdap haline geliyor. Belki de bu yüzden, “birbirimize ihtiyacımız var”…

Özgür olmak için, bir alt basamaktaki birilerini özgür bırakmalı, ve bir üst basamaktakinin özgür bıraktığı kişi olmalı. Ve bu akut bir durum değil. Her fikir, her düşünce, her ezber için, her üretim için yeniden oluşan bir durum. Her, “kapıyı gösterdiğiniz ve içeri girmesini sağladığınız” kişi özgür kalıyor sanmayın, bir konuda sizi özgür bırakan, bir başka konuda kapıyı değil göstermenize, bizzat açmanıza ihtiyaç duyuyor olabiliyor. Bütün insanların anlama ihtiyacı var, ve bu ihtiyacın farkında olmayarak yaşayan bir milyon insan var. Yeni parayla bir milyon! Onlar kendi sayılarını dahi maddi unsurlarla ölçmeye pek gönüllüler.

Kimse özgür değil. Her konuda. Ve hiçbir konuda pek çoğu-muz.

Evet.. Çılgın bir haftasonu ardından nihayet kendime ayırabildiğim şu dakikalarda, rengarenk pek çok duyguyla dolup taşmamı sağlayan herkese ve her şeye minnettarım. Şanslı, pek şanslı hissediyorum kendimi ve bu pek ender bir durumdur benim için. İlham, beyin fırtınası, sorgulamalar, neşe ve bunların yanında tanımlayamadığım hislerle dolu bir haftasonu geçirdim. Ve herkese teşekkür ediyorum…

Belki de bu yüzden, sırf bu yüzden “bile” … “birbirimize ihtiyacımız var”…

Sevgiler...

27 Mart 2010 Cumartesi

Zamanın Başlangıcından Beri-Lost

  • · Lost’un Ab Aeterno bölümünde olayı insanın iyi oluşuna güvenerek özgür iradeye karışmayı reddeden bir Tanrı(Jacob), İnsanların doğası gereği kötü olduğunu ona kanıtlamaya çalışarak kendi özgürlüğünü isteyen bir Şeytan(Flocke), Yaşlanmayan ve Tanrının müdahale etmediği iradeyi Tanrı adına iyiye yönlendirmekle görevli bir Peygamber (Ricardo)(burada Richard’ın yaşlanmıyor olması İsa Mesih’in “aslında” ölmemiş olmasıyla örtüşüyor), Adayı da Cehennemin tıpası olarak bağladılar ya…
  • · Titus Welliver için izlenebilir. Zaten senede bir kez görebiliyoruz dizide.

22 Mart 2010 Pazartesi

Alice Harikalar Diyarında


“Kafası o kadar kocaman ki, içinde bir şeylerin büyüdüğünü düşünmeye başladım”(Beyaz Kraliçe, Kızıl Kraliçe hakkında konuşurken)

Alis harikalar diyarında, kendi düş dünyasından gerçek hayat yüzünden ayrı kalıp, kim olduğunu unutmaya başlayanların, düşlerini ve kendisini hatırlaması için mutlaka izlemesi gereken bir film.

Avatar bütün 3d sinema salonlarını doldurduğu için Alice maalesef 2d olarak gösterime girmişti Ankara’da. Alman gazetelerinde bununla ilgili bir haber bile yayınlandı, çünkü kendilerinde de aynı sorun vardı. Neyse ki şuanda boyut sorunumuz ortadan kalktı ve rahatça izlenebiliyor.

Gülümseyen kedili sahnelere dikkat, o sahneler özel çalışılmış ve filmden kopuk bir boyut algısı yaratıyor insanda.

Genel itibariyle de muhteşem. Zaten Tim Burton diyoruz, Johnny Depp diyoruz. Ben de Alice diyorum, Harikalar Diyarı diyorum.

13 Mart 2010 Cumartesi

Öz-ölüm Öyküsü Yazmak

Time Traveller

Dünyada bir şekilde iz bırakmış insanların hayat hikayeleriyle doludur evren, ve ilham verir, rol model olurlar diğerlerine. Bazen ilginç gelir ilginç denilen hayatlar, oysa hiçbir hayat kendi şartlarında normal değildir.

Ölümden bahsedilmez, bitmekten korkan insanın "zamanı" gelinceye kadar kaçtığı, hiç kimsenin deneyimli olamadığı bu konu, psikoterapistlerin de en eğlendiği konudur. Benlik duygusuyla ilintili, alt benlikte yaşamak için varoluş için çılgın savaşlar veren organizmanın "yok olma" fikrine asla yanaşmadığı, kimseyi yanaştırmadığı alandır. Tekeli mistiklerin elindedir. Yaşama içgüdüsüyle dolu insanın tahayyül edemeyeceği bir alan olduğundan, tahayyül edilemeyen alandan gelen bilgilerle aydınlanmaya çalışır insan.

Doğarken sıklıkla aynı şeyleri yaparak doğuyor da insan, ölürken hep farklı farklı ölür, yaşamların asla aynılaşmaması gibi. Herkes poposuna bir şaplak yiyerek doğabiliyor da, kimse ölürken kahkahalı bir şaplak ile uğurlanamıyor.

Düşündürüyor insanı. Yaşam öyküleri yazmaya meraklıyız, hepimiz "hayatımız roman" ile farklılıkları farkettirmeye çalışıyor, farklılaşmışlardaki farkları gözlemliyoruz. Neden öz-yaşam öyküsü yazabiliyoruz da, öz-ölüm öyküleri yazamıyoruz?

Ünlü düşünürlerin, filozofların, başarılı iş adamlarının, ve aslında sıradan ev hanımlarının son sözleri -ultima verbaları- hakkında binlerce yıllık insanlık tarihinde bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az eser yayınlanmış olması, ölüm kavramına karşı insanlığın aldığı temkinli duruşun bir yansıması adeta.

Artık ilkokullarda "ilerideki kendinize mektup yazın" , "olmasını istediğiniz hayatın özgeçmiş'ini çıkarın" temalı yaklaşımlar artıyorken, öz-gelecek tasarımı oluşturuluyor, hayatın olduğu gibi değil de önceden hayallerde inşa edilmiş şekliyle, planlı şekilde yaşanması yönünde cesaretlendiriliyorken, kimse öz-ölüm öyküleri yazmaya yanaşmıyor. Örf ve adetlerdeki alışılagelmiş dua şekli "hayırlı ölümler nasip edilmesi" bu kavramın geçiştirilmesinden başka ne olabilir ki?

Ölümümüz hayal ettiğimiz ya da korktuğumuz gibi gelmez çoğu zaman, ama bazen, yazdığımız gibi gelebilir, der Michel Schneider, Proust'tan Kant'a dek ultima verbalarıyla dolu yazarların ölümleri ve kitapları arasındaki ilişkiye değinirken "Hayali Ölümler" kitabında.

Belki de mümkündür ölümü kurgulamak, kendi ölümünü, kendi son sözlerini… Nasıl ki dünyaya bıraktığı eserlerin sonsuzlukta yankılanacağına inanan insan (Maximus'un askerlerine yaptığı konuşmada söylediği gibi,Gladiator) aynı şekilde bıraktığı eserlerdeki bir ölümü seçebiliyordur?

Bir öz ölüm öyküsü yazmak üzerine cesaretlendirmek istiyorum sizi.

Pek de cesur gördüm, kendimi…

Sevgiler...

10 Mart 2010 Çarşamba

Miskince Kitap Tanıtımı



Çok tembel bir insan olduğum için, yalnızca buradaki kitapları okumanızı tavsiye edeceğim.
Bir de benim gibi tozlandırmayın rafları.
Bir de bana ne okuduğunu söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.







1- Deliliğe Övgü (Erasmus)

2- Okumak,Yazmak ve Yaşamak Üzerine (Schopenhauer)

3- Hayatın Anlamı (Schopenhauer)

4- Bir Bilgi Anarşisti:Feyerabend (Der.Cemal Güzel)

5- Hobbit (Tolkien)

6- Yazın Kuramı (Jonathan Culler)

7- Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri (Danell Jones)

8- İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma (David Hume )

9- Görsel Düşünme (Rudolf Arnheim)

10- Söylem ve İdeoloji

11- Eleştirel Bakış (Editör Peter Osborne)



Devamını siz okuyun, eğlenceli olsun:)
Sevgiler...

9 Mart 2010 Salı

Cennetimden Bakarken (Lovely Bones) 2010


Geçtiğimiz haftasonu Cennetimden Bakarken (Lovely Bones) filmine gitme fırsatı bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Çünkü gitmeden önce kamera arkasını izlemiş ve konusu hakkında da fikir sahibi olmuş olmama rağmen, filmin tamamen kendine has çok yumuşak bir dili olduğunu ve beni hayli şaşırtıp konular ilerlerken merak içinde bıraktığını söyleyebilirim. Bu açıdan güzel olan; izleyicinin olaylar hakkında yaptığı tahminlerin (olmasını beklediği şeylerin) doğru çıkmaması ve buna rağmen tatmin eder bir şekilde salonu terk etmesinin sağlanmasıydı. Bu bence önemli bir incelik, çünkü aslında istediğim şeyler bir şekilde oluyor fakat istediğim şekilde olmadığı için merakım sürekli canlı kalıyor. Üstelik bunların hepsi, romandan uyarlanan bir film içinde oluyor.

Bir başka dikkati çeken nokta, 1994 doğumlu Saoirse Ronan’ın doğal oyunculuğuydu. Kendisini 2008 yapımı City of Ember’da Lina Mayfleet olarak izlemiştik. Bu filmdeki başarılı performansını da görünce tebrik etmemek ve insanın o yaşlarda bir sene içinde geçirdiği değişime şaşmamak elde değil.

Bu arada ben epeyi ağladım. Ama emin olun, ağlamadan da izlenebilecek bir film:)

İyi seyirler.

5 Mart 2010 Cuma

Albümdekiler

Nefis, pırıl pırıl bir rüya gördüm dün akşam.

Eski Ankara evlerinin bulunduğu bir semtte, karşılıklı ahşap evlerin bulunduğu o incecik, camdan cama sıcak komşu sohbetlerinin yapılabildiği bir ahşap evde kalıyorduk. Karşıdaki açık mavi sıvaları dökülmüş ahşap eve de, gök rengi gözleriyle tanıdık bir yüz yerleşmişti. Sümbüller vardı pervazda, mor mor, laci laci. Güneş parlarken hüm ihtişamıyla, hayatımda duyduğum en güzel kuş ötüşüyle tanıştım. Sülün gibi uzun, lakin parlak turuncu tüyleriyle uçarak geçti üzerimizden. Kuyruğundaki son 2 santim bembeyazdı. Mutlulukla uyandım.

Sanıyorum bu rengarenk rüyaya sebep, kendisini aynı gerçeklikle içine çeken Gülsen Varol’un Albümdekiler kitabıydı. Roman öyle sıcak, öyle akıcı ve üslup öyle nefis ki, yatmadan önce okuyup okurken uyuyakalınca, romanın içine uyandım. Belki devam etseydi rüya “Mihriban” olacaktım, belki “Sanem”…

Ben, bana düş kurduran gerçeklerle, gerçek gibi hissettiren düşleri çok, ama çok seviyorum.