23 Kasım 2010 Salı
29 Temmuz 2010 Perşembe
Memento Mori
Memento mori, "fani olduğunu hatırla", "öleceğini hatırla" veya "ölümünü hatırla" gibi şekillerde çevrilebilecek bir Latince deyiş. Ayrıca bu deyiş, aynı amacı taşıyan fakat farklı şekil ve konseptleri kullanan çeşitli sanat eserleri için de kullanılır ki buradaki aynı amaç insanlara faniliklerini, ölümlü olduklarını hatırlatmaktır.
- Memento mori, bir başka şekilde, 19.yy yaygın ölü fotoğraflama anlayışına verilen bir isim. Buradan hareketle, aşağıda Memento Mori başlığındaki bazı çalışmalarımı bulabilirsiniz. Yaşam, yaşamın tadı, ölüm..Üzerine tıklandığında doğrudan flickr hesabıma yönlendir. Sevgiler!
18 Temmuz 2010 Pazar
Günlerden; Gerçek-üstü Kadın
11 Temmuz 2010 Pazar
5/365 Maskeler
Bazen size hiçbirşey ifade etmeyen bir insanın sözlerine, sırf dikkate alındığını düşünmesini istediğiniz için mimik yaparsınız.
Mimikler elinden geleni yapar, fakat sonuç başarısızdır. Anlatılan karşısındaki "şaşkınlık beklentisi"ne verebildiğiniz tek ifade, donuk bakışlardır.
Tek istediğiniz, nefes almaktır...
Seslendirirsek:
"yaa... ..ilginç.."
6 Temmuz 2010 Salı
3/365 İstediğine Odaklanmak -Kedizooka
5 Temmuz 2010 Pazartesi
365 Set Projesi 1/365
" Tutkulu aşk herşeyi görür" veya
"Tutkulu aşıktan kaçış yok"
3 Temmuz 2010 Cumartesi
Pink Martini Konseri, Yaşasın!
Ruhun gıdası, muhteşem müzisyenler. Ben de orada olacağım. Gelemeyecekler için çerezler, tinleyinis:
30 Haziran 2010 Çarşamba
Deneysel Yaşam
Yan flüt zevkim, gelişerek kendini klarnet aşkına bıraktı. Hala listemde, öğrenilecekler başlığında ilk sıralarda. Karışık sırayla gidiyorum. Gündemimde bir başka aşkla ilgili proje var. Doğum sancısı çekiyorum. Fotoğraf aşkı, çok yakında büyük bir kutlamayla doğacak, ve ben de bu deneysel yaşama kodlarını özgür bırakarak dünyaya getireceğim bebeğin her aşamasını sizlerle paylaşacağım.
Deneysel kalın!
Sevgiler.
20 Mayıs 2010 Perşembe
Ejderlerin Mağarası (Dragons' Den)
Dragons' Den (Türkçe:Ejderlerin Mağarası) Japonya kökenli formatına Sony ve kısmen Microsoft'un sahip olduğu risk sermayesi konulu televizyon programı. Programa katılıp fikirlerini açıklayan girişimler Ejderha denilen iş uzmanları tarafından yaratılan finansmanla güvenceye alınmayı hedeflerler.Yarışmacılar genellikle ürün tasarımcıları ya da potansiyel olarak çok karlı uygulanabilir iş fikri olan hizmet sağlayıcılarıdır fakat fon ve yönetim eksiklikleri vardır. Her birinin kendine has iş sahası olan, kendilerine ejderha adını veren beş zengin iş adamı bu ürünleri ve fikirleri değerlendirmektedir.
15 Mayıs 2010 Cumartesi
Anlamsız Hastane Diyalogları 1
Saat 22 civarı. Acil girişinden girdik ve derdimizi ilk deskteki ilgisiz bakışlı hemşiremsi kıza anlatmaya çalıştık.
“Sorun nedir?”
10 Mayıs 2010 Pazartesi
Günlerden…1
6 Mayıs 2010 Perşembe
Irkçılık Üzerine
14 Nisan 2010 Çarşamba
Lost 6x12
5 Nisan 2010 Pazartesi
Çok Filim Hareketler Bunlar
Çok eleştiri var hakkında… Çok beğeneni, hiç beğenmeyeni… Ama maksat kafa dağıtıp gülmekse, tercih edilebilir.
Çok Film Hareketler Bunlar filminden bahsediyorum. Skeç skeç akan film, kesinlikle dünyada bir ilk. Kategorilendirilemiyor ve bir benzeri, bu şekliyle yok. Her skeç güldürmese de, bazıları biraz uzun tutulmuş gibi düşündürse de, kendi yazdıkları müzikal tadında şarkıları ve çocuksu oyunculuklarıyla, tüm beğenimi topladı.
Sinemaya artık yalnızca 3 boyut teknolojisini yaşamak için gidilebilir gibi kurallar koyduğum için kendi kendime, dvdsi çıkana kadar beklemeyi düşünmeme rağmen, fragmanlarda sık sık dönen sivrisineklerin “ziyuu” diyerek uçtukları ve “bu gece de uyku, yok size” diye dansettikleri sahneyi görünce dayanamadım ve koşa koşa izlemeye gittim.
Zihinsel Sürtüşmeler - Özgürlük
Çılgın bir haftasonu ardından nihayet kendime ayırabildiğim şu dakikalarda, rengarenk pek çok duyguyla dolup taşmamı sağlayan herkese ve her şeye minnettarım. Şanslı, pek şanslı hissediyorum kendimi ve bu pek ender bir durumdur benim için. İlham, beyin fırtınası, sorgulamalar, neşe ve bunların yanında tanımlayamadığım hislerle dolu bir haftasonu geçirdim. Maminin kahkahaları hala kulaklarımda…:)
Zeki insanları seviyorum. Normal ve sıradan insanların (evet aşağıladım) yanında beynini kullanmadan da iletişim kurabiliyor insan. Kafayı çalıştırmaya gerek kalmıyor. Zaten fazlasını ne onlar kaldırabiliyor, ne de insan buna “gerek” görüyor. Gayet yüzeysel ve “anlam”dan uzak bir iletişme yolu ile hayatlarını geçirebiliyorlar.
Zeki insanları seviyorum. Onların zekaları, birlikte geçirdiğiniz vakit boyunca, yalnızca kendiniz için çalıştırdığınız zihninizin derinliklerindeki kıvrımları ateşliyor. Bir ateşleme bir diğerini, ve o da başka diğerlerini harekete geçiriyor. Zihin sözlüğünde çoktan karşısına tanım yazdığınız kavramları yeniden ele alıyor, onları n bir gelişmişiyle tekrar yazıyorsunuz. Hatta her koşul ve durumda yeniden yazılması gereken şeyler öğreniyorsunuz. Bazen hiç konuşmadan, yalnızca karşınızdakinin zekasına duyduğunuz heyecandan ötürü zihninizde çılgın roller coasterlar dönüyor, o kişi/kişilerin varlığı bile sizi sizin gerçekliğinize yaklaştırıyor..
İnsan yalnızca güvendiği kişilerin yanında özgür kalabiliyor. Evet özgürlük ezberim bozuldu. Bir süredir nedir insanı gerçekte özgür kılan sorunsalıyla boğuşurken, ilk ışık huzmesini gördüm. Pozitif negatif kuzey güney şu bu tanımlardan bahsetmiyorum. İnsan zihnini özgür bırakan şey, gerçekte, denk veya daha fazlası olan bir insanla kendisini ve dünyayı kadim sırlardan biraz daha arındırabilmek. Bu uğurda verilen çaba, zihni et parçası halinde tutan maddi sınırların kurduğu hapisaneyi her adımda biraz daha transparan hale getiriyor. Bir gün yok olacak o hapisane. Fikirler insanların kafalarında taşıdıkları ve etin glikozla beslendiği uyuşuk hapisaneyi inceltiyor. Ve bu ancak insan kendi fikir döngüsünde boğulmazsa gerçek olabiliyor. Çünkü kişi, yaratım gücüyle oluşturduğu fikri hiçbir denk fikrin eleştirisine açamadığında, etten olan hapisane bu defa kendi düşüncelerinin yarattığı girdap haline geliyor. Belki de bu yüzden, “birbirimize ihtiyacımız var”…
Özgür olmak için, bir alt basamaktaki birilerini özgür bırakmalı, ve bir üst basamaktakinin özgür bıraktığı kişi olmalı. Ve bu akut bir durum değil. Her fikir, her düşünce, her ezber için, her üretim için yeniden oluşan bir durum. Her, “kapıyı gösterdiğiniz ve içeri girmesini sağladığınız” kişi özgür kalıyor sanmayın, bir konuda sizi özgür bırakan, bir başka konuda kapıyı değil göstermenize, bizzat açmanıza ihtiyaç duyuyor olabiliyor. Bütün insanların anlama ihtiyacı var, ve bu ihtiyacın farkında olmayarak yaşayan bir milyon insan var. Yeni parayla bir milyon! Onlar kendi sayılarını dahi maddi unsurlarla ölçmeye pek gönüllüler.
Kimse özgür değil. Her konuda. Ve hiçbir konuda pek çoğu-muz.
Evet.. Çılgın bir haftasonu ardından nihayet kendime ayırabildiğim şu dakikalarda, rengarenk pek çok duyguyla dolup taşmamı sağlayan herkese ve her şeye minnettarım. Şanslı, pek şanslı hissediyorum kendimi ve bu pek ender bir durumdur benim için. İlham, beyin fırtınası, sorgulamalar, neşe ve bunların yanında tanımlayamadığım hislerle dolu bir haftasonu geçirdim. Ve herkese teşekkür ediyorum…
Belki de bu yüzden, sırf bu yüzden “bile” … “birbirimize ihtiyacımız var”…
27 Mart 2010 Cumartesi
Zamanın Başlangıcından Beri-Lost
- · Lost’un Ab Aeterno bölümünde olayı insanın iyi oluşuna güvenerek özgür iradeye karışmayı reddeden bir Tanrı(Jacob), İnsanların doğası gereği kötü olduğunu ona kanıtlamaya çalışarak kendi özgürlüğünü isteyen bir Şeytan(Flocke), Yaşlanmayan ve Tanrının müdahale etmediği iradeyi Tanrı adına iyiye yönlendirmekle görevli bir Peygamber (Ricardo)(burada Richard’ın yaşlanmıyor olması İsa Mesih’in “aslında” ölmemiş olmasıyla örtüşüyor), Adayı da Cehennemin tıpası olarak bağladılar ya…
- · Titus Welliver için izlenebilir. Zaten senede bir kez görebiliyoruz dizide.
22 Mart 2010 Pazartesi
Alice Harikalar Diyarında
“Kafası o kadar kocaman ki, içinde bir şeylerin büyüdüğünü düşünmeye başladım”(Beyaz Kraliçe, Kızıl Kraliçe hakkında konuşurken)
Alis harikalar diyarında, kendi düş dünyasından gerçek hayat yüzünden ayrı kalıp, kim olduğunu unutmaya başlayanların, düşlerini ve kendisini hatırlaması için mutlaka izlemesi gereken bir film.
Avatar bütün 3d sinema salonlarını doldurduğu için Alice maalesef 2d olarak gösterime girmişti Ankara’da. Alman gazetelerinde bununla ilgili bir haber bile yayınlandı, çünkü kendilerinde de aynı sorun vardı. Neyse ki şuanda boyut sorunumuz ortadan kalktı ve rahatça izlenebiliyor.
Gülümseyen kedili sahnelere dikkat, o sahneler özel çalışılmış ve filmden kopuk bir boyut algısı yaratıyor insanda.
Genel itibariyle de muhteşem. Zaten Tim Burton diyoruz, Johnny Depp diyoruz. Ben de Alice diyorum, Harikalar Diyarı diyorum.
13 Mart 2010 Cumartesi
Öz-ölüm Öyküsü Yazmak
Dünyada bir şekilde iz bırakmış insanların hayat hikayeleriyle doludur evren, ve ilham verir, rol model olurlar diğerlerine. Bazen ilginç gelir ilginç denilen hayatlar, oysa hiçbir hayat kendi şartlarında normal değildir.
Ölümden bahsedilmez, bitmekten korkan insanın "zamanı" gelinceye kadar kaçtığı, hiç kimsenin deneyimli olamadığı bu konu, psikoterapistlerin de en eğlendiği konudur. Benlik duygusuyla ilintili, alt benlikte yaşamak için varoluş için çılgın savaşlar veren organizmanın "yok olma" fikrine asla yanaşmadığı, kimseyi yanaştırmadığı alandır. Tekeli mistiklerin elindedir. Yaşama içgüdüsüyle dolu insanın tahayyül edemeyeceği bir alan olduğundan, tahayyül edilemeyen alandan gelen bilgilerle aydınlanmaya çalışır insan.
Doğarken sıklıkla aynı şeyleri yaparak doğuyor da insan, ölürken hep farklı farklı ölür, yaşamların asla aynılaşmaması gibi. Herkes poposuna bir şaplak yiyerek doğabiliyor da, kimse ölürken kahkahalı bir şaplak ile uğurlanamıyor.
Düşündürüyor insanı. Yaşam öyküleri yazmaya meraklıyız, hepimiz "hayatımız roman" ile farklılıkları farkettirmeye çalışıyor, farklılaşmışlardaki farkları gözlemliyoruz. Neden öz-yaşam öyküsü yazabiliyoruz da, öz-ölüm öyküleri yazamıyoruz?
Ünlü düşünürlerin, filozofların, başarılı iş adamlarının, ve aslında sıradan ev hanımlarının son sözleri -ultima verbaları- hakkında binlerce yıllık insanlık tarihinde bir elin parmaklarını geçmeyecek kadar az eser yayınlanmış olması, ölüm kavramına karşı insanlığın aldığı temkinli duruşun bir yansıması adeta.
Artık ilkokullarda "ilerideki kendinize mektup yazın" , "olmasını istediğiniz hayatın özgeçmiş'ini çıkarın" temalı yaklaşımlar artıyorken, öz-gelecek tasarımı oluşturuluyor, hayatın olduğu gibi değil de önceden hayallerde inşa edilmiş şekliyle, planlı şekilde yaşanması yönünde cesaretlendiriliyorken, kimse öz-ölüm öyküleri yazmaya yanaşmıyor. Örf ve adetlerdeki alışılagelmiş dua şekli "hayırlı ölümler nasip edilmesi" bu kavramın geçiştirilmesinden başka ne olabilir ki?
Ölümümüz hayal ettiğimiz ya da korktuğumuz gibi gelmez çoğu zaman, ama bazen, yazdığımız gibi gelebilir, der Michel Schneider, Proust'tan Kant'a dek ultima verbalarıyla dolu yazarların ölümleri ve kitapları arasındaki ilişkiye değinirken "Hayali Ölümler" kitabında.
Belki de mümkündür ölümü kurgulamak, kendi ölümünü, kendi son sözlerini… Nasıl ki dünyaya bıraktığı eserlerin sonsuzlukta yankılanacağına inanan insan (Maximus'un askerlerine yaptığı konuşmada söylediği gibi,Gladiator) aynı şekilde bıraktığı eserlerdeki bir ölümü seçebiliyordur?
Bir öz ölüm öyküsü yazmak üzerine cesaretlendirmek istiyorum sizi.
Pek de cesur gördüm, kendimi…
Sevgiler...
10 Mart 2010 Çarşamba
Miskince Kitap Tanıtımı
Çok tembel bir insan olduğum için, yalnızca buradaki kitapları okumanızı tavsiye edeceğim.
1- Deliliğe Övgü (Erasmus)
2- Okumak,Yazmak ve Yaşamak Üzerine (Schopenhauer)
3- Hayatın Anlamı (Schopenhauer)
4- Bir Bilgi Anarşisti:Feyerabend (Der.Cemal Güzel)
5- Hobbit (Tolkien)
6- Yazın Kuramı (Jonathan Culler)
7- Virginia Woolf’tan Yazarlık Dersleri (Danell Jones)
8- İnsan Zihni Üzerine Bir Araştırma (David Hume )
9- Görsel Düşünme (Rudolf Arnheim)
10- Söylem ve İdeoloji
11- Eleştirel Bakış (Editör Peter Osborne)
9 Mart 2010 Salı
Cennetimden Bakarken (Lovely Bones) 2010
Geçtiğimiz haftasonu Cennetimden Bakarken (Lovely Bones) filmine gitme fırsatı bulduğum için kendimi şanslı sayıyorum. Çünkü gitmeden önce kamera arkasını izlemiş ve konusu hakkında da fikir sahibi olmuş olmama rağmen, filmin tamamen kendine has çok yumuşak bir dili olduğunu ve beni hayli şaşırtıp konular ilerlerken merak içinde bıraktığını söyleyebilirim. Bu açıdan güzel olan; izleyicinin olaylar hakkında yaptığı tahminlerin (olmasını beklediği şeylerin) doğru çıkmaması ve buna rağmen tatmin eder bir şekilde salonu terk etmesinin sağlanmasıydı. Bu bence önemli bir incelik, çünkü aslında istediğim şeyler bir şekilde oluyor fakat istediğim şekilde olmadığı için merakım sürekli canlı kalıyor. Üstelik bunların hepsi, romandan uyarlanan bir film içinde oluyor.
Bir başka dikkati çeken nokta, 1994 doğumlu Saoirse Ronan’ın doğal oyunculuğuydu. Kendisini 2008 yapımı City of Ember’da Lina Mayfleet olarak izlemiştik. Bu filmdeki başarılı performansını da görünce tebrik etmemek ve insanın o yaşlarda bir sene içinde geçirdiği değişime şaşmamak elde değil.
Bu arada ben epeyi ağladım. Ama emin olun, ağlamadan da izlenebilecek bir film:)
İyi seyirler.
5 Mart 2010 Cuma
Albümdekiler
Nefis, pırıl pırıl bir rüya gördüm dün akşam.
Eski Ankara evlerinin bulunduğu bir semtte, karşılıklı ahşap evlerin bulunduğu o incecik, camdan cama sıcak komşu sohbetlerinin yapılabildiği bir ahşap evde kalıyorduk. Karşıdaki açık mavi sıvaları dökülmüş ahşap eve de, gök rengi gözleriyle tanıdık bir yüz yerleşmişti. Sümbüller vardı pervazda, mor mor, laci laci. Güneş parlarken hüm ihtişamıyla, hayatımda duyduğum en güzel kuş ötüşüyle tanıştım. Sülün gibi uzun, lakin parlak turuncu tüyleriyle uçarak geçti üzerimizden. Kuyruğundaki son 2 santim bembeyazdı. Mutlulukla uyandım.
Sanıyorum bu rengarenk rüyaya sebep, kendisini aynı gerçeklikle içine çeken Gülsen Varol’un Albümdekiler kitabıydı. Roman öyle sıcak, öyle akıcı ve üslup öyle nefis ki, yatmadan önce okuyup okurken uyuyakalınca, romanın içine uyandım. Belki devam etseydi rüya “Mihriban” olacaktım, belki “Sanem”…
Ben, bana düş kurduran gerçeklerle, gerçek gibi hissettiren düşleri çok, ama çok seviyorum.