26 Kasım 2009 Perşembe

Doktor…Ben Kadın Değil miyim?

Unity with Myself - Day Two

Ya hayat gerçekten komik ve ironik. İnanılmaz ironik hem de. Neden mi?

97 yılından beri internet kullanıcısıyım. Kendimle özdeşleştirdiğim pek çok nick aldım o günden bugüne. Kimisinin bende miyadı doldu da değiştirdim, kimisinden eskisi kadar hazzetmediğimi keşfettim. Ama hiç vazgeçmediğim, vazgeçemediğim bir nickim oldu, mail adresi olarak da yıllardır kullanıyorum. Kendisi "oxytocinfree". Yani; sugar-free gibi, oxytocin-siz. Oxytocin ise, uğruna ütopyalar kurulan, aşk hormonu olarak da bilinen, doğum sancısını tetikleyen, sütün salgılanmasını sağlayan, yani tamamen kadınlara has bir hormon. Bir şekilde bu nickten vazgeçemiyorum. Neden bilmiyorum. Bilmiyor-idim.

Lakin, iş öyle değilmiş.

Geçen gün doktora gittim. Hormon seviyelerim ölçüldü. Sonuç şaşırtıcıydı; östrojen seviyem inanılmaz düşüktü- en alt seviyenin de altında. O sırada doktor kadınların tüm yaşantısının, hayat algısının, değerlendirmelerinin bu hormonun iniş çıkış seviyesine bağlı olduğunu (yazıkmış kadınlara!), verdikleri tüm duygusal tepkilerin daha fikir değerlendirme aşamasına çıkarılamadan bu hormon tarafından ele geçirildiğini filan anlatıyordu. Verdiğimiz en ufak bir tepkinin bile altında duygusal olarak ondan ne kadar etkilendiğimiz yatıyordu! Doktor sonuca ufak bir göz atıp gözlüğünün üzerinden bana baktı: "Kendinizi nasıl tanımlarsınız?" "-Ee, mantıklı, kontrollü, çözümcü diyebilirim." "Hmm..Bu her şeyi açıklıyor.Ama üzgünüm, bu hormonu yükselteceğimiz bir destek yazıyorum size."

Gerçekten üzülmüştü doktor, sanki "birini daha kaybettik" der gibi. Bakışlarını çabukça kaçırdı, ilacımı yazmaya koyuldu. Ben de üzülmüştüm. Sanki hormon seviyem yükselince, bu "her şeyi görebilen, çözebilen ben" gidecek, kendimde sevdiğim tüm özellikleri kaybedecektim. Hala bile bilmiyorum ne olacak. Düşünsenize, bir hormonun esaretinde yaşayıp, tüm hayatı onun şekillendirdiği bir oyun hamuru olan ve daha bunun farkına bile varmayan kadınlar var. Kadınların neden yüzeysel takıntıları olur, bunu da açıklıyor bu hormon. Yüzeyde bırakıyor kadınları, ayakkabıda, mücevherde bırakıyor. Ha, mücevherin detayına indiriyor, o ayrı. Ama erkeklerin neden daha işlevsel ve analitik olduğunu anlayabiliyorum, ve daha pek çoklarını. Lanet olsun, anlayabiliyorum. Zaten şimdiye kadar "neden" böyle biri olduğumu da anlıyorum. Bir kadın bedeninde bir erkek gibi düşünebilmenin, hem de kadınları da çözebilmenin bahşedilmiş ne büyük bir lütuf olduğunu anlayabiliyor musunuz..?

Oxytocinfree geldi aklıma. Tam bir ironi.

Ben bu düşünceler selinde girdabın dibine dibine çekiliyorken artık dışarı çıkmış yürüyorduk. Silas kahkaha atarak dalga geçiyordu: "Benim östrojen seviyem bile senden yüksektir!"

Yani, şimdi…

Homurdansam bi türlüü, homurdanmasam bi türlü…

NOT: Fotoğrafın tüm hakları tarafıma aittir.

25 Kasım 2009 Çarşamba

Doktor Civanım- Doctor Who (kim??)


Biraz sert bir giriş oldu ama aslanın aerodinamiğini öğrenmeye çalışmaktan başka ilgimi çeken işlerin başında, Doctor Who ve David Tenant geliyor. 2005'te BBC'nin televizyon serisi olarak hazırladığı proje Ocak 2010 itibariyle 5. Sezonuna başlayacak. Türkiye'de CNBC-E'de gösterime girdi ve geçen hafta 1. Sezonun finalini yaparak 9. Doktorumuz (Cristopher Eccleston) yerini 10. Doktor olan David Tenant'a bıraktı. Neden 9. Ve 10. Doktor? Bilmeyenler için (shame on you, guys!) hemen hatırlatayım; Doctor Who 1963'te başlayan 25 sezonluk korkunç bir maraton. Kitapları varmış –ki ondan benim haberim yok. Doctor bir Zaman Lordu (Time Lord) ve Son Zaman Savaşında Gezegeni Gallifrey yok olduğunda bir tek kendisi kurtuluyor. Ölümcül bir yara aldığı zaman regenerasyon geçiriyor ve farklı bir bedenle, farklı bir karakterle yeniden diriliyor. 900 küsür yaşında olduğunu biliyoruz. Bu da dizideki Doctor karakterinin değişimini çok güzel açıklamış oluyor. Zaman Lordumuzun 50'lerdeki polis kulübesi görünümünde bir zaman makinesi var ve adı TARDİS. Zaman Lordları teknolojisi; içi dışından büyük. Tardis mekanik bir alet değil, içinde zaman girdabını taşıyan, yaşayan bir organizma. Bilinci var ve bazen planda olmayan zaman ve mekana götürebiliyor Doktorumuzu, gidilmesini gerekli gördüğü bir yere/zamana. Şimdiye kadar 40 ödül aldığını, çok sevildiğini söylemeye gerek görmüyorum bile :)


Zaman-uzay bükülmeleri, espriler, karakterlerin oturmuşluğu ve kurgusu, bu diziyi inanılmaz keyifli kılıyor. Tam bir bütünlük içinde. 4.sezondaki bir olay 1. Sezondaki bir ipucuyla karşımıza tekrar çıkıveriyor. Heroes'da yaptıkları gibi batırmamışlar olayı, bütünlüğü veya mantığı bozacak hiçbir hamle yok. Ayrıca Tennant ciddi bir drama oyunculuğu da sergiliyor. En çok içindeki paradoksları seviyorum. Örneğin (spoiler içerir dikkat) bir bölümde Tardis istem dışı Doktoru ve yardımcılarını Dünya benzeri bir gezegene götürüyor ve daha dışarı çıktıkları andan 2 dakika sonra eli silahlı kişiler doktorun elini bir makineye sokarak, onun doku örneği ile hızlandırılmış bir insan üretme süreci gerçekleşiyor, Doktor'un "kızı" olmuş oluyor. ( Dna sarmalını alıyor, iki parçaya ayırıyor ve farklı bir kombinasyonla birleştirerek yeni birini oluşturuyor) Bölüm sonunda anlıyoruz ki Tardis'in Doktoru oraya götürme sebebi zaten kızın hayatını kurtarması gerektiğiydi, lakin paradoks burada başlıyor: Tardis Doktoru götürmeseydi kız oluşacak mıydı. Oluşmayacaktı elbette, ama olmayan birinin sinyalini Tardis nasıl aldı? İşte bu nefis bir paradoks. Evet, Tardis kızla karşılaşılması gereken zamana götürdü doktoru, fakat birkaç dakika öncesine gittiğinden, Tardis bu oluşumun hem sebebi, hem de sonucundan etkilenmiş 3. Kişi oldu.


Paralel evrenlerle ilgili de çok güzel bölümler var. Bir dünyada annenizle babanız evliyken, diğerinde ayrılmış olabiliyor, filan. Birinde tercihlerin nedeniyle pısırık bir "hiç kimse" iken, bir diğerinde lider olabiliyorsun.


Her seçim beraberinde o seçimin gerçekleşmediği bir paralel evren yaratır ya, insan düşünmeden edemiyor: farklı seçimler yapan sen, ben, o… acaba şimdi ne yapıyor olurduk, kim'dik?




11 Kasım 2009 Çarşamba

Vasabi Nedir?











Hazır aklımdayken;

Vasabi; hardalın HULK'a dönüşmüş halidir.








Bu fikre nereden ve nasıl kapıldığımı anlatacağım.
Saygılar efem..

16 Ekim 2009 Cuma

Zihinsel Sapmalar










Peeiyykalaa

Peykyala

pekyala

Pek-yala..?

Peki-âlâ’dan Pekala’ya varmaya çalışıyordum. Amiyane sürtüşmelerlerle insan nerelere varıyor. Oysa aylar sonra yazmak için yeniden bilgisayarın başına geçtiğim için nasıl da heyecanlıyım. İşte, nasıl insanın heyecanlandığında dili dolaşıyorsa benim de parmaklarım dolaştı, heyecandan. Öyle mi? Ya da zihnim bana birşeyler anlatmaya çalışıyor. O halde herşeyi bir kenara atıp, kendisini dinleyelim.

- Zihnim, cevaplar mısın, neler oluyor?Niye elimi parmağımı dolaştırıp beni sinir ediyorsun?

- Bişey yapmadım ben, hamlamışsın sen, hamlamış.

- Ne diyorsun sen be? Şştth, bak gel anlaşalım zihincim. Bey yazayım, sen de beni sabote etme. Derdin de neyse artık…

- Açıkçası senin için endişeleniyorum.

- Hayırdır?

- Son zamanlarda halin hiç iyi değil.

- Hmm... Neyim var?

- Çok düşünüyorsun. Senin yüzünden fazladan yoruluyorum. Yani…haline bakar mısın? Çok konuşuyorsun. Çok dinliyorsun. Kendimi ya senin dinlediğin şeyleri hızla işlerken, ya da konuştuğunda dilin dolaşmasın diye hızla üretirken buluyorum. Beni yıprattığının farkında mısın? Uyuduğunda ise rüyalarına etki edemiyorum. O kısımla zaten bütün gün tembel tembel dolaşan, canı sıkılan bilinçdışı arkadaş ilgileniyor. Artık sana ne izletiyorsa, uyandığında bir de onları hayretle dinlemekle geçiyor zamanım. Geçen gün yine RTE’yi göstermiş sana. Sen de bi prim verdin ki, hayret. Biz burada eşekbaşı.

- Anlıyorum sevgili zihnim. Anlıyorum.

- Neyi anlıyorsun?

- Konunun aslında ben değil SEN olduğunu :)

- Peki, ne olmuş ben isem mesele? Söylediklerime karşı çıkabilirmişsin gibi… Söyler misin en son ne zaman sesime kulak verdin de beni dinlendirmek için yazı yazdın??

- Yaa tamam yazamıyorum. Ne var? Aslında… Biliyorsun istiyorum. Ama olmuyor.

- Neden olmuyor? Neyin eksik ha, klavyen mi, parmakların mı... bak ben de varım? Nankörsün sen, nankör.

- Ama zihincim, bu şekilde devam edemeyiz. Lütfen gücenme ama, bu konuda bir dostumun ilginç teorileri var.

- Devam et.

- Hani kendimle yazmak arasında kurduğum bağı 4400 dizindeki bir sahneyle özdeşleştirmiştim ya..

- Eee?

- İşte o sahnedeki adam, yazarken beyni patlamasın diye nefes almadan yazıyordu ya.. hani terliyordu, işkence ediyor gibiydi ona zihni. Yazmazsa ölecekti.

- Evet, ama senin orada odakland..

- Biliyorum evet, yazma duygusuydu benim odaklandığım nokta. Yalnız, farkında olmadan kendimi öylesine o adama benzetmiş, ve beynimin patlamasından öyle korkmuş olabilirim ki, yazmaya devam ederek bir gün “duramaz” olmaktan korkmuşum… Yazmak, bir çeşit bağımlılık gibi. Yazdıkça daha çok, anlattıkça daha fazlası geliyor ardından. Düşündükçe…biliyorsun sonu yok. Bir anda durduruşum kendimi, beynimin patlaması ihtimaline duyduğum korkudan kaynaklanıyor, olabilir… Dirençlerim ve yaşamsal olana meydan okuyuşlarım kuvvetlidir, bilirsin. Kontrolü ele almak istedim. Yazmayı durdurdum. Durdum. Konuşmaya verdim kendimi. Biliyor musun, konuşurken de bulabiliyor insan kendini. Seni bir şekilde dinlendirmediğim için üzgünüm… Biliyorum… Ama… Yaşama devam etme ihtiyacı, ağır bastı diyebiliriz.

-

- Bir şey söyle.

-

- Zihincim..

- ….

- zihin, sana sesleniyorum!

- Tamam ya, buradayım...

- E bişey söyle, bak bişey itiraf ettik burada, değil mi?

- Sadece, beni de korkuttun.

- Nası yani??

- Ya cidden patlarsam..?

- Sen şimdi.. hakikaten de..??

- Gidip tv izlesene. aa bak en sevdiğin film. Git, git. Yazma bişey. Şimdi ne gerek var nöronları sıkıştırmaya dimi ama.. ehiehi :D

- Öeeh be!

-

Yazmıyorum, Öyleyse Yokum.

17 Ağustos 2009 Pazartesi

Seni Lanetliyorum Turkcell!

Nasıl yaparlar bunu, nasıl “merak” gibi muhteşem bir kelimeden payelenirler! Bunu ne cüretle yaparlar?!

Hayatımıza “özgür kız” fenomenini sokup dağda telefon konuşmanın “özgürlük” demek olduğunu yedirdiler önce. Özgürlüğün tanımını “ayrıcalığa sahip olmak” anlamında pozitif kullandılar. Bu nasıl bir özgürlükse, “hakim olacağımızı” vaat ettikleri dünya tarafından; her an erişilebilir oluverdik. Bilinebilir, erişilebiliriz. Özgürlüğün doğasında bulunabileceğini varsaydığım ne kaçış kaldı elimizde ne özel alan. Özgürleşmek değil bu, resmen kelepçelenmek.

Sonra aynı anda “çocuk da kariyer de” yaptırdılar. Paraladık kendimizi. Aslında tüm olay,ekonomik şartların kadınları "da" iş hayatına itmesiyle başlayan süreçte kadınları ped alma konusunda teşvik etme amacı güden orkid firmasının "özgür kız nil"i kullanarak "çocuk ve kariyerin aynı andalığı" nosyonunu hayatımıza sokmasıyla zirveye ulaştı. Akademi buna hızlı uyandı,"Liberal Toplumun Yeni Hastalığı: Active Citizenship" makalelerini yayınladı. Lakin başarıya susamış alt benliğimize bu "mükemmelliğin başarılabilirliği" öyle hızlı ve keskin bir giriş yaptı ki, bu nosyonun kıskacından kurtaramıyoruz kendimizi.

Kavramlarla, kavramlarımızla oynuyorlar, yetmiyor.

“Merak etmiyor musunuz” reklam sloganını Lost’la ilgili yazımın bir paragrafında, aynen slogan atar gibi kullanmışım, ne fena. Oysa orada derdim çok farklıydı. İşte, Turkcell’in tam olarak yapmaya çalıştığı da bu; benim merak dürtümle ilgili söylemlerde bulunarak benimle özdeşlik kurmaya çalışıyor, güven kazanıyorlar.

Bu ne cüret! Turkcell, lanetliyorum seni!

Fotoğraf ilgili reklamdan alıntıdır.

24 Temmuz 2009 Cuma

Neden F Klavye?

Eğer sık sık yazan, yazmak için de bilgisayarı kullanan biriyseniz, (iş için olsun, kendiniz için olsun) kalvyeye hala bakarak yazan, görece hızlı olmanıza rağmen tuşların yerini arayan ve pek sadık 3-4 parmağını kullanan biriyseniz, size artık Q Klavyenin esaretine artık bir DUR demenizi tavsiye ediyorum. F kalvyeyi şimdiye kadar pek küçümsemiş olmama rağmen, tuşların yerleşimi ve yazım hızına getirdiği inanılmaz artış dolayısıyla, yeni favorim olma yolunda ilerlemekte kendisi. Faydaları için şuradaki adresten alıntılar yapayım, Lütfen Dikkat Edin:

Neden F Klavye ve neden bu kadar önemli?

· F Klavye Türkçe'ye uygun olarak hazırlanmıştır. Türkçe'de en çok kullanılan harfler, klavyenin ortasına (en güçlü parmakların bastığı alanlara) dizilmiş, daha az sıklıkla kullanılan harfler kullanım sıklığına göre kenarlara doğru yayılmıştır. Bu şekilde mümkün olan en yüksek yazma hızı sağlanmıştır.
· F Klavye Dünya'nın en bilimsel klavyesidir. Bu özelliğine Tükçe'nin matematikselliği de eklenince ortaya mükemmel bir klavye çıkmıştır.
· F Klavye sadece Türkçe değil, İngilizce, Fransızca gibi başka latin dillerinde de hızlı yazmayı sağlayan bir klavyedir. Dünya Şampiyonalarında alınan çok dilli yarış dereceleri ve rekorları bunun kanıtıdır.
· Türkçe'ye uygun olmayan, hatta İngilizce'ye bile uygun olmayan Q Klavye kullanmanın hiç bir avantajı yoktur. Şimdiye kadar hiç bir İngiliz veya Amerikalı Dünya şampiyonu olamamıştır. Q klavyeyi, bu klavyeyi kullanan uluslar bile beğenmemektedir
· Q Klavye'yi bırakmak istemeyenlerin ve savunanların genelde iki mazereti bulunmaktadır. Birincisi Q Klavye ile çok hızlı veya yeterince hızlı yazdıklarını düşünmeleri. İkincisi ise yeni bir klavyeyi öğrenmenin zor olduğu yönündeki düşünceleridir. Gerçekte Q Klavye ile yazan kişilerin (özellikle 2 parmak yazanların ne kadar süratli olurlarsa olsunlar) F Klavyeyi sistemli ve bilimsel bir çalışma ile öğrenen ve aynı sürede klavye kullanmış kişilerin süratlerine yetişmeleri mümkün değildir. F Klavye ile on parmak yazmayı öğrenmek sistemli bir çalışma ile günde yarım saat harcanarak sadece 40 gün sürecektir.
· F Klavye ile on parmak yazan kişiler iki parmakla yazanların onlarca katı sürate ulaşırlar. Ortalama bir süratte yazan bir on parmak F Klavye kullanıcısı saniyede 6-8 vuruş yapar (İyi derecede klavye kullanan kişiler saniyede 12 vuruşun üzerine çıkabilmektedirler).
· F Klavye ile on parmak yazmayı öğrenerek yazmaya harcadığınız zamanı %80 azaltabilirsiniz. Böylece kazandığınız zamanı bilgisayarda başka işlerinizi yapmaya, daha hızlı çalışmaya veya öğrenmeye ya da canınızın istediği herhangi bir işe ayırabilirsiniz.
· F Klavye ile on parmak yazmanın pek çok kişinin dikkatini çekmeyen çok önemli bir avantajı daha vardır. Yazarken düşünebilirsiniz. Böylelikle işlerinizi daha doğru yapabilir, hatalarınızı azaltabilir, daha mükemmel yazılar hazırlayabilirsiniz.

Ayrıca bu mükemmel sitede çalışabileceğiniz online bir klavye programı da mevcut. http://www.turkegitim.net/Klavye.aspx

Yeni sloganımız: "Q-kı-lav-ye e-sa-ret, Fe-öz-gür-lük-tüür!"

Silas hep akıllı bir adam olmuştur, aklıma akıl kattığı ve bu siteyi önerdiği için kendisine teşekkür ediyor, bu önemli bilgiyi sizinle paylaşmayı bir borç biliyorum efem.
Saygılar
:)
Not: Acaba resimdeki klavyenin F modeli mevcut mudurrr?

3 Temmuz 2009 Cuma

Lost'urdum Kafayı Sonunda


Lost, canımsın.

Bir hafta boyunca her gün üst üste –reklam molası vermeden- sezonları arka arkaya devirdikten sonra bugün geldiğim an itibariyle diyebilirim ki; Vay Be!


Bilinmeyene olan merak binlerce yıllık evrim sürecinde insanoğlunun taşıdığı genetik kodlarla nesilden nesile aktarılsa da, bütün insanlığın bu bilinmeyen karşısında cevaplar almak için aynı derecede heyecan duyduğunu söyleyemiyoruz. Biz “mantıklı” bir dünyanın çocuklarıyız, değil mi? Öyleyiz öyleyiz. Her şeye getirebileceğimiz mantıklı bir açıklamamız var. Açıklanamayan bir durumla karşılaştığımızda beynimizin “yoksay” butonuna kolayca basıyor, ve diğerlerinin bizi deli-leştirmesinin önüne geçiyoruz. Ama ciddiyim, gerçekten, merak etmiyor musunuz?

İzleyenler bilir, dizi dahiyane bir senaryoya ve oldukça gerçek görsel efektlere sahip, en temel korkulardan (psikoloji), grup ve toplum ilişkilerine (sosyoloji), liderlik ve karar alma mekanizması oluşumundan ( siyaset bilimi), ahlaki ve düşünsel sorulara kadar (felsefe) inanılmaz geniş bir yelpazeye sahip. Bunun içine fizik, kuantum, uzay-zaman tartışmaları, ve.. canavar dedikleri –kara duman- henüz açıklanamayan varlık mantıklı olacak şekilde yedirilmiş. Dizinin başarısını düşündüğümüzde bunu şöyle okuyabiliriz: Bu dizide insana doğa üstü gelen bütün delice gizemlerin daima bir açıklaması var. Yani sadece hayalperestlere ya da fantastiklere değil, rasyonalistlere de bir düzeyde hitap ediyor. Çünkü “- Lanet olsun ahbap, çok mantıklı!”

Bir de kader tartışmaları var ki, tadından yenmez. Belki de dizinin en çok cevabı alınası sorusudur Kader. “suppose to do” en çok tekrar eden fiildir. Zaten temel uyanışı Matrix’teki seçilmiş olan, O (The One) ile yaşadıktan sonra anladık ki bu dünyaya bizden önce gelenlerin izinden gitmek için gelmiş olmak anafikri çok sıkıcı, hem de çook sıkıcı. Özel olmak istiyoruz, farklı olmak istiyoruz, güçlerimiz olsun, güçlere sahip olmak MEŞRU olsun istiyoruz. Aslında, gizli kitleler halinde deliler gibi cevap istiyoruz. Ve bütün bunlar olurken her şey mantıklı olsun, hiçbir şey bilinmeyenin sınırlarında olmasın istiyoruz… DELİ olmak istemiyoruz.

İşte Lost, bütün bu hisleri paylaşan sessiz ve bireysel insanların bir anda ortaya çıkmasını sağladı. Lost’u izleyip ilgi duymayan insanlar da var. İçlerinde herhangi bir parlama yaşamayan, bu çeşit sorularla muhatap olmayı seçmeyen insanlar. Bunun yanında, her bölümü izlerken kendinden geçen, ve deli gibi “bu niye böyle, şu niye şöyle, eee niye açıklamıyor, şunu da anlatsın” diye dünyanın sırlarıyla ilgili kişisel sorularına cevap almak için diziyi bencilce kullanan BENim gibi insanlar var…

Siz bu düzlemin neresindesiniz?

Sevgiler..
Not: Fotoğraf alıntıdır.

16 Haziran 2009 Salı

Yazmak Üzerine 1 (Yazma İhtiyacı)














Yazmak kıymetli bir eylemdir. İnsanın düşüncelerini toplamayı, savruk düşünceleri üzerine düşünebilmeyi sağlar. Toparlar, ne düşüneceğinizi “seçme” özgürlüğü verir. Kafada uçuşan bağlantısız düşünceler ve görüntüler çoksa ve onları bir araya getirebilme gücünüz biraz bile zayıfladıysa, oh evet, oldukça yıpratıcıdır… Bu konuda kendime yıllarca pek yakıştırdığım, beni tanımladığını düşündüğüm bir cümleyi Mark Twain çok güzel ifade etmiş: “Şaşılacak kadar çok aklım olmalı! Bazen, haftada bir kez aklımı başıma toplamam gerekiyor.”


Bu noktada yazmak, zihnin toparlanmasını sağlar. Amaçlara odaklanılmasını, sevilen, sevilmeyen, her şeye dair düşüncelerin güzel bir taslağını oluşturur. Pek çok kişisel gelişim kitabında (ah bir de hangileri olduğunu hatırlasam) yazmayı bir teknik olarak vermeleri boşuna değildir. Çünkü gelişim; kişisel farkındalıkla, ve kişisel farkındalık biraz da kafada geçenlerin ne olduğunun bilinmesi ve buna karşı bir bakış oluşturulabilmesiyle alakalıdır. Dolayısıyla, eğer psikiyatristiniz size “yaz!” diyorsa, hafife almayın.

Tam 12 yaşımdan beri yazıyorum. O zamandan beri neyi dert edindiysem, neyin içinden çıkamadıysam yazmışım. Bazen de yaptığım planları aklımda tutma kabiliyetim olmadığından, bazen de planları uygulamadığımda kendimi rahatlatmak için yazmışım. Her şey hakkında ve en çok kendim, elbette.

Fakat "ihtiyaç olarak yazma eylemi" uç noktalarda rahatsızlık vermeye başlarsa, bir şeyler ters demektir:

4400 dizisini izleyenler hatırlayacaktır. Bir bölümde, ajanlarımız özel güçleri olan kayıp kişilerden birinin daha evini belirler ve merkeze almak için bulunduğu yere giderler. Kapıyı çalarlar, açan olmaz. İçeri girmeleriyle donup kalmaları bir olur. Bütün yer, mobilyasız evin bütün yerinde bir yazarın üst üste istiflediği kağıt öbeklerine benzer kağıt kümeleri mevcuttur ve yürümeye bile fırsat bırakmamaktadır. Kağıtları devirerek, üzerine basarak iç odalardan birine varırlar. Kağıt dolu odanın tam ortasında kel ve terlemiş bir adam, endişe ve sıkılmışlık içinde basit bir sandalyeye oturmuş harıl harıl daktilo kullanmaktadır. Yabancıları görmesine rağmen durmaz ve hızla devam eder. Ajanlar şaşırırlar ve adama ne yaptığını sorarlar. Daktilo sesi durmazken adam cevap verir:

“-hatırladığım her şeyi yazıyorum. Rüyalarımı, anılarımı, fikirlerimi, aklıma gelen her şeyi.”

“Neden peki?”

Adam ıstırap içinde yanıtlar:

“-bunu yapmazsam düşünceler beynimi patlatabilir. Onlardan kurtulmamın tek yolu bu…ve daha 4. Sınıftayım”

Oradaki adam benim. Bu gerçek. Biraz hafifletirsek oradaki durumu, tamamen ben. Bu blog yeni. Bundan başka 2 yıl süresinde yazdığım 6 blog, bu sırada kalemle yazdığım 3 kalın defter, küçük not defterleri, bilgisayardaki Onenote’un günlük özelliği, ve bitmek tükenmek bilmez şekilde çantalarımdan dökülen kağıtlar, kağıtlar, kağıtlar. Bir arkadaşımı beklerken geçen 5-6 dakika içinde arkasına yazdığım saman adisyonlar ayakkabımın içinden bile çıkar. Çok ciddi yazma problemim var.

Bunu ilk evlendiğim zaman, taşınırken fark ettim. Eşimin okumasını istemediğim, belki bir şekilde “bütün zayıflıklarımla” karşılaşmasını gerekli görmediğim için taşınırken kova kova defter parçaladım, kağıt yırttım. Bitmedi. Her yerden, en beklemediğim anlarda çıkıyor. Eskilerden kurtulamadım. İşin kötüsü, kurtulmaya çalıştığım fikir deposuna sürekli yenileri ekleniyor.her ay bir defter alıyorum, kalemleri ise..saymayalım. OfficeStore en sevdiğim mekan. Duramıyorum, yazıyorum.

Bazen dünyayı kurtaracak fikirleri çöpe attığım da oluyor. Lakin:

“Resmen zihindeki düşünce sürecinin karmaşıklığını kaldıramadığım için yazıyorum..Bu nasıl bir lanettir?” (16 haziran, simitçideki notlarımdan)



12 Mayıs 2009 Salı

Spirit-Luna Ay Ruhu


Bilgisayar ekranındaki beyaz takım elbiseli donuk bakışlı kadın, hepimize tabletleri yutmamızı söylüyor. Herkes itaat ediyor. Başımda bekleyen üniformalı adama dönüp bakıyorum. Güven verici ifadesiyle onaylıyor. Ağzıma atıyorum. Ekrandan tekrar kadını duyuyoruz.


“-Spirit-Luna tabletleri sisteme girişinizin ilk halkasıydı..”


Ses kulaklarımda gittikçe inceliyor, uzaklaşıyor ve sonunda cızırtı haline geliyor. Uykumun geldiğini, beynimin yavaş yavaş etkinliğini kaybetmeye başladığını hissediyorum. Ekrandaki sesin büyülü bir tınısı var.


Tam o anda kafatasıma elektrik verilmiş gibi hissediyorum. Gözümün önünde yumuşayan renkler keskinleşiyor, birden fark ediyorum: Bize verilen spirit-luna aslında beyin dalgalarımızı alfaya titreşimlerine getirmeyi amaçlayan bir çeşit tabletmiş. Ekrandan verilen ses hipnotik özel bir frekans, bir çeşit zihin kontrol projesiymiş.


Hemen bağırmaya başlıyorum; “-Kimse uyumasın! Herkes betada kalsın! Şarkı söyleyin kahkaha atın, bir şeyler yapın!”

7 Mayıs 2009 Perşembe

Planlar, Tuvaletteki Oscar Wilde

· Ne oldu ne bitti konseptine geri dönüyoruz. Artık mayıs ayındayız ve bu ay benim için önemli. Çünkü kendimi yenileyeceğim, yenilememek için bir bahanemin kalmadığı bir ay. Örneğin şimdiye kadar bazı sınavlara hazırlanmıyor oluşumu, içinde bulunduğum büyük koşturmacaya dayandırıyor, boğazıma hakim olamayışımı da “can boğazdan gelir” düsturuyla meşrulaştırıyordum. (ehiehiehi) fakat şuan artık bahanem kalmadı, kitaplarımı aldım, iş ortamımın da görece müsait olmasıyla birlikte şimdiye kadar hep hafife aldığım bir konu üzerine; “kariyer” üzerine odaklanmaya başladım…
· Bu arada gün ve an itibariyle sağlıklı beslenme rejimindeyim, kendime duyurulur.
· Evin banyosuna Şakir Eczacıbaşı’nın 530 sayfalık “Oscar Wilde Tutkular, Acılar, Gülümseyen Deyişler” eserini koymuştum. Bir gün “ben biraz wilde okuyayım” diyerek yerimden kalkınca, eşimin hayretle karışık ses tonundan şu cümleyi duydum: “inanamıyorum, tuvaleti geldiğini wilde üzerinden anlatan bir karım var!”
· Yazarın yaşadıklarından bağımsız bir kurgu oluşturması mümkün, fakat kişileri konuştururken bağımsız olması mümkün değil. Örneğin ben yukarıdaki cümleyi geliştirerek bir karaktere söyleteceğim. Birkaç yıl sonra para verip satın alacağınız kitabım içindeki bir karaktere ;)
· Anlatacak çok şey var komik komik, lakin şuan “writer’s block” durumuna girdim, hepinizi öper…


wilde demişken, bir alıntı yapmadan bitiremeyiz, öyle değil mi? Ayıp olur.


Bir oyun sahnelendiğinde, eğer oyun sanat eseri ise, sınavdan geçen sahnedir.
Bir oyun sahnelendiğinde, eğer oyun sanat eseri değil ise, sınavdan geçen izleyicidir.

27 Nisan 2009 Pazartesi

RTE


Aslında bunu söylememem lazım ama...

Beni linç etmeyin lüffen.

Recep Tayyip Erdoğan'la şık bir otelin lokantasında yemek yedik..



Rüya tabi.


"-imdt! ıgh..."

30 Mart 2009 Pazartesi

MC




YAŞASIN SEÇİMLER!


YAŞASIN MUZ CUMHURİYETİMİZ!!

25 Mart 2009 Çarşamba

Özlü Köz

“Başarılı insanların paçalarında dolaşıp aynı kare içinde görüntülenmeye çalışmak, sonra da baskıya bakıp kendini mühim addetmek, üretim adına ne büyük bir lanet olmalı!”

4 Mart 2009 Çarşamba

"Mutand"
















"-Hayırlı işler hocam.."

"Saol genç. Buyur ne alacaktın?"

"-Ben şeyi soracaktım.. Hocam durağın oradaki yazıyı sen yazmışsın, ne iş?"

"Hangi yazı..? Ha evet yau, ağaçtakini diyorsun. Noldu ki?

"-Ne bileyim, yaratıcı olmuş.."

"Sorma yau, gelen geçen pislik atıyordu! Sanki çöpçü durağı. Medeniyetsiz adamlar. Anlatamıyorsun burası dükkan diye. Müşteri geçerken girmek istemiyor kokudan. Ben de dikkat çekeyim dedim, hakaret ettim. Gizlice. Ehiehiehi" (burada gülüyor cin cin)

"-Hıı.. Yani ders verdin..."

"Çöp görüyor musun orada?

"-Ha? Yoo"

"Yaa.. Ehiehi"

"Hımm.. Anladım.. Kolay gelsin.. Şey.. Bi bisküvi alabilir miydim acaba?

----


1 Mart 2009 Pazar

Ali Poyrazoğlu


Deniz, sahil, nefis bir dünyadayım. Kumların üzerinde yürüyorum, ıslak ayaklarıma kumlar yapışıyor. Yumuşak bir hava. Biraz kapalı.

Ali Poyrazoğluyla sanat sınıfını kontrol ediyoruz. Beni yetiştirmek için bana tahsis ettiği sınıfın içinden geçiyoruz, kızıl sarı saçlı yeniyetmeler ortada, gözümün içine bakıyorlar yeni bir şey var mı diye.

Yasemin evliliğiyle ilgili bir ajanda yollamış bana, tarihler var içinde, ileri sayfalarda birden mektuplar görüyorum, bana yazmış. Duygulanıyorum ve sevinç gösteriyorum. Ali benim heyecanımı törpülemek istercesine, burun kıvırıyor:

"mektup çok demode bir kullanım. Çağ oldu kullanılmayalı" diyor.

Ukalalığına kızıyorum.

"-hayır bence hiç öyle değil!" diyorum.

Bahçede oturuyor olduğu koltuğun yanından hışımla geçiyor ve kendisine surat büküyorum.

Ona şunu demek istiyorum:

Bazı şeyler kadife gibidir. Dokunduğunda inanılmaz bir tat alırsın. O his alışılabilir bir şey değildir.

Ama söylemiyorum. Nasılsa vereceği bir cevabı vardır . Hıh.

Gözümü açtım, "ali poyrazoğlu" dedim, yattım.

Rahat bırakın beni bi ...

27 Şubat 2009 Cuma

Kısa Kurdele


...kısa kurdeleleri uzun kutulara yettirmeye çalışıyorum.

12 Şubat 2009 Perşembe

Obama

Öğretmen emeklisi yaşlı zenci adam, duygusal konuşmasını coşkuyla bitirirken, herkesin gözlerinde damla damla yaş birikmiş. Kürsüden iniyor ve arısına sarılıyor. Salon coşkulu alkışlarına devam ederken, herkes gözlerini Obama’ya çeviriyor. Yaşlı zenci onun elinden tutuyor, sarılıyorlar. Salondaki coşku daha da alevleniyor. İnsanlar çığlık çığlığa Obama’dan bir konuşma bekliyorlar. Obamanın gözlerinden sicim gibi gözyaşı akmış. Kürsüye çıkıyor.

Kürsünün görüntüsünü artık bozan işlevsiz bir bezi kaldırırken, “yeterince mükemmel değil, sanki..” diyorum. Obama konusurken olması gereken mükemmellik, bir şekilde eksik. Konuşmasına henüz başlamamışken sesleniyorum:

“-Is there anything that i can do for you, sir?”

“Music, please.”

Yapacağı konuşmaya bir fon müziği istiyor. İşte buydu eksik, diyorum ve hemen dj kabinine yöneliyorum.

“Obama için bir şeyler çal, konuşma yapacak.. Sallanma!”

Müzik başlıyor, Obama konuşmaya başlıyor. Tam derin bir nefes alacağım ki, kulaklarıma 10. Yıl marşı geliyor.

Aklı evvel DJ ben Türk’üm diye onuncu yıl marşı koymuş fona!.

“-Tam da milliyetçiliği alevlendirmenin sırasıydı…” diye homurdanıyorum.

Neyse ki bu Obama.

ve uyanıyorum..

Hayır yani neden Obama, neden onun için çalışıyorum ki?! Uyanıkken gayet de tepkiliyim.. Tuhaf..

Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi


Hikaye tuhaf değil, mükemmel.

David Fincher’ı ezelden beri severim, bütün Hollywood teknik, tavuk seyirci yemleme ve aksiyon anlatıcılığını kullanarak ortaya ters köşeden gol atan filmler çıkarmaktan zevk alan bir haylaz gibidir(Game, Fight Club..). Benjaminin Hikayesi tamamen kendine özgü ve süreye bakıldığında sıkılma ihtimalini göz önünde bulunduran izleyicinin film bittiğinde dahi cast akışı da bitsin diye gözünü ayıramayacağı bir açlık sunmaktadır.


İlk olarak, şu mantık güzeldi: Benjamin doğduğunda ölüm döşeğindeki bir ihtiyar gibi görünüyor, zihni ise bir çocuk kadar duru. Zaman ilerlediğinde bedeni gittikçe çocuk görüntüsü alırken, zihni bir ihtiyarınki gibi bulanmaya, Benjamin “bunamaya” başlıyor. Yani Can Yücel’in “Hayatı Tersten Yaşamak” yazısıyla biçimsel benzerlik dışında uzaktan yakından alakası yok. Çünkü Yücel’İn yazısında insan hayata dair belli düzeyde bir farkındalıkla geliyor, ve odak noktası bilinçli ve tadını çıkarabileceğin bir hayatı yaşama fırsatı elde etmek.


Oysa şunu anlıyoruz ki, ister gençleşerek yaşa bu hayatı, ister ihtiyarlayarak, hayatın tadını çıkarabileceğin zaman aralığı aynı. Bir sahnede Daisy Benjamin’e "43 yaşında, ortada buluştuklarını fark ettiğini" söylüyor. Sanırım gençleşmenin ihtiyarlığa hiyerarşik bir üstünlüğü yok. Çünkü buradaki gençleşme bir noktada, kahvaltı yaptığını unutan bunak çocuklaşmasına ve altını kirletmeye doğru gidiyor. Daisy hamile kalıp Benjaminin “ileride çocuk olduğumda bana bakmak zorunda kalacaksın” korkularını gidermeye çalıştığı sahnede “hepimiz bir gün bez kullanacağız, ne var yani?” diyor. Ha ihtiyarlamış ve bakıma muhtaç kalmışsın ha bebekleşmiş , fark göremiyorum, ya sen?


Bunun dışında, işlenmiş çok hoş detaylar vardı. Örneğin,


“Biliyor musun beni tam 8 kere yıldırım çarptı.. bir keresinde..” şeklinde başlayan ihtiyar, ve işleniş keyifliydi.


Ya da, römork kaptanı Mike barda içkisini zevkle yudumlayıp kasıla kasıla sinekkuşu’nun saniyede 1200 kere atan kalbinden ve kuşun kanatlarının her çırpılışta 8 rakamını almasını anlatır. Kimsenin bilmediği bir şey biliyor olmanın keyfi bedeninde, oradakilerle arasında;
“ matematikte sekiz ne anlama gelir, biliyor musun, ahbap?”
“…”
“-SONSUZLUK! Ahahahahahhhaa”
Şeklinde geçen diyalogdan sonra, kendisi öldüğünde denizin üstünde hızlı hızlı kanat çırpan bir sinekkuşu olması, etkileyiciydi.


Daha pek çok güzel küçük keyifli mizansenler oluşuyor filmde. Ve izlenmeye değer.
Gece boyu hüngür hüngür ağlamış olmam, sevdiklerimi kaybetme korkusuyla ilgili bir sorunum olduğunu da düşündürmedi değil hani..

Hamiş: Fotoğrafçılar için de ilham verici sahneler barındırıyor. Daisy'nin, büyüyüp ateşli bir kadına dönüştüğü zaman Benjamin'in aklını çelmeye çalıştığı sahne son derece estetik ve şıktı. ters ışık, mermer üzerinde çıplak ayakla dans. arkadan yükselen duman. ahh, gerçekten hoş..


9 Şubat 2009 Pazartesi

Tıkalı..

Konusamıyorum, anlatamıyorum…bir defter dolusu kayıp kelimem var yazılmayı bekleyen, yazamıyorum…

7 Şubat 2009 Cumartesi

bir-iki-üç, beş altı yedi..

Uzun zamandır yazamadığımın farkındayım, bazen hayatın akışına öyle kaptırıyor ki insan, bazen de o akış öyle dolu oluyor ki, nefes almaya fırsat bulduğunda şanslı sayıyor insan kendini.

Bugünden, hatta bir saat öncesinden başlayasım var bugün. Ve hak ettiği üzere açık günce halinde devam edecek bu blog bir süre. Yazmayı özlüyorum…

İnanılmaz bir dans gecesinden daha çıktık alnımızın –resmi anlamda-teriyle. Her hafta haftada iki defa gittiğimiz salsa bir anlamda hareketsiz hayatımıza hareket katyor. Dans etmeyi ezelden beri severim, serbest stil, kendi stilimde. El yumruğu yemeden insan kendi yumruğunu değirmen taşı zanneder misali, ciddi olarak bu işe bulaştığımdan beri “o-ov.. nasıl yani?” demiş, ve kendime olan güvenimi tamamen kaybetmiş durumdaydım. Neyse ki zaman geçiyor, figürler gittikçe daha kombine hale geliyor, ve baştan adım saymalarla geçirdiğimiz sıkıcı saatler yerini kombo dönüşlere ve eğlenceye bırakıyor. Özellikle bu gece çok eğlendim. Sanırım kaptık. Yaklaşan o önemli günde kocaman uzun eteğimle fırıl fırıl dönerek dansetmek niyetindeyim. Beyler, sizden de iyi performanslar bekliyoruz :)

Yakında salsa ve bachata sevenler için bir playlist koyacağım. Belki bir çeşit soundrack hazırlarız ve küçük cdler halinde hediye ederiz, belli olmaz.

Herkese sevgilerle, çok uykum geldi ve sistemim kapandı kapanacak, bu yazı da böyle yarım olsun.