27 Şubat 2009 Cuma

Kısa Kurdele


...kısa kurdeleleri uzun kutulara yettirmeye çalışıyorum.

12 Şubat 2009 Perşembe

Obama

Öğretmen emeklisi yaşlı zenci adam, duygusal konuşmasını coşkuyla bitirirken, herkesin gözlerinde damla damla yaş birikmiş. Kürsüden iniyor ve arısına sarılıyor. Salon coşkulu alkışlarına devam ederken, herkes gözlerini Obama’ya çeviriyor. Yaşlı zenci onun elinden tutuyor, sarılıyorlar. Salondaki coşku daha da alevleniyor. İnsanlar çığlık çığlığa Obama’dan bir konuşma bekliyorlar. Obamanın gözlerinden sicim gibi gözyaşı akmış. Kürsüye çıkıyor.

Kürsünün görüntüsünü artık bozan işlevsiz bir bezi kaldırırken, “yeterince mükemmel değil, sanki..” diyorum. Obama konusurken olması gereken mükemmellik, bir şekilde eksik. Konuşmasına henüz başlamamışken sesleniyorum:

“-Is there anything that i can do for you, sir?”

“Music, please.”

Yapacağı konuşmaya bir fon müziği istiyor. İşte buydu eksik, diyorum ve hemen dj kabinine yöneliyorum.

“Obama için bir şeyler çal, konuşma yapacak.. Sallanma!”

Müzik başlıyor, Obama konuşmaya başlıyor. Tam derin bir nefes alacağım ki, kulaklarıma 10. Yıl marşı geliyor.

Aklı evvel DJ ben Türk’üm diye onuncu yıl marşı koymuş fona!.

“-Tam da milliyetçiliği alevlendirmenin sırasıydı…” diye homurdanıyorum.

Neyse ki bu Obama.

ve uyanıyorum..

Hayır yani neden Obama, neden onun için çalışıyorum ki?! Uyanıkken gayet de tepkiliyim.. Tuhaf..

Benjamin Button’un Tuhaf Hikayesi


Hikaye tuhaf değil, mükemmel.

David Fincher’ı ezelden beri severim, bütün Hollywood teknik, tavuk seyirci yemleme ve aksiyon anlatıcılığını kullanarak ortaya ters köşeden gol atan filmler çıkarmaktan zevk alan bir haylaz gibidir(Game, Fight Club..). Benjaminin Hikayesi tamamen kendine özgü ve süreye bakıldığında sıkılma ihtimalini göz önünde bulunduran izleyicinin film bittiğinde dahi cast akışı da bitsin diye gözünü ayıramayacağı bir açlık sunmaktadır.


İlk olarak, şu mantık güzeldi: Benjamin doğduğunda ölüm döşeğindeki bir ihtiyar gibi görünüyor, zihni ise bir çocuk kadar duru. Zaman ilerlediğinde bedeni gittikçe çocuk görüntüsü alırken, zihni bir ihtiyarınki gibi bulanmaya, Benjamin “bunamaya” başlıyor. Yani Can Yücel’in “Hayatı Tersten Yaşamak” yazısıyla biçimsel benzerlik dışında uzaktan yakından alakası yok. Çünkü Yücel’İn yazısında insan hayata dair belli düzeyde bir farkındalıkla geliyor, ve odak noktası bilinçli ve tadını çıkarabileceğin bir hayatı yaşama fırsatı elde etmek.


Oysa şunu anlıyoruz ki, ister gençleşerek yaşa bu hayatı, ister ihtiyarlayarak, hayatın tadını çıkarabileceğin zaman aralığı aynı. Bir sahnede Daisy Benjamin’e "43 yaşında, ortada buluştuklarını fark ettiğini" söylüyor. Sanırım gençleşmenin ihtiyarlığa hiyerarşik bir üstünlüğü yok. Çünkü buradaki gençleşme bir noktada, kahvaltı yaptığını unutan bunak çocuklaşmasına ve altını kirletmeye doğru gidiyor. Daisy hamile kalıp Benjaminin “ileride çocuk olduğumda bana bakmak zorunda kalacaksın” korkularını gidermeye çalıştığı sahnede “hepimiz bir gün bez kullanacağız, ne var yani?” diyor. Ha ihtiyarlamış ve bakıma muhtaç kalmışsın ha bebekleşmiş , fark göremiyorum, ya sen?


Bunun dışında, işlenmiş çok hoş detaylar vardı. Örneğin,


“Biliyor musun beni tam 8 kere yıldırım çarptı.. bir keresinde..” şeklinde başlayan ihtiyar, ve işleniş keyifliydi.


Ya da, römork kaptanı Mike barda içkisini zevkle yudumlayıp kasıla kasıla sinekkuşu’nun saniyede 1200 kere atan kalbinden ve kuşun kanatlarının her çırpılışta 8 rakamını almasını anlatır. Kimsenin bilmediği bir şey biliyor olmanın keyfi bedeninde, oradakilerle arasında;
“ matematikte sekiz ne anlama gelir, biliyor musun, ahbap?”
“…”
“-SONSUZLUK! Ahahahahahhhaa”
Şeklinde geçen diyalogdan sonra, kendisi öldüğünde denizin üstünde hızlı hızlı kanat çırpan bir sinekkuşu olması, etkileyiciydi.


Daha pek çok güzel küçük keyifli mizansenler oluşuyor filmde. Ve izlenmeye değer.
Gece boyu hüngür hüngür ağlamış olmam, sevdiklerimi kaybetme korkusuyla ilgili bir sorunum olduğunu da düşündürmedi değil hani..

Hamiş: Fotoğrafçılar için de ilham verici sahneler barındırıyor. Daisy'nin, büyüyüp ateşli bir kadına dönüştüğü zaman Benjamin'in aklını çelmeye çalıştığı sahne son derece estetik ve şıktı. ters ışık, mermer üzerinde çıplak ayakla dans. arkadan yükselen duman. ahh, gerçekten hoş..


9 Şubat 2009 Pazartesi

Tıkalı..

Konusamıyorum, anlatamıyorum…bir defter dolusu kayıp kelimem var yazılmayı bekleyen, yazamıyorum…

7 Şubat 2009 Cumartesi

bir-iki-üç, beş altı yedi..

Uzun zamandır yazamadığımın farkındayım, bazen hayatın akışına öyle kaptırıyor ki insan, bazen de o akış öyle dolu oluyor ki, nefes almaya fırsat bulduğunda şanslı sayıyor insan kendini.

Bugünden, hatta bir saat öncesinden başlayasım var bugün. Ve hak ettiği üzere açık günce halinde devam edecek bu blog bir süre. Yazmayı özlüyorum…

İnanılmaz bir dans gecesinden daha çıktık alnımızın –resmi anlamda-teriyle. Her hafta haftada iki defa gittiğimiz salsa bir anlamda hareketsiz hayatımıza hareket katyor. Dans etmeyi ezelden beri severim, serbest stil, kendi stilimde. El yumruğu yemeden insan kendi yumruğunu değirmen taşı zanneder misali, ciddi olarak bu işe bulaştığımdan beri “o-ov.. nasıl yani?” demiş, ve kendime olan güvenimi tamamen kaybetmiş durumdaydım. Neyse ki zaman geçiyor, figürler gittikçe daha kombine hale geliyor, ve baştan adım saymalarla geçirdiğimiz sıkıcı saatler yerini kombo dönüşlere ve eğlenceye bırakıyor. Özellikle bu gece çok eğlendim. Sanırım kaptık. Yaklaşan o önemli günde kocaman uzun eteğimle fırıl fırıl dönerek dansetmek niyetindeyim. Beyler, sizden de iyi performanslar bekliyoruz :)

Yakında salsa ve bachata sevenler için bir playlist koyacağım. Belki bir çeşit soundrack hazırlarız ve küçük cdler halinde hediye ederiz, belli olmaz.

Herkese sevgilerle, çok uykum geldi ve sistemim kapandı kapanacak, bu yazı da böyle yarım olsun.