9 Ağustos 2007 Perşembe







Simbiot’un Oğlu

Dün akşam paralel bir evrendeydim. Öyle böyle değil, ne yaşadığımı bir ben bilirim, bir Allah!

Benim bir arkadaşım (Eddie Brock kılıklı) Örümcek adamla bir kayalığın üstünden, içi simbiot (ortakyaşar) plazması dolu bir krater gölüne atlamak zorunda kaldılar. Birlikte birşeyden kaçıyorlardı. Daha onlar simbiot plazmasına dalarken, örümcek adamın bununla başa çıkabileceğini ama arkadaşımın çıkamayacağını anlamıştım.

Gölden üstlerindeki bulaşmış sıvıları silkeleyerek çıktılar. Örümcek temizlenmek üzere hızla gözden kaybolurken, arkadaşım metroya bindi. Ama iyi değildi.
Kafası sallanmaya başladı. Sağa sola, öne arkaya doğru micro-titreşimler yayacak şekilde sallanıyordu. Saçları bir uzadı, bir kısaldı. Bir yaşlandı bir gençleşti. Simbiot vücuduna uyum sağlamaya çalışıyor olmalıydı. Yanında oturan yaşlı teyze endişeli gözlerle arkadaşımı süzüyordu…

Ertesi gün, buluşup alışveriş merkezine gittik. Onun yanında çok mutlu ve huzurluydum. Her şey yolundaydı, keyfimiz yerindeydi. Neredeyse önceki gün yaşadıklarını unutmuştu. İçeri girerken kapıda üstümüzü aradılar, biraz sinirlenir gibi oldu ama geçti. Reyonlar arasında dolaşmaya başladık.

Almak istediğimiz şeyleri birbirimize gösteriyor, arada gülüp kahkaha atıyorduk. Bir görevli yanımıza gelip bizi sert ve küstah bir şekilde uyarınca, arkadaşım sinirlenmeye başladı. İçimden bir ses kesinlikle sinirlenmemesi gerektiğini söyledi, Bu benim sonum olabilirdi, sanki. Yapabileceğim ne varsa yapmalıydım.

“-Dur, sakin ol..” demeye kalmadı, parmakları siyahi gümüş bir renkte nano pullarla kaplanmaya başladı. Kum tanecikleri gibi, bu yeni madde hızla parmaklarından ellerine, bileğinden koluna doğru çıkıyordu. Korkmaya başladım. Çünkü bizi uyaran görevliyi çoktan fırlatmış olduğu halde yatışmıyor, burnundan soluyordu. Bana öfkeyle gözlerini diktiğinde, benim kalp atışlarım da dışarıdan duyulur hale gelmişti.

Ona güzel yatıştırıcı sözler söylemeye çalışarak hızlıca binadan çıktım. Beni takip ediyordu. Yüzünün yarısı o pullarla kaplanmıştı. Koşmak istiyordum, attığım on adıma karşın, sadece iki adımda soluğu enseme geliyordu. Bir şey yapmam lazımdı, ölmeme az kalmıştı.

Aniden döndüm ve bağırmaya başladım “-Sen bu değilsin! Kendine gel! Sen sevgi dolu bir adamsın ve kimseye zarar vermek istemiyorsun!! BENİ HATIRLA!! BENİ HATIRLA!! KİM OLDUĞUNU HATIRLA!!”
Ben bağırırken yüzündeki pullar geri çekilmeye başladı. İçinde ciddi bir mücadele verdiğini görebiliyordum. Yere bakıyor, bir şekilde düşünmeye çalışıyor, teslim olmak istemiyordu. Koca adamın koca yüzünden acı okunuyordu. Ve mücadele terleri saçlarının dibinde.

Hava kararmıştı. Şımarık Simbiot, arkadaşım üzerinde kullandığı gücü son seviyeye çıkarmış olmalıydı. Ben yürümeye çalışıyordum önden, kaçabileceğimi umarak. Çünkü pullar yeniden artmış, arkadaşım da gözlerini yerden kaldırarak üzerimde sabitlemişti. Duvarlara baktım, ipler vardı. İplere tırmanmak istedim, ama hepsinin başında beliriveriyordu bu yeni simbiot canlısı. Kendisinden kaçmaya çalıştığımı anlaması, bana karşı kin beslemesine sebep olmak üzereydi, bana artık arkadaşça yaklaşmadığını anlayacak kadar tanıyordum mimiklerini. Kesinlikle öfke okunuyordu artık o gözlerde. Arkamdaydı, yaklaşıyordu. Ben de terlemeye başlamıştım. Yapabileceğim ne vardı?

Kendimi zorlayarak yatağımdaki huzurlu dünyaya dönmeye çalıştım. Başardım! Gözlerimi açarken tüy gibi hafiflediğimi hissettim. Tüm o stresi arkamda bıraktığımı deneyimleyerek derin nefes aldım. Nefesi verirken gözlerimi kapattım.
Gözlerimi yeniden açtığımda, simbiotun ele geçirdiği arkadaşımla bizim evdeydik. Benim odamda.

Çılgınca öpüşüyorduk ki, annem geldi. Basıldık. Utancın etkisiyle sanırım, simbiot kısmı biraz geri çekildi.
Annemin yanına açıklama yapmak için giderken onu düşündüm. Demek ki ahlaki değerler karşısında verdiğimiz duygusal tepkiler çok kuvvetli. Bu da şu demek oluyor. Aslında insan simbiotu vücudundan atacak kadar kudretli. Fakat bunun farkında değil, ya da sadece nasıl yapacağını bilmiyor. Kendisine güvenmiyor. Kendisine güvense, simbiotu “-Eeeh, s.ktir git vücudumdan” diyerek atabilir. Sinir anında simbiot tarafından ele geçirilmesinin de tek bir anlamı olabilir. Güçlü hissetmemizi sağlayan öfke, sanılanın aksine insan vücudunu en fazla zayıf düşüren, gücünü emen, güçsüz bırakan duygu. Simbiot da, insan öfkelendiğinde bu nedenle rahatlıkla ele geçiriyor insanı. Çünkü insan korumasız, güçsüz kalıyor öfke duygusu karşısında. Demek ki öfke de bir çeşit simbiot. Öfkelenmeyecek kadar güçlü olsak, ya da öfkenin bizi ele geçirerek gücümüzü ortak bir yaşam formu gibi emmesine ve bizi güçsüz bırakmasına engel olsak keşke. Simbiot da insana bir defa yapıştı mı, onun vücudundan beslenerek yaşamıyor mu? Öfke de üstümüze kostüm gibi yapışıp bizi ele geçirmiyor mu? GÖZÜMÜZ DÖNMÜYOR MU?
Keşke aslında güçlü olduğunu fark etse. Sakin iken.

Annemin yanına geldiğimde annem feci söyleniyordu. “-Bunun burada ne işi var, ne yaptığını sanıyorsun..Nasıl..” Heyecanla annemi durdurmaya çalıştım. Neyle karşı karşıya olduğunu bilmiyordu. Mesele ölüm kalım meselesi.
“-Anne, sana yalvarırım sesini çıkarma, sinirlenirse bir canavara dönüşür ve hepimizi öldürür. N’olur, n’olur söylenme, SİNİRLENDİRME ŞUNU!”

O sırada yarı mahçup, yarı ne fısıldaştığımızı anlamaya çalışır şekilde rahatsız edici bir ifadeyle simbiot arkadaşım salona geldi. Yüzümüze tuhaf tuhaf bakarken ben hemen ayağa kalkıp onu karşıladım, annem ise ne olduğunu anlamadığı halde tehlikeye karşı tedbir alma içgüdüsüyle söylenmeyi bırakarak gülümsedi. Ortada ciddi bir şeyler olduğunu sezmişti.

Ortam çok rahatsız edici olduğundan ve kalbim bu ölüm korkusuna dayanamayacağından kendimi benim dünyaya geçiş yapmak için zorladım. Gözlerimi açmak istedim. Açtım.
Hafifleme- huzur- güven- gözleri kapama döngüsü.

Gözlerimi açıyorum ki, simbiot-sevgilimin olduğu paralel evrende sadece bir gün geçmiş. Ve bir çocuk doğurmuşum. Hızlı hücre yenilenmesi, simbiotun dünyadaki güçlerinden biri olmalı. Ayrıca Simbiot’un bir oğlu var. BENİM OĞLUM!

Kahvaltı sofrasındayız. Çocuğum hızla büyüyor, 6-7 yaşlarına gelmiş. Benden bir bardak süt istiyor. Sütü koyuyorum, ama süt az kalmış. Bardağın ancak yarısını doldurabiliyor. Ben az umursar şekilde her şey yolunda diye arkamı dönecekken, ÇOCUĞUN GÖZLERİ SİYAHLAŞIYOR. Olamaz! Aynı gümüşi kurşun rengi, aynı pullaşma. İris filan kalmadı. Beyazı da artık simsiyah. Gözlerini öfkeyle bana dikiyor. Onu KASTEN beslemiyor olduğumu mu düşünüyor? Ne de olsa genleriyle aktarılan hafızasında, zamanında, babasından korkarak kaçmaya çalışmışlığım var. Demek ki onu SEVMİYOR OLABİLİRİM. Ve bu yüzden beslemiyorumdur? Annesinin onu sevmeme ihtimalini kaldırabilir mi? Ya da organizmaları yok olsun diye onları KASITLI OLARAK BESLEMİYORUM...? Öz oğlum nefret içinde gözlerini bana sabitlemiş, simbiota dönüşüyor.

İster paralel evrende olsun, ister gerçek hayatta. İster venomla simbiotla, canavarların kralıyla boğuşsun, ister sadece sıradan insanlarla. Kadın tüm boyutlarda kadındır. Ve bir kadın, verdiği tepkilerden mesul değildir, tutulmamalıdır! Ben de o kadar şey yaşamışım, hem de paralel evrende olduğumu biliyor, geçişler yapmaya çalışıyorum. Arkadaşım önce simbiot tarafından ortak yaşamlı bir forma dönüşmüş, sonra sevgilime ve çocuğumun babasına. Fakat n’apayım! Ben sadece bir kadınım! Kahvaltı masasında oturan babasına dönüyorum ve psikopat şekilde beni süzen siyah gözlü oğlumu işaret ederek, homurdanma eşliğinde, sadece bir kadının vereceği tepkiyi veriyorum:

“- Al işte, oğlun da sana çekmiş!!”








Yok, yok ben evlenmemeliyim bence. Hiçbir boyutta!

Hiç yorum yok: