1 Temmuz 2008 Salı

Koruyucu-Kral : [KOKU]

Dünyanın koruyucu ruhlarından biriyle tanıştım dün gece.

Yerli yaratık-gerillaların kapattığı bir hapishane gibi bir yerdeydik. Yeşil ve sarı kumun birleştiği, vaha gibi bir yer. Aynı zamanda zaman ötesi bir şeyler hissediyordum. Zaman yoktu, belki binlerce yıl ileriye gitmiştik, belki de zamanın hiç var olmadığı bir yere.

Tünel kazmaya başladım.

Devasa, kurşun geçirmez bir taşıma aracı kullanıyordum. Araçla birlikte ellerimle kazdığım tünele girdim ve ter içinde aracı ışığa doğru sürdüm. 3-4 kişiydik, çıkışa kısa zamanda vardık. Lakin kapıyı açtığımızda gördüğümüz manzara umut kırıcıydı: Yaratık-gerillalar ellerinde ihtişamlı silahlarla çıktığımız deliğin başında bizi bekliyorlardı. Bütün namlular bize doğrultulmuş, bütün iğrenç iştah salyaları taze etimizin harekete geçirdiği açlık duygusuyla akıyordu. Manzara kötüydü: yüzlercesine karşı 4.

Yinede sonuna kadar savaşacaktık, yaşayan son zerremize kadar direnecektik, ölüm direncimizi kırmaya çalışıyor olabilirdi, karşımıza yüzlerce yaratık gerilla çıkarıp kareyi dondurup eliyle “nanik” yaparak ortalarda kahkaha atıyor olabilirdi, ama sadece kendini alçaltıyordu. Asla teslim olmayacaktık. Hayat uğruna mücadele edildiği zaman değer kazanıyordu, ölme anında bile ona değer katarak ölecek, sonsuzlukta yankılanacaktık.

O anda bir şey oldu. Bir şey, ne olduğunu göremedim. Bütün yaratıklar ellerindeki silahları bile fırlatıp Ejderha görmüş Orc gibi kaçışmaya başladılar. İki ayaklı yaratıklar dört ayakla koşuşuyorlardı. Yüzlerinde beliren korku beni endişelendirmişti. Kim geliyordu? Ya da…NE? Belli belirsiz toparlandık. Yerdeki silahlardan birine davranacak oldum, ama vakit kalmamıştı. Gelmişti. Gerilmiştik.

Karşımda gördüğüm şey karşısında biraz şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Yaratıkları korkutacak bir canlı, onlardan çok daha korkunç olmalıydı benim mantık zincirime göre, ama karşımda uzun boylu, sarı saçlı, hafif sakallı ve yakışıklı sayılabilecek biri duruyordu. Öylece kalakalmıştım.

Nazikçe kendisini takip etmemi istedi.

O önde, biz arkada, kraliyetine doğru yola çıktık. İki tane yardımcısı vardı, pon pon zıplayan pufuduk canlılar. Çok sevimli ve zararsız görünüyorlardı, ama savaş zamanı ne çeşit bir Pokemon canavarına dönüşeceklerini Tanrı bilirdi. Uzaktan uzaktan “sevimli” diye sevdim. Benim aklım, bu tuhaf kraldaydı.

Onun “mekanına” vardığımızda kendimi çok güvende hissettim. Nazikti, bize yiyecek içecek ikram etti. Aynı zamanda çabuk sinirlenen ve çabuk sakinleşen bir yapısı vardı. Yardımcılarını çağırıyor bağırıyor, bir şeyler istiyor ve hemen yapıldığında da yumuşayan yüz hatlarıyla en yumuşak sevimli ve kibar canlı oluveriyordu. Sohbet etmek için diğer odaya geçtik.

Koltuklarımız yakındı. Birden etrafı koklamaya başladı. “bu.. bu koku…mmm..snıfff…muhteşem..” Düşünüyordum.. Ne çeşit bir canlıydı bu? Ne çeşit bir özelliği vardı hakimiyet gücü veren? Yüzlerce silahlı vahşi yaratık, öylesine güçlüyken, neden ondan korkuyorlardı?

Havayı koklayarak bana yaklaştı. İlk başta bu davranışı tuhaf bulduğumu itiraf etmeliyim. Hatta öyle tuhaf ki, bizi kurtarma anında yaratıklar kaçıştıktan sonra da durup bir müddet havayı kokladığını hatırlıyorum. Anlam verdiğim bir şey değildi, tuhaftı. Ama havayı “tadarken” çıkardığı ses, gösterdiği ilgi, gözlerini kapayıp iri burun deliklerinden içeri girmesine izin verdiği havayı zerre zerre ayrıştırıp sindirmesi, aldığı haz beni eğlendirmişti. Bendeki koku bir şekilde onun aklını başından almıştı. Sanki uzun zamandır aradığı, beklediği ve bir türlü ulaşamadığı, bulamadığı bir elementin kokusunu almıştı. Bu heyecan kendimi özel hissetmeme sebep oldu. Bir çeşit saf bir kokum vardı demek ki. Onun bu hareketi aynı zamanda vücudumdaki hormonları da uyandırdı. Bana yaklaşan her hamlesinde hücrelerimden etrafa hayvansı bir koku püskürüyordu. Onu çıldırtmaya, aklını başından almaya yetmişti bu. Yaklaşıp yanıma geldiğinde, tavan noktasına varmak üzereydim. Beni kendine doğru çekti, duvara yasladı. Kalbim yerinden çıkacakmışçasına hızla atıyor, tenimizin kokuları birbirine karışıyor, ortaya çıkan koku öncekilerden daha baştan çıkarıcı oluyordu. Bu şekilde ne kadar süre geçirdiğimizi hatırlamıyorum, başım dönüyordu, sarhoş gibi olmuştum.

Kendini biraz geri çektiğinde, -biraz nefes alacak zaman buldum- gözümün önündeki perdeler de yavaş yavaş kalkmaya başladı. Onun gerçek formunu görmeye başladım. Ve bu çok daha heyecan vericiydi.

O, dünyanın ruhlarından biriydi. Ana ruhun (mother-earth) koruyucu krallarından biriydi. Bütün doğa özünden bir parça taşıyor, fakat kendisi gibi olan başka Koruyucu-Krallar gibi farklı bir konuda güçlüydü. Benim karşılaştığım bu ruh, doğanın kokuyla ilgili ruhuydu. Yaratık-gerillaların onu görünce kaçması şimdi daha anlamlıydı, çünkü o “doğa”ydı. Silaha ihtiyacı yoktu, çünkü tüm silahların can alma gücünden daha büyük bir gücü vardı, can verme gücü. Ve can veren doğa, can da alabilir. Doğa nihayet daha önce güvenip teslim ettiği dünyayı yönetme inisiyatifini insanın elinden almış ve bu Koruyucu-Krallara vermişti. Ve bu defa insanlara davrandığından daha cömert davranmış, tüm doğayı kuran güçleri kullanma yetkisi de vermişti. Yaratık-gerillalar onu görünce korkup kaçıştılar, çünkü bizi sıkıştırmakla –yok yere can almak anlamında, ya da açgözlülükle bizi yiyeceklerdi, ihtiyaçları yokken- cezalandırılmayı hak ediyorlardı. Ve savaşçı kralın yönteminden korktular. Can veren doğa, tek bir hareketle can alma kudretine de sahip. Karşımda doğanın saf, kudretli ruhlarından biri duruyordu. Tek dizimin üstünde aşağı doğru eğildim, zarif bir şekilde kralımı selamladım.

Hiç yorum yok: