25 Mart 2008 Salı

Otobüste yolculuk yapıyordum. Derinimde şehir değiştirmenin tuhaf sıkıntısı. Ne zaman yola çıksam hava bulutlanır, kara bulutlar kaplar gökyüzünü. İçim sıkıntılanır ya da içimdeki sıkıntı örter güneşi.
Düşünüyordum. Gözüm dağlarda, tepelerde… renk değişimlerinde. Gri yollarda. Her şey gri.
Başımı cama yaslamışım. Uyumak üzereyim. Gözlerimi biraz kaldırınca yukarı, onları gördüm.

Yine rengarenktiler. Dev cüsselerine göre küçük kanatları vardı. Pek çoktular. Bir tanesinin derisi gökkuşağıdandı. Bir diğeri kahverengi, sarı yaldızlı. Zırhları parıl parıl parlıyor, burunlarındaki gümüş delikler göz alıyordu. Denizatı gibi kıvrılmıştı vücutları. Havada yüzüyordular. Windows xp klasik arkaplan temasının önünde uçuyor gibiydiler. Sanki savaştan çıkılmış gibi hafif bir duman, yerlerde yanmış barut siyahları göze çarpıyordu. Az ileride fantezi bir deniz vardı. Onları gördüm. Onlar beni gördü. Heyecanlandım. Mutlu oldum.
Dalmış olduğumu fark ettim. Ama bunu mutlaka resmetmeliydim. Henüz uyanmamış, geçiş yapmamıştım. Elime bir aydınger aldım, ve renkli boya kalemleri. Cama yapıştırdığım aydıngerin üzerine, kopyalar gibi çizmeye başladım o şahane canlıları. Hareket ettiklerinde benim de çizgilerim bozuluyordu, yine de kabataslak boyayabildim kağıdı. Bir an önce uyanmak ve elimdekileri göstermek istiyordum birilerine. Belki tekrar bulabilir, yakalayabilirdim bir tanesini, ve konuşabilirdim belki, şansım yaver giderse.

Uyandım. Elimde boyalı kağıdım. İner inmez onu buldum. Peşinden koştum.

“Dinle, elimde ejderhalara ilişkin inanılmaz bilgiler var. Onları sınıflandırabilir miyiz?”
“Dragonlar, çok eski çağlara aittir” dedi. “Senin gördüklerini inceleyebiliriz. Kap kahveleri, ofisimde bekliyorum” .

Merakla ofise uçtum, elimde süte kahvelerle..

Hiç yorum yok: