
Heroes
THE WARREN
Değişim çok tuhaf bir şey. Hep hayatımı sıfırlamaktan bahsediyordum ya… Galiba bu defa oluyor bu. Önce işimi, sonra evimi. Bunu başarmak üzereyim.
Beyaz Melek filmini mahsun’un inanılmaz –şaşırtıcı performansıyla izledikten sonra yatakta anneme sarılarak ve ağlayarak “annecim seni hiçbir zaman terk etmeyeceğim, evlendiğimde bile” deyişimi hatırlıyorum. Bir yandan da kendimle kalma ihtiyacım var.
Bu arada o film kesinlikle genelkurmay destekli. Amerika’da belli dönemlerde Pentagon toplumdaki bazı değerleri manipule etmek için –isa’nın çilesi’nde olduğu gibi- senaryo dağıtıyorsa, bu da türk usulü senaryo dağıtma. Bunun için de kökeninde “Anadolu Çocuğu” olduğunu bağıran ve halkın sevgisini kazanmış birini seçmişler Mahsun –Mel Gibson gibi. Kuzey Irak, operasyon, Kürtler, Kürtçe, aile bağları vs… Güzel güzel.
Biz de yedik.
Yedik hakikaten.
Yaşını doldurmamıştı daha. Kendimi özdeşleştirdiğim, dişi kaplumbağa yavrusu. Hayatıma giren en anlamlı hediyelerden biriydi. Ben de bir güzellik yapıp ona eş almıştım; Achilleus.
Ölümü sarstı, çok üzüldüm, anlatamam. Bahçede kendisine güzel bir anıt mezar yaptım. Minik beyaz taşlarla, şu dünyada son kez kaplayacağı avuç kadar yeri çevreledim. Ağladım, çok ağladım.
Morris uyuyordu.
Gilda odaya girdiğinde asimetrik kollar ve bacaklarıyla, savaşta tek elinde bıçak diğer elinde şarap şişesiyle dövüşen, yıkılmış bir şarapçıya bezeyen morris'in düzensiz nefes alış verişlerini ilgiyle dinlemeye koyuldu. Gözlerinin en masum hali kapalı haliydi. Gilda dudaklarında sessiz bir gülümsemeyle morrise öpücük yolladıktan sonra odayı inceledi.
Dağınık yerleştirilmiş kitaplar, dolu kül tablası, karalanmış birkaç kağıt. Üstü lekeli halının üstünde kirli bir bluz ve kırışık bir pantolon. Bilgisayar kapalı. (Gizliliğine hassasiyet gösteren bir adamın bilgisayarı nasıl açık olsun ki). Klavyenin kenarına kül kaçmış ve pek umursanmamış. Raflarda akademik hayattan miras kitaplar. Nihayet sigara paketi, yanında anahtar.
Morris hırıltılı bir nefes alarak arkasını döndü. Gilda onun yüzünü göremiyordu artık. Uyandığında sinirini yatıştırsın diye çay koymayı düşündü ve ses çıkarmamaya çalışarak kapıya hamle yaptı. Fincancı katırlarını ürkütmeden odadan parmak uçlarına basarak çıkarken, Morris'İn cep telefonlarını gördü. Şeytan dürter.
Gilda'nın sol adımı havada kaldı, kararsızlıkla düşünmeye başladı. İçindeki şeytanla mücadele ediyordu. İlk defa morrisin telefonuna dokunma şansı vardı. İlk defa Morris'in sözleri dışında, Morris'le ilgili, hayatındaki diğer kadınlarla ilgili bilimsel bir bilgiye ulaşabilirdi. Kalp atışları hızlanmaya başladı. Morris bundan önce Gilda'nın bilgisayarını sabaha kadar didik didik etmemiş miydi, kendisinin haberi yokken? O da kanıtlara ulaşmak istemiş ve 8 saat durmaksızın özel dosyalarını okumamış mıydı? Üstelik bir şey bulamamış, kucağında bilgisayar, yüzünde utançlı bir kızarıklıkla Gilda'ya teslim etmemiş miydi bilgisayarı? Büyük hayal kırıklığıydı Gilda için. Çok ağlamıştı. Hayatında böyle bir şey düşünmemiş, kimsenin özel eşyalarını didiklememişti. Özel alanlara saygı duyma konusunda hassaslığı gelmiş geçmiş en medeni noktada olmasına rağmen şeytana yenilerek, elini telefona attı Gilda. Büyük ve hınzır bir heyecan dalgası şimdiden yüzüne vurmaya başlamıştı.--
Gilda'yla Morris'in ilişkisi her zaman kötüydü. Birbirlerini kaybetme korkusu hiçbir zaman birbirlerini tam olarak yaşamalarına izin vermemiş, kafalarındaki kimlikleri birbirlerine giydirerek o kimliklere aşık olmuşlardı. Yürütemiyorlar, ama asla vazgeçemiyorlardı. Bu duruma ilk uyanan morris'ti. İlişkinin ilk aylarından itibaren sürekli sorun çıkarıyor, olur olmaz meseleleri sonunda ayrılık cümleleri söylenecek noktaya taşıyordu. Sürekli Gilda'nın kendisini terk edip etmeyeceğini anlamaya çalışıyor, Gilda'yı ilişkiye bağlamak yerine uzaklaştırmaya çalışıyordu. Ona göre her kadın terk ederdi. Gilda bir kadındı, Gilda da terk ederdi. Fakat Gilda'daki öz, onun çözebileceğinden çok daha "fazla"ydı. Bu nedenle hem çılgıncasına güven duyuyor, hem de her fırsatta canını yakarak onu test ediyordu. Her şeyin farkında olmasına rağmen, durduramıyordu kendisini. Gilda piyangodan çıkmış bir ödül gibiydi. Hayatının atışıydı onu tavlamış olmak, ve Gilda ondaki özü de görüyordu. Morris düşünüyordu, kendisini görmeyi başarabilecek kaç kişi tanıyabilirdi bu hayatta?
Gilda odadan çıkarak banyoya gitti, kapıyı sıkıca kapattı. Heyecandan ışığı yakmak aklına bile gelmemişti, telefonun ışığı kendisine yetiyor ve artıyordu. Mesajlar menüsüne girdi önce. Yukarıdan aşağıya tarih sırasıyla diziliydi mesajlar. İsimlere baktı. "gilda, gilda, gilda.." kendisinin attığı mesajları görünce, rahatlar gibi oldu. Eğer o telefonda karşılaşacaklarını önceden bilme fırsatı olsaydı, Gilda bu ilişkiye hiç başlamazdı, ya da kendisini bu kadar kaptırmazdı. Kendisiyle ilgili ciddi sorgulamalara girişeceği, özgüven sorunu yaşayacağı, tehlikeli ve dengesiz bir dönem başlamak üzereydi.
Gilda ilk yabancı kadın adıyla karşılaştı. "Merceu"
Merakla mesajı açtı.
"Hayatım, ben şimdi çıkıyorum, sen arkadaşlarının yanında olacağın için seni aramayacağım. Ama eve geldiğimde seni aramak istiyorum bitanem. Seni seviyorum" SENİ SEVİYORUM!, diye tekrarladı Gilda.
Diğer isim. "Gilmore"
"yaşadığımız sorunları bir kenara bırakıp bu hayatı seninle yaşamak istiyorum. Bunun için elimden geleni yapacağım." !!!
Başka bir kadın. "Suzan""Seni çok özledim. Eve dönmüşsün. Beni ara."
Gilda, hayatının en büyük örsünü kafatasının üstünde hissetti. Kocaman demir ve paslı örs tepeden hızla başına düşmüş, onu banyo seramiklerine yapıştırmıştı. Birkaç sn önce uzayda yer kaplayan bedeni ve ruhu o an hiçbir şey oluverdi. Çizgifilm karakterlerinin aniden puff diye kaybolabilmesini hatırladı, onlardan hiçbir farkı yoktu o an. Sara hastası gibi titreme nöbetine tutuldu. Gözleri yaşa boğuldu, mesajlara devam etmek istemesine rağmen, nefes alamamaya başladığını farketti ve nefesi boğazına düğümlendi. Hiç. Gilda koskoca bir hiç'ti. Sıfır bile bir şeydir, hiç, sadece hiçtir. Gilda, gözleri dolu dolu, nefes alamayan bir HİÇti sadece. Nefes almayı aklına getiremeden, okumaya devam etti. Yaşamdaki tek önceliği, Morris'in; hiçbir zaman bilmediği ve telefon olmasa bilme şansının olmadığı hayatına ilişkin bilgi almaktı. 5 kadar farklı kadından, çeşitli aşk ve sevgi cümleleriyle dolu mesajlar. Arada kendisininkiler. Ama arada. Hepsi aynı tarzda, aşk ve sevgi dolu. Yaşanan bir ilişkinin yaşanma sürecine dair bilgiler taşıyan mesajlar… Bir tane mesaj vardı ki, Gilda o mesajı okumamış olsaydı, bir daha nefes alamayabilirdi. Aklına gelmiyordu nefes almak. Ama bu diğerlerinden farklıydı. Farklı bir paylaşımdan haber veriyordu.Morris'in cüret etmeyeceğini sandığı bir alan. "Köprücük kemiğimde nefesini hissetmek istiyorum.."
Bacakları atın tek ve en önemli hazinesidir. Atlar eğer bacaklarından yaralanırlarsa, atın ölüm kararının verilmesine kadar gidebilecek bir süreç başlar. Atın dizi; uyuşturma malzemeleri kullanılamayan özel bir bölgedir ve buraya işlem yapılırken at tüm acıyı canlı canlı hisseder. Derisi soyulurken, dikiş atılırken, kurşun yemişse kurşunu çıkarırken, at acıdan neredeyse bir insan gibi ağlar. Bunun için operasyon sırasında at bacağındaki acıyı hissetmesin diye, özel, minyatür bir mengeneyle atın bir kulağı sıkıştırılmaya başlanır. Kulağının acısına odaklanan at, bacağın acısını hissedemez hale gelir. At ayağının sakat olduğunu fark etmez. Bu önemlidir.
Gilda, bu son mesajla birlikte nefes almaya başladı. Bu sonuncusu öyle büyük, öyle beklenmedik bir mesajdı ki, diğerlerinin acısını unutup, kalakaldı. Morris'e gelen bu mesaj, Gilda'nın kulağını sıkıştırmış, ezmiş, parçalamıştı. Geçirdikleri 3 aylık ayrılık süreci boyunca ara ara görüşmüşler, barışmışlar ve tekrar ayrılmışlardı. Morris, Gilda'nın hayatından çıkmasıyla oluşan boşlukta tutunacak bir dal arıyor olabilirdi ve Gilda bunu kabul etmeyecek kadar gaddar da değildi. Kendisi kimseye yaklaşamamış olsa da, Morris nihayetinde ilkel bir erkekti, bunu kabullenebilirdi. Ama sex, her şeyi değiştirir. Başka bir beden, bir kadın bedeni, ve o kadın bedenine duyulan özlemle gerçekleştirilen kutsal tapınma eylemi. Kadının titremesiyle son bulan, neslin devamı için seçilen kadına gurur yaşatan, erkeğin boşalması. Bunun için o kadını "ödüllendirmesi".
Kabul edilemez.
“What if”; olgular üstüne kafa yoran insan için aşırı tehlikeli bir kurgu. Beraberinde getirdiği olasılıklar evreni, birkaç tanesini düşünmeye başladığınızda dahi insanı paranoyak birine çevirmeye yetecek kadar çılgınca. “Ya böyle olmasaydı da…şöyle olsaydı..?”
Bazen paranoyak insanların kafası çalışan yegâne insanlar olduğunu düşünüyorum. Çünkü bir “what if..” değilse bir diğeri mutlaka gerçeği 12’den vuruyor. Hangisinin “olan” hangisinin paranoya olduğunu ayıramamak da, zavallı insanın zayıf özelliği.
Sandığımız kadar iyi değiliz.
Sandığımız kadar akıllı değiliz.
Sandığımız kadar kuvvetli, değiliz.
Bu olasılıklar evrenindeki pek çok ihtimali aynı anda aklına getirebilen insanlara, sanatçı diyoruz.
Sanatçı paranoyak, huzursuz, sorunlu kimsedir.
Her paranoyak, sorunlu, huzursuz kimse sanatçı değildir.
Huzursuzluk her zaman gözle görülür alana yansımak zorunda değildir. Paranoyak insanların alnında yazmaz, kamufle olmuş olabilirler. Sorun, her zaman kendine siyah rengini seçmez, ifade edilmek için.
Uğurböceği hastalandığında kırmızısının tonu açılır.
Ruhum uğurböceği misali, hastalanınca rengi nicedir?
Tam önlerinde, ciddi bir uçurum vardı. Mağaranın nem kokusu, basık duvarlardaki sarkıtlardan damlayan tek tük iyonize olmuş buhar damlaları ve birkaç adım ileride karşılarına birdenbire çıkan ciddi bir uçurum.
Gilda, duygularını ifade edebilecek kelimeler bulamıyordu. Büyük bir labirent-mağaraydı bu, görsel algıyı yanıltmakta dünya üzerinde varolamayacak gelişmişliğe sahip, bubi tuzaklarıyla dolu.
Bubi=Aptal. Aptallar için hazırlanmış tuzaklara sadece aptallar düşer. 5 saattir içerideydiler, fakat beş yıl geçmiş gibi yorgundular.
Mağara- labirent, insan algılarıyla oynamaktan zevk alan bir çeşit yaşam formu gibi hareket eden, bir yoldan giderken birden duvarları silikleştirerek farklı seçimler yapmanızı gerektiren yollar çıkaran, bir anda dev bir kütlenin altında kalma tehlikesiyle yüzleştiren ve o anda yaşanan korkudan beslenen, iradeye sahip bir canlı gibiydi. Tehlike gerçek de olabilir, tamamen algısal bir yanılgı da. Mağara insanı okuyordu. Onun duygularını, seçimlerini “izliyordu”. Mantık vs duygu. Mağara bu çatışmadan adeta zevk alıyordu. Ve buna göre karşısına tuzaklar çıkarıyordu..
Bubi tuzakları.
“Aptallar için hazırlanmış tuzaklara sadece aptallar düşer” diye mırıldandı Gilda.
Buradan çıkabilirdi.
Uçurum bir illüzyon olabilir. Karşısına çıkan her tuzağı mantıklı şekilde görüp ilüzyonu fark etmesine rağmen, daha henüz “dur” noktasında iken, tam dur kararını vermeyi düşündüğünde devreye duyguları giriyordu. Ve illüzyon o noktada onun için gerçeğe dönüşüyordu. Eğer uçuruma inanırsa gerçek olabilir mi?
Aynı anda girmişlerdi buraya. Bir anda. Güvenebilecekleri bir tek birbirleri vardı.
Morris’e inanmak isteme duygusu, mantığı delik deşik eden kör balta. Ve bir de.. gizliden gizliye içeriye yerleşen ve filizlenen örtük sevgi.
Bu kaçıncı bubi tuzağıydı yakalanmak üzere olduğu?
“Bak, merdiven var”, dedi Morris.
Baktı.
“Hangi merdiven?”
“Önünde duran merdiveni görmüyor musun?”
Morris’in gözlerine baktı.
Her zaman masum, her zaman kaçamak bir giz taşıyordu o renkli gözler. Morris, kendini yok etme pahasına, sırf oyundan zevk aldığı için ona “bubi” muamelesi yapabilirdi. Karşısındakinin yanarken nasıl çığlık attığını duyarak kendini güçlü hissetmek için ateşe itebilirdi. Bir “can” sahibi olma ve o can üzerinde insiyatif kullanma hakkı bakımından eşit yaratılmış insanlar arasında kimin kimden üstünlüğü var? Ama eğer bir eşit diğer bir eşit can üzerinde onu temelden sarsabilecek bir etki sağlayabiliyorsa, bu eşitliği bozup “üstün” sıfatıyla ödüllendirilir. Onun canını yakabilmiş olma durumu, ve hatta onun canını “sonlandırabilme inisiyatifinin” gücü, sınırsız bir ihtirasla insanı çeker. Kendini kendine ispat etme yolu olarak bu “can alma” rolünü seçen insan, aynı zamanda kendini Tanrı’ya eş koşmuş, kudret bakımından denklik kurarak üstün benliğini beslemiştir. Huzur, sadece bu ispat oyununda varoluşsal bir gereksinime dönüşebilir. Oyun, canlı türünün kurgulama ihtiyacını giderebileceği tek yöntem. Kişi rol dağıtacak, senaryo yazacak ve yazdığı senaryoyu diğerlerine zorunlu dayatma yöntemiyle, kurgusal başlayan rolleri gerçekleştirecek. Kendini gerçekleştirecek. Büyük bir hırs.
Artık gerçek, sadece sezgilerden oluşan dengesiz bir tahterevalliden ibaretti. Tahtanın hangi ucunun “gerçeğe” basacağını Tanrı bilirdi. Gilda'nın, kendisine yalan söylendiğinde nükseden o kararsız tedirginlik hissi parmak uçlarına kadar indi, vücudu iyice gerildi.
“Orada merdiven yok…”
“Hmm.. Öyle mi dersin?”
“…”
Morris gözlerini kıstı.
Bir çeşit basınç kafatasına hücum etti.
Bir Tanrı olarak yücelmişken, hangi kuluydu bu; onun sözlerini inkar edebilme cüretini gösteren?? Sahnedeki oyuncular birden işi bırakma hakkına sahip değiller! Yazmış olduğu senaryoyu eleştirme hakkı oyuncuların değil, yazarındır! Nasıl, yani bir isyan mı bu? Morris’in kimyası hareketlendi. Bir reddediş, onun gücünü? Kim, kim bu güç oyununda kendisine meydan okuyan, sistemi bozup, büründüğü ve iyiden iyiye inanmaya başladığı egemen rolüne tehdit getirebilen?
Yumruklarını sıktı, elleri gücünü emen bir paratonermiş gibi, akışı durdurmak için.
(…devamı yarın.)
Körlerle sağırların birbirini ağırladığı ortamlardan öyle sıkılmışım ki, ilk defa nefes aldığımı hissediyorum. İnsan kendisini hiçbir zaman kapamamalı, çevremde insan olduğunu “fark ediyorum” Şimdiye kadar kimse yaklaşamasın diye çektiğim çitlerden atlayanlar olmuş, ve tatlarını almam için saatlerce,senelerce çiğnemem de gerekmiyor. Çoktan konsantre hale gelmişler, insanlar böyleler!
Dün akşam kutsal alkole methiyeler düzmek istedim. Bir süredir kapalı mekanlara tepkisel yaklaşıyorum. Evde zaten duramıyorum, durup aynı şeyler hakkında düşünmek ise beni bir çarkın içinde boğmaktan başka bir amaca hizmet etmiyor.
Gece mi?
Ahh…Müzik kulağımda değil beynimin içinde çalıyor. Bir kalabalık var, herkesin gözlerinin içi parlıyor. O parlaklık öyle şahane ki, gözlerinden çıkıp bana kadar ulaşıyor, tüm bedenimi kurdele gibi sarıp sarmalıyor. Soğurmak istiyorum. Güven duygusu. İyi ki çıkmışım. Dudaklarımla müziğe eşlik ediyorum. Neyi söylüyorum Tanrı bilir. Sohbetler, hayret verici eğlenceli yaklaşımlar.. nasıl yapıldığını unuttuğum lezzetli kahkahalar atıyorum, uzun zamandan sonra ilk defa.
Fakat hafiften rahatsızım. Gözlerim etrafta usulca bir şey arıyor. Bir eksiklik var.
Masalara, insanlara, yürüyenlere, oturanlara, sahneye, her şeye usulca bakıyorum. Bir şey eksik. Ortamın verdiği mesaj fazla sert, farkındayım; alkol, çılgın gibi müzik, özgürlüğünü yaşayan gençlerden oluşan kalabalık… Bu ambiyansın verdiği mesajda bir şeyler eksik, hissediyorum. “Tam” değil. Eksiklik duygusu adrenalin gibi tüm vücuduma yayılıyor. Çözememiş olmaktan aşırı rahatsızım.
Gözlerim tavana kayıyor.
Mavi, sarı, yeşil, kırmızı ışıklar. Minik minik. Buzlu bir camın arkasından yansıyan gravürler gibi.İşte o!
Bulunduğum mekan yeraltında. Fakat üstünde katedral varmış. Tam olması gerektiği gibi. Dengeyi ancak bu şekilde bulabilirdi iyi ve kötü. Kutsal, ve günah olan. Saf ve kirlenmiş olan. Beyazın siyaha ihtiyacı var, her zaman. Tarih boyunca hep böyleymiş. En sağlam yer altı günahlarının üstüne inşa edilirmiş en kutsal kiliseler. Çünkü en kutsanmış olanın, en büyük günaha ihtiyacı var, dengeyi bulması, erdemini yüceltebilmesi için. Varoluşunu anlamlı kılabilmesi için gerekli bu. En büyük saf güç Tanrı, bir de en kötüyü yaratıyor, kovulmuş İblis, Şeytanı, kendi isteğiyle, insana. İnsan ruhunun buna ihtiyacı var ki! En yüce değerlere ulaşabilmesi için, en ciddi günahlarla baş etmesi, kötü şeyler yaşaması gerekiyor, şeytanla mücadele etmesi gerekiyor! Uğruna mücadele verilen şeyler değerlidir. Saflık için mücadele eden insan, elbette kutsal kilisesinin altına günah mabetlerini de inşa edecek. Gece boyu kendisiyle mücadele edecek. Zehrini akıtacak. Ve sabahın ilk ışıklarıyla ruhunu arındırmak için yukarı çıkacak, kilisesine gidecek, duasını edecek, ve ruhunu dindirecek…
Mekandaki eksiklik, yapının üstünde bir katedral olduğunu “fark etmemle” giderildi. Oradaki gençlerin gözle görülmeyen bir şeyler kaybediyor olduklarını düşünmeme sebep olan o sertlik, sözsüz yapıldığını anladığım kutsallık anlaşmasıyla yumuşadı, masaların arasından süzüldü, ve kapıdan dışarı çıkarak herkesi huzurlu eğlencesiyle baş başa bıraktı.
Foto Kaynak:http://galerieverdun.com/art_cv/oil_paintings/abstract_art/m-the_dance_of_good_and_evil.jpg
Güneşin doğmasının anlamlı olduğu tek yerde olmak.. Güneşe yetişememek.
Zamanı durdurmak için ıkınmak, işe yaramaması.
Özlem.
“Ortamın gerginliği, hiç konuşulmayan, bana büyük bir zevk veriyordu. İngilizlerin havadan sudan konuşma anlamında kullandıkları “small talk” safhası da pek çabuk geçtikten sonra, gözlerinin içine derin derin baktım. Ne söylediğim sözler, ne bir şey. O konuşurken gözlerinin içine kadar girmiş olmamdı benim intikamım. O siyah, ufak gözler küçüldükçe küçülüyordu. Kaçacak yer arama sıkıntısında, velakin kıpırdayamayacak kadar hapsedilmişti karşısındaki iri ela gözler tarafından. Engin, derin bir hapishane bu. Okuyor bu küçük gözlerin beyne ilettiği küçük düşüncelerden örülü hayatın en incelikli çıkar hesaplarını. Dolabında kirli çamaşırları olanlar için fazla şeffaf bir ayna olur gözler. Yüreği gözlerindeydi şimdi. Ve çırpınışını görüyordum. Sıkışmasını, düzensizleşen atışını. Aşağılık hesapların bedelini ödemek için oradaydı. “onur” maskesinin altına sığınacaktı; kaçmamış gelmişti, hala “bir kez daha görme” isteğinin kendisini getirdiği basitlik noktasının açıklaması gerektiğinde.”
“Dürüst bir insan arıyorum” -----Sinop’lu Dyojen
İnsanlar ne garip.
Zihnim inanılmaz yorgun ama çalıştığım yerde herkese –ilginç bir şekilde- içimden gelerek gülümsemeyi başarabiliyorum. Gerçekten Ben olduğumu hissediyorum gözlerim gülerken. İçimden bir ses “işte!” diye bağırıyor. “saklayacak kadar korktuğum hiçbir şey taşımıyorum içimde, açık ve netim, tüm saflığımla ne varsa, karşındayım!”
Ama karşıdakinin içinde saklayacak çok şeyi oluyor bazen. Ben zihnim yorgun diye mızlanırken bile, onun kendi ufak hesaplarının kendi ruhunu yorduğu kadar yorulmuyor ruhum. O benden çok daha dik ve kararlı görünüyor, ama bendeki içtenlik onun varoluşunu rahatsız ediyor. Önyargıları kişilik kazanmış nerdeyse, öz kişiliğini her geçen an ele geçiriyor. Farkında değil belki, bir süre sonra yaradılıştan getirdiği bir öz-cevher değeri kalmayacak naçiz varlığının. Rengi solmak üzere.
Kendine güvenini toplumun onay verdiği şeyler üzerinden kurmaya kalkan zavallılar çocuk sahibi olmamalılar. Bunların; İnsanı özgürleştirmekten alıkoyan deneyimlerle zehirlemeye hiçbir hakları yok yenidoğanları, değerleri. Bu kirlenmişlik toplumu zehirleyen gaz partikülleri halinde yayılacak, yayılacak ve sonra üzerine güzel şeyler inşa edilecek saf şeyler kalmayacak.
Bendeki bu umut da nereye kadar yahu. Güzel bir şeyler inşa edileceğine dair bu umudu nerden kapmışım, bir türlü kurtulamadığım? “güzel” bir şeye sahip olmanın bununla alakası olabilir mi?
Fakat burada da şöyle bir sorunla karşılaşıyoruz; “güzel” bir şeye sahip olmadığı halde inanılmaz saflıkta değerlere sahip olan harika insanlar var. Bu da, güzel bir şeye sahip olduğu için içinde saflık barındıran insanları olgunluk-değer hiyerarşisinde ilk basamaktan ikinciye itiyor. Güzel insanların daha çook olgunlaşması gerekecek.
Erdem.
Kafamı kurcalıyor.
Kavramlara bağlanmanın insanı özgürleştirmekten alıkoyduğuna olan inancım silinmeye başladı. İnanmayı seviyorum. İnandığım “şey”in “doğruluğu”nu sorgularken “hislerime” başvurmaktan hoşlanıyorum. Fazlasıyla öznel ve bilim dışı olsa da, “gerçeğin” nerde olduğunu kim bulmuş. Hahh. Belki ben bulurum.
İçimde.